Hayrettin Cete
Türkçe-İngilizce Fiiller Sözlüğü (anlam endeksli)
A
Turkish-English Dictionary of Verbs
Pastel Matbaacılık İstanbul - 2000
EX
R E F O R M DIL YAYINLARI
Her hakkı yazarına aittir. Yazılı müsaade alınmadan kısmen veya tamamen hiçbir şekilde (fotokopi, teksir vs) iktibas edilemez, yayınlanamaz. Bu kitaptaki açıklamalar, kısmen de olsa alınıp yayınlanamaz; kitabın düzeni ve yöntemi taklit edilemez. H.C. P.K.102 Fatih 34262 istanbul Tel: (0212) 525 35 25
All rights reserved. No part of this book may be reproduced or transmitted in any form or by any means including photocopy, without permission in writing from the author.
ISBN 975-95429-1-9
Organizasyon: Dizgi : Film&Montaj : Baskı :
Pastel Matbaacılık Ltd. Şti. Zeynep Çağrıcı Kros Grafik Ltd. Şti. Pastel Matbaacılık Ltd. Şti.
Yapılması gereken sayısız ivedi işlerin yerine getirilmesi için, Sözlüğün hazırlanması, yazılması ve basılmasını uzun yıllar büyük sabırla ve bol "lahavle" çekerek bekleyen eşim'e
GİRİŞ
Birkaç söz Türkiye'de bir yabancı dil bilmenin önemi, İngilizceye karşı gittikçe artan büyük bir ilgi oluşturmuştur. Buna karşın, İngilizce öğrenimi konusunda, hemen hemen hepsi yabancı kaynaklı olan ve ana diline yer vermeyen çok sayıda kitap yayınlanmasına rağmen, bunlar, bu dilin öğretiminde karşılaşılan güçlükleri çözecek nitelikte değildir.
Neden bu sözlük? Bu sözlük, bir ihtiyacın ürünüdür. Gerek yeni başlayan, gerekse ileri düzeyde İngilizce bilenlerin, karşılaştıkları güçlükler hakkında uzun yıllar yakınmaları, mevcut sözlüklerin konularında yeterli olmadıklarını göstermektedir. Bu güçlükleri genellikle üç ana grupta toplamak mümkündür: a) Anlam bakımından okuyucunun aradığı İngilizce karşılık. b) İki dil arasındaki büyük yapı ve kuruluş farkları. c) Telaffuz. İşte, bu sözlük, yukarıdaki sorunlara çözüm getirmek için hazırlanmış olup, şimdiye kadar yayınlanmış sözlük ve başvuru kitaplarında rastlanmayan özellikler ve yenilikler taşımaktadır.
Birinci çözüm: Anlam Endeksi Her dilde olduğu gibi Türkçede birçok fiil günlük anlamından başka birkaç veya birçok anlamda kullanılır. Mevcut sözlükler, bunların İngilizce karşılığını sıra halinde toplu olarak vermektedir. Şöyle ki: işlemek: to work, to function, to operate, to run; to work up, to process, to perform, to commit, to do; to generate, to engrave, to carve, to canvas, to embroider; to elaborate; to handle, to manipulate; to inlay, to ornament; to accrue. göstermek: to indicate, to show, to point out, to demonstrate, to display, to exhibit; to manifest, to offer; to extend, to explore; to appear, to prove. sallamak: to sway, to rock, to wag; to shake; to leave in suspense, to put off; to waggle, to whisk, to wave to, to brandish. olarak yer alıyor. İngilizce konuşan toplumlar arasında uzun yıllar yaşamış olanlar hariç, engin ve her konuda yeterli bir kelime hazinesine sahip olmadan, bunların arasında sağlıklı bir seçim yapmak olanaksızdır. Rastgele ve çoğu zaman yanlış ve uygun olmayan kelime seçiliyor. Bu düşünceden yola çıkılıp, birden fazla anlam taşıyan sözcükler için ayrı ayrı tanım ve örnek getirerek, Anlam Endeksi yöntemi uygulanmıştır. Bu yöntem, Türkçe bir kelimenin, İngilizce karşılığı seçimini çok basit bir işlem haline getirmiştir. Örnek olarak 'işlemek' madde başı altındaki anlam endeksi şu şekilde yer almıştır:
vi
işlemek, to process [proses]. belirli bir duruma getirmek: Bunları nerede işliyorsunuz? Where do you process these? to work. çalışmak anlamında: Sen işlersen mal işler. If you want to get rich you must work hard. to yield [yi:ld]. faiz için: to penetrate, içine girmek anlamında: to treat [tri:t]. incelemek anlamında: to work into. leke vs için: Leke kumaşın içine işlemiş. The stain has worked into the cloth. to embroider [imbroydi]. nakış için: to carve [ka:v]. oymak anlamında: to eat into. pas için: Pas metale işlemiş. The rust has eaten into the cloth. to cut. taş için: to cultivate [kaltiveyt]. toprak için: to run. tren için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen There is a train running between Gebze and tren var. Haydarpaşa. to ply [play]. vapur için: Karaköy ve Kadıköy arasında işleyen bir There is a ferry that plies between Karaköy vapur var. and Kadıköy. to fester. yara için:
Sallamak fiilinin Anlam Endeksi: sallamak, oynatmak, hareket ettirmek: to wag. Parmağını bana öyle sallayıp durma. Stop wagging your finger at me. Köpek kuyruğunu neden sallar? Why does a dog wag its tail [teyl]? bir yerini oynatmak: to sway. Yürürken biraz kalçalarını salla. Sway your hips a little when walking. baş için: to shake [seyk]. "Olmaz" der gibi başını salladı. He shook his head as if to say no. ağaç için: to shake. Ağacı biraz sallarsan hepsi düşer. If you shake the tree a bit, they'll all fall. el, bayrak vs için: to wave. Elini salla, yeter. Just wave your hand. Kızıl bayrak sallayan binlerce öğrenci vardı. There were thousands of students waving red flags. Şurada bize el sallayan kim? Who is that waving to us over there? kılıç vs için: to brandish [bremdisj. sarsmak anlamında: to rock. Bu demeç Türkiye'yi sallayacak. This speech will rock Turkey. to shake. Küçük bir deprem bile kasabayı fena sallar. Even a small earthquake will shake the town badly. savsaklamak anlamında: to put off. İkinci Çözüm: Fiillerin Kullanılış Şekilleri ve Yapıları Dile hakim olmak, istenilen sayıda ve anlamda değişik cümle kurma yeteneğine sahip olmak demektir. Bu
vü
da, doğrudan doğruya, kişinin öğrendiği kalıplara ve her şeyden önce bunları meydana getirecek geniş bir fiil hazinesine sahip olmasına bağlıdır. Eserde Sözlük Kısmından başka, bir Ek Kısım da yer almaktadır. Bu bölümde, çekim cetvelleri ile, fiillerin kullanılış şekilleri verilmiştir. Türkçe ve İngilizce, yapı ve kuruluş yönünden tamamen farklı iki dildir. Bu farklara dair bir bilgiye sahip olmadan, ana dili ile İngilizce arasında arzulanan seviyede bir alış verişin yer alması olanaksızdır. Üçüncü Çözüm: Telaffuz İngilizcede 45 ses ve bunu karşılayacak 26 harf vardır. Görülüyor k i , alfabedeki harf sayısı bütün sesleri karşılayacak durumda değildir. Dahası, tarihi sebeplerden dolayı, bugün İngilizce 21 ünlü sese karşı, pek kural tanımayan 191 yazılış şekline sahiptir. Bunun doğal sonucu olarak, İngilizcede okunuş ve yazılış çok karışık bir durum arz etmektedir. Bu şartlar altında, günlük kelimelerinki hariç, çok az kişi sözlükteki her kelimenin nasıl okunacağını bilebilir.
Sözlükte geçen kelimelerin telaffuz şekli: exuberant[igzyu:bırınt] recover [rikavi] socialized [souşılayzd] alert [ılö:t] cleanse (etnik) [klenz]
possessed [pızest]. ricochet [rikışey], forgotten [fıgatın]. catastrophe [kıteıstnfı]. diarrhea [dayıriıyı].
En güvenilir kelimelerin dahi iki türlü okunuşu olabileceğini unutmamak gerekir: content (içerik) [kontent] project (isim olarak) [pracekt]. (memnun) [kıntent] (fiil olarak) [prıcekt]. subject (isim olarak) [sabcıkt] pervert(isim olarak) [pö:vöt]. (fiil olarak) [sabcekt] (fiil olarak) [pırvöıt] Ortada, göz ardı edilemeyScek bir telaffuz sorunu olduğu açıktır. Bu üçüncü soruna da bir çözüm getirilmiş, Madde başı kelimenin İngilizce karşılığı, telaffuzu ile birlikte verilmiştir: teraslanmak to be terraced [terist]. tüketilmek to be consumed [kınsyu:md]. Verilen örneklerde ise, telaffuzu zor olan kelimenin okunuşu, düşüncenin akışına mani olmamak için, cümlenin sonunda verilmiştir: Bunların nesli hemen hemen tükendi. (They are virtually extint [vö:çuli].) Hayatımızı şenlendirdiniz. You have brightened our lives [layvz]. Sözlükte kullanılan telaffuz sistemi, Türkler için en uygun olan Türkçe alfabeye göre dayanmaktadır. Sözcüklerin yazılışı ve telaffuzu, Britanya İngilizcesi ile verilmiştir. Not: Telaffuzlardaki i k i nokta [:] kendi önünde bulunan sesi uzatır.
Neden Fiiller Sözlüğü Fiiller, söz bölüklerinden biri olmakla beraber, eksiksiz bir ifade veya bir cümle, ancak bu sözcüklerle kurulabilir. Bu bakımdan fiillerin dildeki yeri çok büyüktür. Dahası, fiiller yalnız bir eylem anlatmaz, aynı zamanda alacağı şekle göre, (okuma) (tırmanma) gibi bir isim: (gelince) (koşa koşa) gibi bir zarf ve (okumuş) (gelen) gibi bir sıfat görevi de yaparlar. Kitabın birinci kısmı Sözlük bölümünü teşkil edip, bugünkü Türkçe fiilleri içerir. Ayrıca Osmanlı Türkçesinden gelen ve bugün hâlâ geçerli olan: secde etmek, teganni etmek, şeffaf olmak, tasvip etmek vs gibi yüzlerce fiil de sözlüğümüzde yer almıştır. Madde başlarında, fiilin tüm yapıları, (etken, edilgen ve ettirgen şekilleri) verilmiştir. Fiilin olumsuz şekli, özel bir anlam, (örneğin: kendini alamamak gibi deyim niteliğini) kazanmış olduğu taktirde, ayn bir temel giriş oluşturur.
viü
SÖZLÜĞÜN K U L L A N I M I İLE İLGİLİ AÇIKLAMA Sözlükte fiil nasıl aranıp bulunur Türkçede şekil açısından fiiller aşağıdaki beş ana biçimde bulunur. Kök durumu veya yalın hali: almak, gelmek, vermek gibi. Türemiş şekli: spruşturmak gibi. Öbekleşmiş Birleşik Şekli: tadını kaçırmak, gözden düşmek gibi. Yardımcı Fiille Yapılan Birleşikler: protesto etmek, hata yapmak gibi. Özel Birleşik Şekli: çekivermek, gezedurmak gibi. Bu duruma göre fiil arama çok basittir. Fiilin yalın hali (vermek), Kaynaşmış şekli (varsaymak) ve Türemiş şekli (küçümsemek) sözlükte madde başı olarak bulunur. Ancak, Birleşik Fiiller için durum farklıdır.
Yardımcı Fiil Türkçede, birçok dilde olduğu gibi, yardımcı fiiller iki şekilde kullanılır: 1- Etmek, olmak, yapmak salt anlamında kullanıldığı zaman gerçek bir kılış veya oluş bildirir ve asıl veya gerçek fiil sayılır. Bunlar sözlükte diğer asıl fiiller gibi madde başı olarak bulunur. Örneğin: Allah etmesin! Kişi ettiğini bulur. Uç kere üç dokuz eder. ifadelerinin İngilizce karşılığını madde başı etmek altında aramak gerekir. İkinci örnek, asıl fiil niteliği taşıyan olmak: Ne oluyor? Artık olan oldu. Oldum olalı. Bunlar kim oluyor? Reçel böyle olmaz. Olacak şey değil. ifadelerinin İngilizce karşılığını, aynı şekilde olmak madde başı altında aramak gerekir. 2- Salt veya asıl fiil niteliği taşımayan Yardımcı Fiil Salt ve yalnız kullanışları dışında, yardımcı fiiller, sayısız birleşik fiil meydana getiren çok önemli bir unsurdur. Asıl veya gerçek bir fiil niteliği taşımayan bu gibi fiillerin İngilizce karşılığını taban sözcükte aramak gerekir.
Birleşik Fiillerde taban sözcüğü Birleşik Fiilleri meydana getiren yardımcı fiiller şunlardır: olmak, etmek, yapmak, edinmek, eylemek, kılmak, gelmek, gitmek. Bunların çeşitli çatı şekilleri de şöyledir: olunmak, edilmek, ettirmek, yaptırmak, yapılmak. a) Birleşimin ana kavramını taşıyan taban, isim olduğu takdirde, madde başı ve İngilizce karşılığını, bu sözcükte aramak gerek. Örnek: evde olmak, tekrar etmek, anlamı olmak, hesap etmek, namaz kılmak. Yabancı kelimelerin fiilleştirmede en çok kullanılan yöntemdir: ambale olmak, sükse yapmak, empoze etmek, şoke etmek, reverans yapmak gibi. b) Ana kavramı taşıyan kelime sıfatsa, İngilizce karşılığını doğal olarak o kelimede aramak gerek. Örnek: memnun etmek, yaşlı olmak, rahat olmak, kısa gelmek, kolay gelmek gibi.
ix
c) Birçok birleşikte fiil asıl işleyişi ve anlamının tabanı teşkil eder. Örnek: 1- Zarf öbeği kalıbında olan birleşikler: ileri sürmek, geç kalmak, boş vermek. 2- Bir adla kaynaşmış olanlar: kar yağmak, baş kaldırmak, kavga çıkmak, taş atmak, ileri sürmek gibi. Düşünceyi ve olup bitenleri anlatan fiil olduğuna göre İngilizce karşılığı sürmek, atmak, kaldırmak gibi fiillerde aramak gerek. d) İki fiilden oluşmuş birleşikler: gidip gelmek, sayıp dökmek, atıp tutmak, kasıp kavurmak Bu bileşiklerde ikinci fiil, birleşiğin tabanını oluşturur ve İngilizce karşılığı, madde başını oluşturan son fiilde aranır. e) Özel Birleşikler Tezlik (yazıvermek), sürerlik (bakakalmak), yeterlik (kırabilmek) gibi kavramlar belirten özel birleşikler, ya birleşiğin sonundaki vermek, kalmak, bilmek gibi fiillere bakarak, ya da yazıvermek, bakakalmak gibi birleşik şekliyle aranır. f) İkileme durumlarda ve çeşitli sınıflara ait birleşikler için de yukarıdaki kurallar geçerlidir, örneğin: saygı göstermek te göstermek saygılı olmak ta saygılı, elini eteğini çekmek te çekmek, delik deşik etmek te delik deşik, sürüm sürüm sürünmek te sürünmek kelimeleri madde başıdır. İngilizce Karşılıkları Her Türkçe madde başı için en uygun veya en yaygın ingilizce karşılığı verilmiştir. Ancak Türkçe madde başının anlam bakımından, yakın veya eş anlamda olan birden fazla İngilizce karşılığı varsa, bunların hepsi için ayrı ayrı ömek cümleler verilmiştir. Örnek: uyarmak
to warn. [wo:n]. We did warn him but he didn't so much as care. to caution [ko:şın]. Bu hususta sizi uyarmıştık. We had cautioned you about this. varmak to get Oraya varır varmaz size yazacağım. I'll write to you as soon as I get there. to reach [ri:ç]. Havaalanına tam zamanında vardık. We reached the airport just in time. to arrive [irayv]. Oraya saat kaçta varır? What time does it arrive there? Ayrıca bak 'Neden bu Sözlük' (Anlam Endeksi). Uyarmasına uyardık, aldırmadı bile.
Atasözleri ve Deyimler Atasözleri,dey imler ve deyim niteliği kazanmış sözler, madde başı sözcükten sonra, alt bölümde, birleşikler ve deyimler başlığı altında yer alır. Örneğin: Eşek altın yular taksa, yine eşektir sözünün İngilizce karşılığı için, takmak madde başının; Ağzınla kuş tutsan, faydası yok sözünün İngliizce karşılığı için, tutmak madde başının; Kızını dövmeyen, dizini döver sözünün İngilizce karşılığı için, dövmek madde başının alt kısmında yer alan, 'birleşikler ve deyimler' bölümüne bakmak gerekir. Semboller ve işaretler ( ) Örnek cümlenin İngilizce karşılığı, İngilizceye has bir kalıp, ya da bir deyimle ifade ediliyorsa, o
X
cümle parantez içinde verilmiştir. Örneğin: Ağzını hayra aç (Heaven forbid!) / İki fiil arasına gelen bu işaret, her iki fiilin de aynı derecede kullanıldığım gösterir. Örneğin: be/become. * Yıldız işareti, sayıları bir başlık gerekecek kadar yeterli olmayan birleşik fiillerin önüne gelir. ... Üç nokta, madde başı fiillerin tekrarını önlemek için konmuştur. [ ] Köşeli parantez, uluslararası bir işarettir. İngilizce sözcüklerin telaffuzu bu işaret içinde gösterilmiştir. [ : ] İki nokta işareti, telaffuzlarda kendi önünde bulunan sesi uzatır. Kısaltmalar: smb = somebody, smth = something yerine kullanılmıştır. Çalışmaları yakından takip edenlerin bildiği gibi, çok uzun yıllar süren bir çabanın ürünü olan bu sözlük, yanılmıyorsam, türünde yayımlanan tek eserdir. Bu eser, diğer söz bölükleri küçümsenmemekle beraber, dilin ana unsuru sayılan fiilin her yönünü işlemek suretiyle meydana getirilmiştir. Eserin ikinci bölümünde ise, Türkçe ve İngilizce dili arasında farklar ve mukayeseli kullanılış şekilleri ile fiillerin çekim cetvelleri yer alıyor. Bu bölüm, fiiller bakımından karşılaşılacak her türlü güçlük ve sorunu çözecek düzeyde ve her başvuruyu cevaplandıracak niteliktedir. Sayfa düzeni, bir bakışta bilginin ortaya çıkacak tarzda ve göze çarpıcı bir şekilde düzenlenmiştir. Bugüne dek bu yolda basılmış eserlerden bir hayli farklı olan bu sözlüğün, öğrenciler kadar öğretmenler, meslek sahipleri, mütercimler ve İngilizceyle ilgilenen herkes için faydalı bir başvuru eseri olacağını umuyorum. Çalışmalarımda, eserin tüm Türkçe kısmını ve diğer hususları inceleyerek bu eserin kusursuz bir şekilde çıkması için değerli fikir ve emeğini esirgemeyen meslektaşım sayın Erol Açıkgöz'e derin şükranlarımı sunarım. . Yabancı dil eğitimine katkıda bulunduysak ve kültürümüze faydalı bir eser kazandırdıysak, ne mutlu bize. Eserin hazırlık safhasında bize ışık tutan sayısız yazar ve eser arasında: 1890'da basılan A Turkish and English Lexicon, Sir James Redhouse. A Turkish-English Dictionary, H.C. Hony, 1957. Bianchi. Tarihe rağmen, Mukayeseli Türkçe için, Hançerli. H a r t r a m p f s Vocabularies. Longman Language Activator. Collins Cobuild English Language Dictionary. Standard Handbook of Synonyms, Fernald. Shorter Oxford Dictionary, 2 vols. A Dictionary of English Idioms, 2 vols, B.L.K. Henderson. Tüm İngilizce Cümle Yapıları ve Kuruluşları. Türk Dili Grameri, Jean Deny; 1941 A l i Ulvi Elöve tercümesi. Türkçenin Grameri, Tahsin Banguoğlu, 1974 Kâmûs-ı Türki, Tercüman. Türkçe Sözlük-Türk Dil Kurumu. Grammaire Raisonnee de la Langue Ottomane, J.Redhouse, 1846. Büyük Larousse-Milliyet. Türkçe imlâsı için: Milliyet'in Yazım Kılavuzu, N.Özön, 1986 New Webster's Speller, Harbor House, 1980. zikr etmeyi bir borç bilirim. H.Cete 2000
xi
INTRODUCTION
This dictionary has sprung out of necessity. As the title of the book indicates, it is a dictionary about verbs but it goes beyond what the title actually indicates. It was called into existence almost out of necessity to answer a genuine need. I have often been asked to recommend a dictionary which would comprise the features that the present work has and to my regret couldn't, as there were none in existence. The large number of dictionaries appearing on the market are quite reliable, some are even excellent, but all are deficient in the three aspects that concerns the users most: the problem of meaning the problem of form the problem of pronunciation Leading dictionaries usually ignore one or all three difficulties. This work is, as far as I can ascertain, the only one of its kind ever to appear in print that claims to afford a solution to all three problems. Verbs that have several uses with great differences of meaning. In all languages and certainly in Turkish a lot of verbs are used in many different ways, and dictionaries will usually list them all without further details, leaving users to guess which is which. A typical example among so many is the verb işlemek. A number of dictionaries give its English equivalent as follows: to work, to function, to operate, to run; to work up, to process, to perform, to commit, to do; to penetrate; to engrave, to carve; to canvas, to embroider; to elaborate; to handle, to manipulate; to inlay, to ornament; to accrue. The equivalent for göstermek is given as follows: to indicate, to show, to point out; to demonstrate, to display, to exhibit: to manifest, to offer; to extend, to explore; to appear, to prove. The user is left bewildered, to say the least, and under the circumstances is likely to pick at random a word which in most cases will prove to be the wrong one. 1- The Problem of meaning This dictionary provides a practical solution to this very vexing problem in a very simple way: the index to meanings. Whenever a verb in Turkish corresponds to more than one meaning, those meanings are explained by means of an index. Such definitions are given in Turkish and in red italics. The users may see immediately which English equivalent they are looking for and will select easily the correct one without hesitation. Below is the entry for işlemek as it appears in this dictionary:
xü
işlemek belirli bir duruma getirmek: Bunları nerede işliyorsunuz? çalışmak anlamında: Sen işlersen mal işler. faiz için: içine girmek anlamında: nakış için: oymak anlamında: pas için: Pas metale işlemiş. taş için: toprak için: tren için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen tren var. vapur için: Karaköy ve Kadıköy arasında işleyen bir vapur var. yara için:
to process [proses]. Where do you process these? to work. (If you want to get rich you must work hard.) to yield [yi:ld]. to penetrate. to embroider [imbroydi]. to carve [ka:v]. to eat into. The rust has eaten into the metal. to cut. to cultivate [kaltiveyt]. to run. There is a train running between Gebze and Haydarpaşa. to ply [play]. There is a ferry that plies between Karaköy and Kadıköy. to fester.
If an entry has several alternative equivalents with no perceptible difference, all are given and are always provided with examples to illustrate the slight difference. varmak Oraya varır varmaz size yazacağım. Havaalanına lam zamanında vardık. Oraya saat kaçta varır?
to get. I'll write to you as soon as I get there. to reach [ri:ç]. We reached the airport just in time. to arrive [rrayv]. What time does it arrive there?
2- The Problem of Form The essential constructions of an agglutinative language as Turkish are quite unusual in concept to minds brought up in Western languages. In Turkish ideas are cast in forms. Hence the mastery of Turkish is essentially the mastery of the verbal forms and verbal suffixes. The task of this dictionary is two folds. Two very important aspects of the verb are treated here, the lexical and the structural aspect, in two different parts. The Dictionary section contains the vocabulary of the language. The Appendices contain the Tables of Conjugation and provide information about usage, forms and the structure of the verb. The author hopes they will be of benefit to those who need to master the verbal forms of the language, or experience difficulties in deciphering such forms as: gelmeyebilirdi he might not have come gelmedikçe as long as he doesn't come geldiyse if he came (as you claim he did) görmüşcesine as if he had seen it yemez olduk we stopped eating It is not usual for dictionaries to give information which is considered to be the concern of grammer books. In part I I the users will find everything they need to know about the structure of the verb and they should turn to that section for help when in doubt. After discovering the world of the Turkish Vocabulary (including idioms, sayings and proverbs) they will
xiii
discover the fascinating world of the Turkish word-form. 3- The Problem of Pronunciation English spelling, because of historical reasons, does not correspond to and is highly inconsistant with the pronunciation, which itself is notoriously erratic. Hence the necessity of representing the sound of most of the English equivalents in the work. Two reasons made this inclusion imperative. A mistake in pronunciation is no less serious than a grammatical mistake or an error in usage. Furthermore a correct pronunciation is certainly indispensable to anyone who pretends to speak English fluently. Surprisingly enough, even common words are. mispronounced by college students as well as by advanced learners. In this matter this book gives the pronunciations of thousands of words in the work. The pronunciation of the English equivalent is placed immediately after the word. For words appearing in a sentence, the pronunciation is placed at the end of the sentence so as not to intrude in the flow of ideas. The dictionary deals exclusively with the pronunciation of British English, from which American pronunciation may differ. To indicate pronunciation the author has used the Turkish alphabet. The following words with their pronunciation have been taken at random from the book. Not many would pass the test. exuberant [igzyu:binnt] possessed [pizest]. recover [rikavi], ricochet [rikisey]. socialized [sousdayzd]. forgotten [figatm]. alert [ilo:t]. catastrophe [kite:stnfi]. cleanse [klenz]. diarrhea [dayirkyi]. content (satisfied ) [kontent]. project (as a noun) [pracekt]. (substance) [kmtent] (as a verb) [pncekt], subject (noun) [sabcikt]. pervert (as a noun) [po:vot]. (verb) [sabcekt]. (as a verb) [prrvo:t].
ARRANGEMENT OF ENTRIES A major feature of this dictionary is certainly its unique paging. A cursory look will be enough to show that it is a new and different type of dictionary presenting information and material in a way both appealing to the eye and practical. A l l entries follow the same simple order. Headwords are shown in bold types and are listed in a strictly alphabetical order. The active, passive, causative, reciprocal and other forms of the verb follow this order-eg the passive satılmak (to be sold) comes before the active satmak (to sell). The negative form of the verb In some cases, a separate negative entry is given to a verb when it carries a special meaning and usage-eg çıkmamak. Otherwise it will be found in the affirmative entry. How to find a verb For our purpose, Turkish verbs can be divided into three categories: one-word verbs, two-word verbs, and three-word verbs. One-word Verbs Finding a one-word verb is a very simple matter. One-word verbs include the following: simple verbs eg: gelmek derivatives eg: küçümsememek the auxilaries etmek, olmak, yapmak when used as full verbs. When these auxiliary verbs are used as real verbs with full verb meaning they are listed as lexical verbs and appear as main entries.
xiv
Allah etmesin! Kişi ettiğini bulur. Üç kere üç dokuz eder. Ne oluyor? Artık olan oldu. Oldum olalı. Reçel böyle olmaz. Olacak şey değil. Bunu sana kim yaptı? In all these sentences the auxiliary is a genuine verb and will be found as a single verb entry in their alphabetical order.
Two-word Verbs Finding two-word verbs is a different matter. These are compounds consisting of an arrangement of different parts of speech and an auxiliary. These combinations are a very common feature of Turkish. The following: etmek, olmak, yapmak, kılmak, edinmek, eylemek, gelmek, and the causative, passive, and other forms: yaptırmak, olunmak, ettirmek, yapılmak...when used as genuine auxilaries lose their lexical meaning and combine with other parts of speech to form thousands of compounds: hareket ettirmek hareket etmek hareketsiz olmak hasta olmak hasta etmek hastanelik etmek In such cases, the entry word to turn to in the dictionary is the word forming the base of the compound. a- The base-word is an adjective In the following compounds: ambale olmak, şoke etmek, yaşlı olmak, kısa gelmek, haşarı olmak the base word is the adjective and consequently is the entry word. b- The base is a noun The base-word in the following compounds is a noun and constitutes the entry word: hata yapmak, tekrar etmek, anlamı olmak, hasat etmek, yardım etmek c- In phrasal verbs the matter is different. In such cases the base word and consequently the entry word is the second word, which is always a verb: geç kalmak, ileri sürmek, kar yağmak, taş atmak, endişe vermek Three-word compounds In the case of three-word compounds, the base is always the last word: evini barkını satmak, sürüm sürüm sürünmek, yaşını başını almak Proverbs and Sayings Sayings, proverbs and expressions form a great bulk of the Turkish language and are very extensively used in everyday speech. Sometimes it is difficult indeed to guess the meaning of a proverb or saying without knowing the background or the source. One inexhaustible source is of course the stories from the Hodja. Proverbs, expressions, sayings and phrasal verbs are all listed under the Main Entry in a sub-entry under the heading 'birleşikler ve deyimler'. To find the English equivalent of a Turkish proverb one should turn to the verb making up the sentence, eg: Kızını dövmeyen dizini döver. will be listed as a sub-entry under the entry word dövmek.
XV
THE VOCABULARY The dictionary presents the verbal vocabulary of modern Turkish as found in day-to day living, in books and magazines, in newspapers, TV and radio broadcasts. It includes the vocabulary in use since the Republic. It is large enough to ensure that the common and the less common are included as well. The majority of the verbs of foreign origin-particularly the Arabic loan words-of the pre-Republic period have been replaced with purely Turkish forms, but many remain. These have been all listed in the work. They belong to a specialized vocabulary and are irreplacable, or are unquestionably part of our colloquial heritage and day-to-day speech. The dictionary lists also hundreds of verbs that could be considered as technical or scientific. Nevertheless these appear frequently in the daily vocabulary of most cultivated persons and management, so they have been given a place in this work. At the same time the language came under the increasing influence of Western way of life, the result of which was an unreasonable invasion of thousands of words: provoke etmek, prezante etmek, şoke etmek, parti vermek. On the other hand, efforts to coin strange terms for every foreign loan-word has failed, although many have gained acceptance in common usage, others are rarely understood outside specialized circles and have been left out. The planned size of this dictionary has made it possible for a very large selections of Turkish idioms, expressions as well as proverbs that form the bulk of the present day language to be incorporated into the work. It also made possible a very liberal use of examples to illustrate the usage. Guide to symbols and signs *
An asterisk in used to indicate a single phrasal verb or a compound when the number is too small to warrant a heading. / A slash is used between two altematives-eg: be/become. Three dots are placed at the end of examples that are not completed. In the index to meanings the three dots are used in place of the headword. ( ) Brackets are used when an example is better met by an idiomatic expression. Abbreviations: smth= something, smb= somebody. Conclusion This dictionary is primarily aimed at the Turkish speaker but it is just as suited for the needs of the foreign learner of the language. A cursory look will tell that this work makes a clean break with traditional dictionaries, past and present. It is a reference book that is different in many ways. It has been designed to serve not only as a lexicon but also for home study-for the vocabulary, structure and usage of the language. The dictionary will cater for the needs of learners, teachers, professionals and everyone interested in one or the other language. It is hoped that it will serve not only the purpose of those who need to look up a word or an expression but also the needs of those planning to take the TOEFL, the KPDS and similar examinations and need to improve their vocabulary substantially. In view of the great variety of the entries and the size of the dictionary it is inevitable that mistakes and inconsistencies will have crept in here and there. For that, I must ask indulgence. I ' m greatly indebted to my colleague Erol Açıkgöz for his thorough scrutiny of the Turkish text and entries, and for valuable suggestions. The author of a book such as this is necessarily under a heavy debt to previous lexicographers, vocabularies and dictionaries. If this work is applauded the credit goes mainly to them. It would be impossible to name them all (over a hundred) but suffice to mention the following few which have been particularly helpful.
xvi
A Turkish and English Lexicon, Sir James Redhouse, 1890 A Turkish-English Dictionary, H.C.Hony, 1957 Bianchi Handjerli HartrampPs Vocabularies. Longman Language Activator. Collins Cobuild English Language Dictionary. Standard Handbook of Synonyms, Fernald. Shorter Oxford Dictionary, 2 vols. A Dictionary of English Idioms, 2 vols, B . L . K . Henderson. Türk Dili Grameri, Jean Deny, 1941. Türkçenin Grameri, Tahsin Banguoğlu, 1974,. Kâmûs-ı Türki, Tercüman. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu. Grammaire Raisonnee de la Langue Ottomane, J.Redhouse, 1846. Büyük Larousse-Milliyet. Yazım Kılavuzu, N.Özön, Milliyet. New Webster's Speller, Harbor House, 1980. H.Cete 2000
abandırmak abanmak, eğilerek yaslanmak : dayanarak yaslanmak : yük olmak anlamında : abartılmak abartmak, bir hikayeyi anlatırken : bir isi, bir durumu ... : Bu işi abartıyorsun. bir şeyin önemini...: Başarılarının önemini abartıyor. abideleşmek abideleştirmek ablalık etmek abluka etmek abone olmak acayibine gitmek, duyulan bir şey hakkında: Söyledikleri acayibine gitmedi mi? görülen şey hakkında: Acayibime gitti. mantık bakımından...: acayip olmak Bu işte bir acayiplik var. acayipleşmek acele etmek Lütfen acele ediniz. Yerinizde olsam, acele ederdim. acele etmemek Lütfen acele etmeyiniz. acele ettirmek Lütfen (bana) acele ettirmeyiniz. aceleci olmak aceleleştirmek acelesi olmak Çok acelemiz var. Acelesi yok. aceleye gelmek aceleye getirmek, gereken özenin gösterilmemesi anlamında: birini aldatmaya kalkışmak anlamında:
to make somebody lean [li:n]. to lean over. to lean against [lgeynst]. to live at smb's expenses [ikspenstz], to be exaggerated [igzecireytid]. to exaggerate [igzecrreyt]. to overdo [ouvidu]. You are overdoing it. to play up. He's playing up his achievements [lckvmmt]. to become a lasting symbol. to make smb a lasting memorial [mimo:ryil]. to act as a sister to. to blockade [blokeyd], to subscribe to [sibskrayb]. to sound odd [saund od]. Didn't all this sound strange to you? to seem odd. It seemed odd to me. to seem strange/odd. to be strange [streync]. There's something odd in this. to become/get odd [od]. to hurry up fhari ap], to be quick [kwik]. Please be quick. If I were you I'd hurry up. to take one's time. Please take your time. to rush smb [ra§]. Please do not rush me. to be impetuous [impetyuwis]. to hurry up smb. to be in a hurry [hari]. We are in a great hurry. There is no hurry about it. to be done in a hurry and sloppily. to hurry a job (so that it's badly done), to cheat smb who is in a hurry [ci:t].
acı gelmek
2
acı gelmek Bu bana çok acı geldi.
to hurt [ho:t] It hurt me a lot.
acı olmak, biber ve biberli şeyler için: Bu tür biber acı olmaz. mecazi anlamda: ı Hiddet tatlıdır ama semeresi acıdır, nasihat acıdır ama meyvesi tatlıdır. sözler için: Doğru söz acıdır. Haksöz ağıdan acıdır. Dost sözü acıdır. tadı bu nitelikte olan için: üzüntü re ıstırap verici anlamında: Bu, bizim için çok acı. yağ için: Bu tereyağı acımış.
to be hot. This kind of pepper is never hot. to be bitter [biti]. Violence is sweet but the fruit is bitter, advice is bitter but its fruit is sweet. to be bitter. Truth is bitter. Truth is bitter. A friend will tell the bitter truth. to be bitter. to be painful [peynful]. This is very painful to us. to be rancid [re:nsid]. This butter has turned rancid. to feel hungry [hangri]. acıkmak Çocuklar acıktı. The children are hungry. Acıkan doymam, susayan kanmam sanır. The hungry will not have enough to eat, the thirsty not enough to drink, [inaf], *karnı acıkmak to be hungry. acıktırmak to make one feel hungry [hangri]. Bu hava insanı acıktırır. This air makes you feel hungry. Acındırma arsız olur, acıktırma hırsız olur. Make people feel sorry for him and he'll become insolent, starve him and he'll turn into a thief. acılanmak, to burn [bo:n]. ağız ıçııı: Ağzım acılandı. My mouth is burning [bo.ning]. to become bitter/hot. tad bakımından: to turn rancid [re:nsid]. tereyağ için: to grieve [gri:v], üzüntüye kapılmak anlamında: acılaşmak, (tat bakımından) süt vs. için: to get sour [sawi]. mecazi anlamda: to get pathetic [pithetik]. Sesi birden anlaştı. His voice became suddenly pathetic. acımak, acı veren yara için: to hurt [ho:t], give smb pain [peyn]. Ayaklarım acıyor. My feet hurt. Şeriatın kestiği parmak acımaz. (A just punishment must not be resented.) ağrı olarak: to ache [eyk]. Çok kötü acıyor. It's aching terribly. birine acımak anlamında: to feel pity, feel sorry for smb [sori]. Bu insanlara acıyorum. I feel sorry for these people. to pity. Sana acıyorum. / pity you. emek ve zaman için: to regret. Orada harcadığım zamana acıyorum. / regret the time I've spent there. merhamet etmek anlamında: to have pity. tadı acı duruma gelmek: to grow rancid [re:nsid]. Bu tereyağı acıdı. This butter has grown rancid. üzüntü duymak: to feel pity [piti]. *canı acımak to feel pain [peyn]. acımamak to have no pity for. Bu gibi insanlara acımam. I have no pity for such people.
acımasız olmak
3
acımasız olmak Paralı askerler acımasızdır. acımsı olmak acınacak halde olmak acındırmak Acındırma arsız olur, acıktırma hırsız olur. Kendini acındırmayı biliyor acınmak Böyle insanlara acınmaz.
to be merciless [mosilis]. The mercenaries are merciless [mbsinerkz]. to be somewhat bitter [bin]. to be in a pitiable state [pitiyibil], to excite pity [iksayt]. If he excites pity he'll become insolent, if you starve him he'll become a thief. He knows how to excite pity [piti]. to feel sorry for [sori]. You don't feel sorry for those sort of people.
acıtmak, bir yerini: Elimi
acıtıyorsun.
yemeğe acılık vermek: [birleşikler ve deyimler] bir tarafını acıtmak Bir tarafını acıtacaksın. canını acıtmak acil olmak âciz olmak Kendimi bu kadar âciz hissetmemiştim. bir şey yapmaktan...: Bir mektup yazmaktan acizdir. aç olmak Karnım aç değil. aç gözlü olmak aç gözlülük etmek açık olmak, anlam bakımından: Amacı açık olmayan bir emirdi. çay için: düşünce ve etki için: elektrikli cihazlar için: Isıtıcı açık mı? Işıklar açık değil. engeli olmayan yol vs. için: Önde yol açıktır. Yolun açık olsun. hava için: iş, mevki, memuriyet için: kapalı olmayan yerler için: Bugün bankalar açıktır. Evim size her zaman açıktır, müstehcen anlamda: ortada ve belli olan şeyler için: Yalan söylediği açık. örtüsü olmayan şeyler için: birleşikler ve deyimler I alnı açık olmak Benim alnım açıktır. araları açık olmak Araları açıktır. ardına kadar açık olmak Kapıyı ardına kadar açık bırakmışsın. bağrı açık olmak
to hurt [ho:t]. You're hurting my hand. to make bitter. to hurt oneself. You're going to hurt yourself. to cause smb pain [ko:z],[peyn]. to be urgent [ocint]. to be helpless. / had never felt so helpless before. to be incapable of [inkeypibil]. He's incapable of writing a letter. to be hungry [hangri]. I'm not hungry. to be greedy [gri:di]. to act greedily. to be clear [kli;]. It was an order whose aim wasn't clear. to be light [layt]. to be receptive [riseptiv], to be on. Is the heater on [hi:ti]? The lights are not on [layts]. to be clear, to be free. The road ahead is clear. (Pleasant journey [co:ni].J to be clear [kli:]. to be vacant [veykmt]. to be open [oupin]. The banks are open today. (I'm always at home to you.) to be obscene [obsi:n]. to be obvious [obviyis]. It's obvious that he's lying. to be bare [be:]. to have nothing to be ashamed of [i§eymd]. / have nothing to be ashamed of. to be on bad terms [to:mz]. They are not on good terms. to be wide open [waydoupin]. You've left the door wide open. to be with one's shirt open.
açık fikirli olmak
4
bahtı açık olmak başı açık olmak eli açık olmak göğsü bağrı açık olmak gözü açık olmak Bu işte insanın daima gözü açık olmalı. gün gibi açık olmak halka açık olmak Her yer halka açık olmaz. kapısı açık olmak Kapısı açıktır. kısmeti açık olmak şansı açık olmak O gün şansımız açıktı. Talihiniz açık olsun. umuma açık olmak açık fikirli olmak açık gözlü olmak açık gözlülük etmek açık seçik olmak açık sözlü olmak Bize karşı daha açık sözlü olmalısın. açık yürekli olmak açıkgöz olmak açıkgözlük etmek açıklama yapmak, açıklama olarak: Bir açıklama yapmak zorunda değilim. Bunun mantıklı bir açıklaması olsa gerek, açıklamada bulunmak anlamında: Bakan bir açıklama yapacaktır, hesabım vermek anlamında: Bunun için ona bir açıklama yapman gerek. açıklamak, genel anlamda: Hastalığı davranışını açıklıyor. Bunu bize açıklayabilir misin? açığa vurmak anlamında: Her şeyi açıklayacağım. Tüm hain planlarını açıklayacağım, ayrıntılı bir şekilde: Her kaideyi ayrıntılı bir şekilde açıklamak zorunda mısın? bilgi vermek anlamında: İstifa etmeyeceğini açıkladı. gerekçe olarak: Bu çirkin davranışını açıklamalısın, gizli bir şeyi...: Planlarımızı şu an açıklayamam.
to be lucky [laki]. to be/go barehead [be:hed]. to be open-handed. to be carelessly dressed [drest]. to be on the alert [iIo:t]. You must always be on the alert in this business. to be altogether clear [kli:]. to be open to the public [pablik]. Not every place is open to the public. to keep open doors. (He is hospitable [hospitibil].) to be lucky [laki]. to be in luck. We were in luck that day. Good luck! to be open to all. to be liberal minded [mayndid]. to be shrewd [sru:d]. to be wide-awake [wayd-iweyk]. to be quite evident [kwayt]. to be outspoken You should be more outspoken with us. to be open-hearted [oupinha:tid]. to be shrewd [§ru:d]. to take advantage of the opportunity [opityumiti]. to offer an explanation [ikspleney§in]. I'm not obliged to offer an explanation. There must be a logical explanation for it. to make a statement [steytmint]. The minister will make a statement. to account for/to [lkaunt]. You must account to him for this. to explain [ikspleyn]. His illness explains his behaviour [biheyvyi]. Could you explain this to us? to expose [ikspouz], to reveal [rivi:l]. I'll reveal everything. I'll expose all their treacherous plans. to spell out. Do you have to spell out every rule? to announce [mauns].
He announced that he wasn't going to resign. to account for [lkaunt]. You must account for your shameful behaviour. to disclose [disklouz]. / can't disclose our plans at the moment. Örgütün sırlarını açıklamak çok tehlikeli olur. to divulge [divalc]. It will be very dangerous to divulge the organization's secrets [si:krits]. örnekler vererek: Bunu birkaç örnekle açıklayacağım. to illustrate [ihstreyt]. I'll illustrate this with a few examples. (birine) sırrını açıklamak: to confide [kinfayd].
açıklanmak
5
açıklanmak Gerçekler açıklanabilir. Tüm kararlar açıklanmalıdır. açıkta olmak, dışlanmak anlamında: iş bulamamak:
to be made public, to be told. The truth can finally be told [faymli]. All the decisions should be made public.
to be out in the cold. to be without a job. Şu anda açıktadır. At the present he is without a job.
açılmak, to be opened. Kapılar ne zaman açılacak? When will the doors be opened? Bir çok malikane halkın ziyaretine açılmıştır. Many mansions have been thrown open to the public [pablik]. to dress indecently [indismtli]. açıl: saçık giyim için: bir yere doğru...: to open (out) onto. Arka pencere bahçeye açılıyor. The back window opens to the garden. (birine) derdini dökmek anlamında: to open one's heart to [ha:t]. çiçek için: to blossom [blosim]. işini genişletmek anlamında: to expand [ikspemd], kapak ve kapı için: to open [oupm]. Kapak açılmıyor. The lid won't open. Kapı sağa açılıyor. The door opens to the right [rayt]. kendine gelmek anlamında: to recover [rikavi]. kıyıdan uzaklaşmak anlamında: a) yüzücü için: to go too far. Fazla açılmayınız. Don't go too far out. to put out to sea, to sail [seyl]. b) gemi için: to clear up. hava için: Deniz üzerinde hava açılıyor. The weather is clearing up over the sea. to begin. okullar için: Okullar ekimde açılır. Schools begin in October. to become vacant [veykmt]. mevki ve memuriyet için: tesisler için resmi açılış: to be inaugurated [ino:gyureytid]. tutukluğu kalmamak anlamında: to break the ice. | birleşikler ve deyimler] arası açılmak to fall out with smb. Bu ikisinin arası neden açıldı? Why did these two fall out [fo:l aut]? to have luck in flak]. bahtı açılmak to begin to get thin on top. başı açılmak boğazı açılmak to develop an appetite [e:pitayt]. çenesi açılmak to loosen [lu:sm] one's tongue. çiçek gibi açılmak to show precocious development of character. denize açılmak to put (out) to sea. Bir kayıkla denize açılmak zorunda kaldı. He had to put out to sea in a boat. to find one's tongue [tang]. dili açılmak gönlü açılmak to cheer up [gi:rap], gözleri faltaşı gibi açılmak to stare in great amazement [ste:]. gözü açılmak to become shrewd [sru:d]. Arabın gözü açıldı. / have learned my lesson [lo:nt]. to be cheered up [cixd]. gözü gönlü açılmak Manzara karşısında gözüm gönlüm açıldı. The scenery cheered me up. to feel relieved [rili:vd]. içi açılmak to develop an appetite [e:pitayt]. iştahı açılmak to start to become free and easy. kabak çekirdeği gibi açılmak kısmeti açılmak genel anlamda:
açkılamak
6
a) para bakımından: b) evlilik bakımından: Bu kızın bir türlü kısmeti açılmadı. sözü açılmak tepesi açılmak Tepen açılmaya başladı. uykusu açılmak Benim uykum açıldı. yarası açılmak Eski yaram açıldı. açkılamak açmak, genel anlamda: Altın anahtar her kapıyı açar. bayrak için: çevreyi genişleterek...: çiçekler için: Ağaçlar bu yıl erken çiçek açtı. çukur...: Bahçedeki çukuru kim açtı? delik...: düğüm ve dolanmış şeyler için: engel için: Karla kaplı yolları ne zaman açacaklar? geçit, yol, patika vs...: Buradan bir geçit açmamız şart. hamur...: Hamuru incecik açabilirim. hava için: Hava açıldı. ısı ve elektrik için: Işıkları aç. ış yeri için: Uzak bir yerde iş yeri açtı. kalem için: katlanmış bir şeyi...: Atatürk haritayı masanın üzerine açtı. kapı mandalı için: kilit için: konu için: Konuyu açtığın için teşekkür ederim. lamba için: mevsim için: oyunlar, festival vs için: peçe ve duvak için: perde için: renkler için: Bu renk odayı açacaktır. sır ve gizli tutulan bir şey için: Sırrını kimseye açmıyor. soruşturma vs için: su ve musluk için: Musluğu açmayı unutma. şemsiye için:
to have a lucky break [lakibreyk]. to receive a proposal [pnpouzil]. That girl has received no proposal at all. to be mentioned [men§ind]. (for one's head) to grow bald [bo:ld]. Your head has grown bald. (one's sleep) to pass off. My sleep has passed off [pa:st of]. (wound) to open up. The old wound has opened up [wu:nd]. to burnish [bo.nisj. to open. A golden key opens all doors. to unfurl [anfo:!]. to widen [waydin]. to blossom [blosim]. The trees have blossomed early this year. to dig. Who dug the hole in the garden? to make a hole [houl]. to untie [antay]. to clear, to clear smth of smth [kli:]. When will they clear the streets of snow? to clear up. We have to clear a passage through here. to roll out. / can roll out dough paper thin [dou]. to clear up. The sky has cleared up. to turn on, to switch on [swic]. Turn on the lights [layt]. to set up. He set up shop in a far off place. to sharpen [§a:pin]. to unfold [anfold], Ataturk unfolded the map on the table. to unlatch [anle:c]. to unlock [anlok]. to bring up a topic [topik]. Thank you for bringing up the topic. to turn up the lamp [le:mp]. to open. to open. to lift. to open. to lighten [laytin]. This colour will lighten the room. to disclose [disklouz]. He won't disclose his secret to anyone. to stail an investigation [investigeysm]. to turn on [to:n]. Don't forget to turn on the tap [te:p]. to put up, to unfurl [anfbdj.
açmak (adımlanın)
7
to uncork [anko:k]. şişe, tıpa ve benzeri şeyler için: İkinci bir şişe açalım. Let's uncork a second bottle [batıl], to ring up, to make a call. telefon için: Yanlış açtınız, burası değil. (You've got the wrong number.) to turn on, to switch on [swic]. televizyon ve radyo için: to open up. tıkalı bir şeyi...: Şu boruyu nasıl açacağız? How are we going to open up that pipe [payp]? to inaugurate [ino:gyureyt]. tesisleri (törenle)...: Merkez dün törenle açıldı. The Centre was inaugurated yesterday. to open. toplantı vs için: to bore [bo:r]. tünel vs...: İkinci bir tünel açmak zorundayız. We have to bore a second tunnel [taml]. to spread [spred]. yayarak...: Kollarını aç. Spread your arms. to groove [gru:v]. (yiv gibi) oyarak...: to unravel [anre:vil]. yumak ve dolaşmış şeyleri...: [birleşikler ve deyimler} to quicken one's pace [peys]. adımlarım açmak ağzını açmak to talk, to open one's mouth. Ağzını hayra aç! (Heaven forbid!) Açtı ağzını yumdu gözünü. (He let himself go.) to have one's mouth sealed [si:ld]. ağzını bıçak açmamak Ağzını bıçak açmıyor. He's very depressed [diprest]. Oyuncuların ağzını bıçak açmıyordu. The players had their mouth sealed with grief [si-Id]. to be left out in the cold. ağzım poyraza açmak to stand with legs apart [ıpart]. apış açmak to create [krieyt] a rift between. aralarını açmak arayı açmak to widen the gap [waydin]. arazi açmak to clear land. ateş açmak to open fire. Ateş açma emrim var. / have orders to open fire. to beg. avuç açmak Yakında sokaklarda avuç açacağız. We shall be begging in the streets soon. to add in parenthesis [pırenthısis]. ayraç açmak to bring up a subject [sabjikt]. bahis açmak Şu bahsi açmayalım. Let's not bring up that subject [sabjikt]. to get into trouble [trabil]. başına dert açmak to cause smb trouble [ko:z]. birinin başına dert açmak to bring trouble upon oneself. başına iş açmak Başıma iş açacaksın. You'll get me into trouble. Kendi başına iş açtın. You brought this upon yourself. to go uncovered [ankavird]. başını açmak to break out in open revolt. bayrak açmak bayrakları açmak to become insolent [insihnt]. boğaz açmak to break up the ground (around a tree). çağ açmak to open an epoch [irpok], celseyi açmak to open the session [seşın]. çenesini açmak to start talking. çığır açmak, to open the way to. yeni bir yöntem başlatmak: to blaze a trail [treyl]. yol göstermek: Atatürk mazlum milletler için çığır açtı. Atatürk blazed a trail for the oppressed nations to follow [neyşmz].
açmak (dava)
8
dava açmak anlaşmazlık nedeniyle: suç nedeniyle: Parayı ödemediğiniz için size dava açacaklar. İsterseniz zarar ziyan davası açabilirsiniz. derdini açmak diş açmak' dükkân açmak ^İkindiden sonra dükkân açmak. el açmak ev açmak fal açmak fikirlerini açmak gedik açmak gönül açmak göz açmamak (birisinin) gözlerini açmak gözünü açmak Aç gözünü, açarlar gözünü.
to sue smb [syu:]. to prosecute [prosikyu:t]. They will sue you for not paying. You can sue for damages, if you want. to confide [kinfayd]. to cut threads, to thread [thred], to set up shop. (to leave doing smth until it's rather late.) to beg. to set up home. to tell smb his/her fortune [f0:9111]. to express one's opinion. to make a breach in [bri:c]. to cheer smb [ci:]. to have no respite [respayt]. to open smb's eyes. to open one's eyes. Keep your eyes open or they'll have them opened for you. Maymun gözünü açtı. I won't be fooled again [fu:ld]. Ağzını açacağına gözünü aç. Don't just stand gaping there, be vigilant [vicihnt]. Her şey göz yumup açıncaya kadar oldu. Everything happened in the twinkle of an eye. to keep one's eyes open. gözünü dört açmak to open one's eye wide [wayd]. gözünü faltaşı gibi açmak to become sunny [sani]. güneş açmak to roll out dough [dou]. hamur açmak to open an account [lkaunt]. hesap açmak to cheer up [ci:]. iç açmak to cheer up smb. içini açmak İşte sana içini açacak bir haber. Here is some news to cheer you up. to cause trouble [trabil]. iş açmak to whet one's appetite [hwet], [e:pitayt]. . iştah açmak to turn the trump card up [tramp ka:d]. kağıt açmak to bare one's heart to smb [be:]. kalbini açmak to sharpen. kalem açmak hat için: to sharpen a reed into a pen [ri:d]. to mount a campaign [maunt], [ke:mpeyn]. kampanya açmak İnsanları uyarmak için bir kampanya açmamız gerek. We should mount a campaign to warn the people. kanal açmak, to open a channel [fe:ml]. iletişimde: to open a canal [kine:l]. tıpta: to loosen the purse strings [lu:sm], [po:s]. kesenin ağzını açmak kesip açmak to cut open. Onu kesip açmak zorundayız. We have to cut it open. to break open. kırıp açmak Kapıyı kırıp açmanız mı gerekiyordu? Did you have to break open the door? to bring up a subject. konuyu açmak Konuyu açmamın sebebi bu değil. This is not why I brought up the subject. to approach smb on a matter [rproucj. konuyu birisine açmak Bu konuyu kendisine açacağım. I'll approach him on this matter. to start a legal investigation [investigeysm]. kovuşturma açmak to turn on the engine [encin]. kontak açmak
açmak (kredi)
9
kredi açmak kucak açmak Her yerde bize kucak açtılar. kulağını açmak kuyu açmak laf açmak
to give credit. to receive with open arms. We were received with open arms everywhere. to open one's ears. to sink a well. to mention [mensm]. (One topic leads to another.)
Laf lafı açar. lağım açmak, inşaat müh.: to dig a drain. askeri: to tunnel for a mine [tanil]. mendil açmak to beg. Mendil açacak duruma düşeceğiz. We shall be reduced to begging. oruç açmak to break fast. parantez açmak to digress [digres]. Müsadenizle, burada bir parantez açmak isterim. If I may, I'd like to digress here. to add in parenthesis [pirenthisis]. Burada bir parantez açmak isterim. At this stage, I'd like to add something in parenthesis. pas açmak to clean off rust [rast]. Pas açmak için birebirdir. It's just the thing to clean off rust. pergelleri açmak to take long steps. pupa yelken açmak (bir şeye) to take advantage of [idva:ntic]. sancak açmak to unfurl the flag [enfo:l]. savaş açmak to make war on [wo:]. to disclose [disklouz] one's secret. sırrını açmak Açma sırrını dostuna söyler dostuna. Don't disclose your secret to a friend, he'll tell it to his friend [si:krit]. soruşturma açmak to open an investigation [investigeyjin]. söz açmak to bring smth up. Şimdi bu konuda söz açmayalım. Let's not bring up this matter now. to mention [mensm]. Bu konuda söz açtığımı hatırlamıyorum. / don't remember ever mentioning that subject. tarla açmak to bring (land) into cultivation [kaltiveysin]. tünel açmak to tunnel [tanil]. yara açmak, deşmek anlamında: to open up a wound/sore [so:]. yaralamak anlamında: to gash [ge:§] yelken açmak to hoist sails [hoyst]. yeni bir sayfa açmak to turn a new leaf [li:f]. yer açmak to make room for. Doktora yer açınız. Make room for the doctor. yırtıp açmak to tear open [te:]. yiv açmak to groove [gru:v]. yol açmak, birine yol açmak: to make way for. dirsekle yol açmak: to elbow one's way [elbou]. Dirsekle kendime ite kaka yol açtım, Slowly I elbowed my way through [thru]. karayolları için: to open a road. neden olmak anlamında: to cause [ko:z]. Bu, daha fazla kazalara yol açacak. It will cause more accidents. to bring about. Bu, bir sürü soruna yol açar. It will bring about a lot of problems. zorla açmak to force open [fo:s].
10
açtırmak açtırmak, bir seri..
Kapıyı nasıl açtırabiliriz? Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü. bir şeyi, birisine.. Kapıyı birisine açtırabüirim. |birleşikler ve deyimleri çenesini açtırmak ağız açtırmamak Toplantıda kimseye ağız açtırmadı. göz açtırmamak adam etmek adam olmak, büyümek anlamında: iyi yetişmek anlamında: Bunlar adam olmaz. Kürk ile, börk ile adam olunmaz. *kalıbınm adamı olmamak adamak, adak ve niyet için: -e hayatını adamak: -e kendini adamak: Adamakla mal tükenmez. Ada bana, adayım sana. adapte etmek adapte olmak aday olmak addedilmek Bu, olumlu bir adım addediliyor. addetmek, bulmak anlamında: Beklemeyi doğru addetmiyorum, gözü ile bakmak: Ben bunu bir hakaret addediyorum. kendini saymak: Kendini şanslı addetmelisin. olmuş gibi bilmek: Kimse bunu olmuş gibi addetmesin, saymak anlamında: Onu büyük bir şair addediyorlar. addolunmak âdet edinmek âdet etmek âdet olmak, El öpmek âdettir. o duruma gelmek: Saç boyamak adet oldu. Adet yerini bulsun diye. âdeti olmak Emirleri tekrarlamak âdetim değildir. adı...olmak Adı bulgurdur.
to have smth opened. How can we have the door opened? Don't bring up that topic, if you don't want to hear harsh words. to have smb open smth. / can have someone open the door. to give smb the chance to talk [gains], to silence [sayhns]. He silenced everyone at the meeting. to give smb no respite [respayt]. to make a man of smb. to grow into a man. to become somebody. (These people are hopeless [houplis].) Clothes do not make the man. not to be the person one seems to be. to make a vow [vau]. to dedicate one's life [dedikeyt], to consecrate oneself to [konsikreyt]. (Promises do not cost anything.) Help me and I'll help you. to adapt [ide:pt]. to adapt oneself to. to be a candidate [ke:ndideyt]. to be interpreted as [into:pritid]. It is being interpreted as a positive step. to deem [di:m]. / deemed it wrong to wait. to regard as [riga:d]. / regard this as an insult [insalt]. to count oneself [kaunt]. You should count yourself lucky [laki]. to take it for granted. Nobody should take it for granted. to consider as [kinsidi]. They consider him as a great poet. to be considered as [kinsidird]. to form the habit of. to contract a habit [kintre:kt]. to be customary, to be the custom [kastim]. It's customary to kiss hands. to become customary. It became customary to dye the hair [day]. Just for the sake of custom. to be in the habit of. I'm not in the habit of repeating orders. to be called [ko:ld]. It's called 'bulgur'.
adı olmak
11
adı olmak Zümrütüanka gibi adı var cismi yok. Bu şeyin adı yok mu? *yalnız adı olmak Yalnız adı var. adı sanı olmamak adımlamak, adımla ölçmek: Mesafeyi adımlayabilir misin? bir aşağı bir yukarı gezmek: âdi olmak sıradan anlamında: bayağı ve alçak anlamında: adileşmek adil olmak adlandırmak adlanmak afallamak afallaşmak affedilmek, bağışlanmak anlamında: bir şey yapmaktan...: Ağır işleri yapmaktan affedildi. görevinden: Görevinden affedildi. affetmek, bağışlamak: Kusur kulun, affetmek Allahındır. Birbirimizin hatalarını affetmeliyiz. Hatalarımızı hiç affetmez. Allah taksiratını affetsin. görevinden...: özür dilemek anlamında: Affedersiniz! Affedersiniz, hatalıydım. suçunu bağışlamak anlamında: (birini) bir şeyi yapmaktan...: (birini) yaptığı şeyden dolayı...: affolunmak Bu kesinlikle affolunmaz Böyle bir kabalık affolunmaz. afişe etmek afışlemek aforoz etmek, cemaatten kovmak anlamında: mecazi anlamda: aforoz olmak ağabeylik etmek ağaçlandırmak ağarmak, beyazlamak anlamında: gün için: Biraz sonra gün ağarır.
to have a name. Like the Phoenix, it has a name but no body. Hasn't this thing a name? to exist in name [igzist]. It exists only in name. to be of no account [lkaunt]. to pace [peys], to measure by pacing [meji]. Could you pace off the distance? to pace up and down. to be commonplace [kommpleys], to be vulgar [valgi]. to become vulgar. to be just [cast]. to give a name to. to be named [neymd]. to be dumfounded [damfaundid]. to be stupified [styu:pifayd]. to be forgiven. to be excused from [ikskyu:zd]. He was excused from doing hard work. to be relieved [rili:vd]. He was relieved of his post. to forgive. To err is human, to forgive is divine [divayn]. We must forgive one another's mistakes. He never forgives us our mistakes. May God forgive him! to dismiss. to excuse [ikskyu:z]. Excuse me! (I was wrong, I beg your pardon!) to pardon [pa:din]. to excuse smb from doing smth. to forgive smb for doing smth. to be forgiven. This is absolutely inexcusable [inikskyu:zibil]. There can be no excuse for such rudeness. to expose [ikspouz]. to bill. to to to to to
excommunicate [ekskimyumikeyt]. ban [be:n]. be excommunicated [ekskimyu:nikeytid]. act as a brother towards smb. afforest [e:forist].
to become bleached [bliict]. to dawn [do:n]. The day will soon dawn.
12
ağartmak saç için:
Babanın saçları ağarmış. renk vs. salmak anlamında: Bu mavi renk kolayca ağarır. lan için: Sonunda ortalık ağardı. I birleşikler ve deyimler | Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez. benzi ağarmak ortalık ağarmak saçı başı ağarmak ağartmak, beyazlatmak anlamında: saç için: | birleşikler ve deyimler | birinin yüzünü ağartmak değirmende sakal ağartmak Ben bu sakalı değirmende ağartmadım. sakal ağartmak, (bir şeyde), ağır gelmek, onuruna dokunmak anlamında: Sözleri bana çok ağır geldi, güçlük bakımından: Matematik bana ağır geliyor. ağır olmak, ağırlık bakımından: Neden bu kadar ağır? İnsan eti ağırdır. davranış bakımından: Ağır ol! güçlük bakımından: hız ve acele bakımından: Ibirleşikler ve deyimler] eli ağır olmak, iş bakımından: güç bakımından: gavur ölüsü gibi ağır olmak kulağı ağır olmak uykusu ağır olmak Onun uykusu ağırdır. ağır başlı olmak ağırlamak Sizi hafta sonu ağırlamaktan memnun oluruz. *misafir ağırlamak *düğün pilavıyla dost ağırlamak ağırlaşmak, ağır başlılık bakımından: ağırlık için: bozulmaya yüz tutma anlamında: Bu kıyma ağırlaştı. dille ilgili: durum ve şartlar için: Hastanın durumu ağırlaştı.
to turn grey. Your father's hair has turned grey. to fade [feyd]. This blue colour fades easily [feydz]. (dawn) to break. Dawn has finally broken. You can't hide white hair and tears. to grow pale [peyl]. (dawn) to break [breyk]. to grow old. to bleach [bli:c], to whiten [waytin], to gray [grey]. to do honour [om] to. to be inexperienced and immature [imityu:]. / am old and full of experience. to work on smth for a long time. to be hurt [ho:t]. I was deeply hurt by his words. to find smth hard. / find maths hard. to be heavy [hevi]. Why is it so heavy? It's hard to move a bedridden person. to take it easy. (Take it easy!) to be hard, to go slow.
to be slow at work. to be heavy fisted. to be very heavy and bulky [balki]. to be hard of hearing. to be a heavy sleeper. He's a heavy sleeper. to be dignified [dignifayd]. to put smb up. We'll be happy to put you up for the week-end. to entertain a guest [gest]. to take credit for smth others have done. to become dignified [dignifayd]. to get heavier, to begin to go bad. This minced meat has started to go bad. to speak with difficulty, to get worse The patient's condition has got worse [kindism].
ağırlaştırmak gıda için: gidiş ve hız için:
13 to spoil [spoyl]. to slacken [sle:krn]. His pace [peys] has slackened. to get harder. to become overcast [ouvika:st]. to become hard of hearing [hi:ring].
Adımları ağırlaştı. geçim bakımından: hava bakımından: kulaklar için: ağırlaştırmak, ağırlık bakımından: to make smth heavier [hevye:]. hız için: to slow down. sağlık bakımından: to aggravate [e:gnveyt]. şiddetlendirici sebeb olarak: to aggravate. Bu yalnız durumu ağırlaştıracaktır. It will only aggravate the situation. ağırlığı olmak to weigh [wey], ağırlık olmak to be a burden [bo:dm]. Kimseye ağırlık olmak istemiyorum. / don't want to be a burden to anyone. ağrına gitmek to offend one's feelings. ağırsamak, soğuk davranmak anlamında: to treat smb coldly. bir işi yük saymak: to find it a burden [bo:din]. ağız birliği etmek to speak according to a prearranged plan. ağız kalabalığı etmek to wander from the subject [sabcikt]. ağız kavgası etmek to bicker [biki]. ağzı pek olmak to be discreet [diskrkt]. ağzı sıkı olmak to be discreet. Kazancı hakkında ağzı sıkıdır. He's discreet about his earnings [o:ningz]. ağzında bir bakla olmak to keep smth back [be:k]. ağzında torba olmak to lose one's tongue [tang], ağlamak to cry [kray]. Ağlar gibi oldu. It looked as if she was going to cry. Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar. Don't expect people to grieve about your misfortune [misfo:cin]. Ağlamayan çocuğa meme vermezler. It's the wheel that squeaks that gets the grease. Bütün millet arkasından ağladı. The whole nation wept after him [neysm]. Kendi düşen ağlamaz. (As you make your bed, so must you lie on it.) Ölüsü olan bir gün ağlar, delisi olan her gün ağlar. One mourns for a dead once, but for a lunatic every day. *Güler misin ağlar mısın? To be at a loss whether to cry or laugh. *Kaçanın anası ağlamaz. It pays to play it safe [seyf]. [birleşikler ve deyimler | anası ağlamak to suffer greatly [safi]. cıyak cıyak ağlamak to wail [weyl]. doya doya ağlamak to have a good cry [kray]. hıçkıra hıçkıra ağlamak to sob. hırsından ağlamak to have tears of rage [reyc], hüngür hüngür ağlamak to cry one's eye out. içi kan ağlamak to grieve bitterly [gri:v]. için için ağlamak to weep inwardly [inwidli]. iki gözü iki çeşme ağlamak to melt into tears [ti:z]. imanı ağlamak to have a hard time. kan ağlamak to be in great distress. Beyler, millet kan ağlıyor. Gentlemen, the nation is in deep distress. katıla katıla ağlamak to choke with sobs [gouk]. sevinçten ağlamak to weep for joy [wi:p]. ağlamaklı olmak to be on the verge of crying [vox].
14
ağlaşmak ağlaşmak ağlatmak
Dost ağlatır, düşman güldürür. *anasını ağlatmak ağlayacak gibi olmak Ağlayacak gibi oldum. ağlayıp durmak Bu çocuk bütün gün ağlayıp duruyor. ağlayası gelmek Orada ağlayasım geldi. ağnamak (kedi, köpek) ağrımak Başınız hiç ağrır mı? Her tarafım ağrıyor. I birleşikler ve deyimler | başı ağrımak boğazı ağrımak dişi ağrımak göğsü ağrımak karnı ağrımak
to weep together (in common). to make smb cry [kray], (Friends criticize, but enemies flatter.) to ill-treat smb. [iltrirt]. to come close to crying [kraying]. / came close to crying. to keep crying [kraying]. This kid keeps on crying the whole day. to feel like crying. J felt like crying over there. to roll. to ache [eyk]. Do you ever have headaches [hedeyks]? / ache all over.
to have a headache [hedeyk]. to have a sore throat [so:throut]. to have a toothache [tutheyk], to have a pain in the chest [jest]. to have a stomach-ache. Yakında karnın ağrır. You'll have a stomach-ache soon, [stimakeyk]. Çiğ yemedim ki karnım ağrısın. (/ have done no wrong, I have nothing to fear.) kulağı ağrımak to have an earache [ireyk]. sırtı ağrımak to have a pain in the back. Göğsüm ağrıyor. / have a pain in the chest, [peyn]. Kolum ağrıyor. My arm is aching [eyking]. Başım ağrıyor. / have a headache [hedeyk]. to offend one's feelings [lfend]. ağrına gitmek ağrısı olmak to be in pain [peyn]. Bugün ağrım yok gibi. I've almost no pain today. to be a nuisance [nyu:sms]. *baş ağrısı olmak Bu adam bir baş ağrısıdır. This man is a nuisance. ağrıtmak to cause pain [ko:z]. Bilmedik aş, ya karın ağrıtır, ya baş. Food one doesn't know will cause either a headache or a stomach-ache [stimakeyk]. *başını ağrıtmak, ağrı olarak: to give a headache [hedeyk]. Bu koku başımı ağrıttı. This smell has given me a headache. sıkıntı olarak: to give trouble [trabil]. Bu makina başınızı çok ağrıtacak. This machine is going to give you a lot of trouble. ağzı dili olmamak to be quiet [kwayit]. Onun ağzı var dili yok. He is very quiet. to be secretive [sikrktiv]. ağzı pek olmak to be discreet [diskrkt]. ağzı sıkı olmak ah etmek to sigh [say]. ahbap olmak to become friends. ahbaplık etmek to befriend. ahdetmek to vow [vau], ahenkleştirmek to harmonize [ha:minayz]. ahlâk hocalığı etmek to set oneself up as a guardian of morals [monlz]. ahlaksız olmak to be immoral [imonl]. ahlaksızlık etmek to act immorally. ahlamak to sigh [say].
ahmak olmak
15
ahmak olmak İnsan bu kadar ahmak olamaz. ahmaklık etmek Oraya gitmekle ahmaklık etti.
to be stupid. One can't be that stupid. be stupid of smb (to). It was stupid of him to go there.
ait olmak, ilgili olmak anlamında:
to concern [kmsotn]. Size ait bir şey değil. It doesn't concern you. to belong to. birinin olmak anlamında: O, onun ailesine aitti. // belonged to his family. Bunlar bize ait değil. These do not belong to us. zaman için: to date [deyt], 8. yüzyıla ait. // dates from the 8th century. akaçlamak to drain [dreyn]. akdetmek (treaty) to conclude [kinklu:d]. akıcı olmak to be fluid [flu:wid]. akıl etmek to think of. Onu çağırmayı neden akıl etmedik? Why didn't we think of calling him? akıl hocalığı etmek to advise behind the scenes [si:nz], akıl işi olmamak to be unwise [anwayz]. Bu akü işi değil. This is unwise. akıl kârı olmamak to have no sense [sens]. Bu akıl kârı değil. This has no sense. akıllanmak to become wiser [wayzi]. Hiç de akıllanmadı. (He is none [nan] the wiser.) akıllı olmak to be wise. Akıllı ol da, deli sansınlar. Be wise and let them call you a fool. akıllılık etmek to be clever of smb to. It was clever of him to come. Gelmekle akıllılık etti. to act wisely. / think he has acted wisely [wazli]. Bence akıllılık etti. to act stupidly, be stupid of smb to. Aren't you being stupid? akılsızlık etmek Akılsızlık etmiyor musun? It was stupid of him not to wait. Beklememekle akılsızlık etti. to swarm [swo:m]. akın etmek The students swarmed into the hall to see Öğrenciler, pop yıldızını görmek için salona the pop star. akın ettiler. akıtmak, to let flow, genel anlamda: to shed. kan, gözyaşı vs için: There was no need to shed blood [blad]. Kan akıtmaya gerek yoktu. to leak [li:k]. yağ vs için: The engine is leaking oil [encin]. Motor yağ akıtıyor. to hide one's sorrow [hayd]. *kanını içine akıtmak to lay down unacceptable conditions. *suyu yokuşa akıtmak to occur to (one) [iko:]. akla gelmek It never occurred to me. Hiç aklıma gelmedi. to be unimaginable [animeximbil], akla hayale gelmemek to be reasonable [riizimbil]. akla yakın olmak aklamak, to acquit [lkwit]. beraat ettirmek anlamında: to whiten [waytin]. renk için: to exonerate [igzomreyt]. temize çıkarmak anlamında: aklanmak, to be acquitted [lkwitid]. beraat etmek anlamında: Nobody believed he would be acquitted. Beraat edeceğine kimse inanmıyordu.
aklı başına gelmek
16
to be exonerated [igzonireyted]. temize çıkmak anlamında: to be whitened [waytmd]. ak olmak anlamında: to come to one's senses [sensiz]. aklı başına gelmek aklı başında olmak to be in one's right mind [maynd]. aklı başında olmamak to be incapable of clear thinking. Bunların aklı başında değil. (They don't know what they are doing.) to be wrapped up in [re:pt]. aklı fikri... de olmak Aklı fikri kitabında. He is wrapped up in his book. aklına gelmek, to think of doing smth. bir şeyi yapmayı düşünmek: to occur to smb [iko:]. hatırına gelmek: Yalan söyleyebilecekleri hiç aklıma gelmedi. // never occurred to me that they could be lying. Aklına geleni yapıyor. He does what comes to his mind. to think of/about. aklına getirmek Bunu aklına bile getirme. Don't even think about that. aklında olmak not to forget. Don't forget. Aklında olsun. to keep..in mind. / have it in mind [maynd]. Aklımda! to have smth wrong with one's mind. aklından zoru olmak akmak, to flow. genel anlamda: This river flows into the Black Sea. Bu nehir Karadeniz'e akar. A lot of water has flowed under O zamandan beri köprünün altından çok su aktı. the bridge since then. to dribble [dribil]. . azar azar...: to ladder., çorap için: to drip. damla damla...: Yüzümden damla damla su akıyordu, Water was dripping from my face [feys]. dışarıya sızarak...: to leak out [li:k aut]. ince şerit halinde...: to trickle [trikil]. Yanaklarından gözyaşları aktı. Tears trickled down her cheeks. kalabalık için: to come in great numbers [nambiz]. kumaşlar için: to fray [frey]. Ceketin kol ağzı yer yer akmıştı. The cuffs had frayed in some places. mum için: to gutter [gati], to run. renkler ve boya için: Sıcak suda renkler akabilir. The colours may run if washed in hot water. to pour down [po:]. sel gibi...: to leak [li:k]. sıvılar için: Dam yine akıyor. The roof is leaking again. to run. su, musluk vs için: Su, saatlerce boşa aktı. The water ran freely for hours [auz]. to ooze [u:z]. sulu çamur şeklinde: to run. tereyağı için: Tereyağı güneşte akmaya başladı. The butter has begun to run in the sun. yağmur için: to trickle [trikil]. Yağmur boynumdan damla damla akıyordu. The rain trickled down my neck. to pass quickly. zaman için: Zaman su gibi aktı. Time has passed quickly [pa:st]. [birleşikler ve deyimler| Akacak kan damarda durmaz. (What is destined to be will be.) Akan sular durur. (There is nothing more to say.) akıp gitmek to slip by. Yıllar akıp gitti. The years have slipped by [slipt).
akort etmek
17
ağzından bal akmak ağzının suyu akmak bilek gibi akmak borç paçasından akmak burnu akmak Çocuğun bumu akıyor. dere gibi akmak gözünden uyku akmak gürül gürül akmak oluk oluk akmak paçalarından pislik akmak paçasından kibarlık akmak salyası akmak Bebeklerin salyası genellikle akar. su gibi akmak, zaman için: Zaman su gibi aktı. para için: O gece cebimize su gibi para aktı. uyku gözünden akmak yüzünden akmak Yalan söylediği yüzünden akıyor. yüzünden akmak (bir şey) Yüzünden sevgi akıyordu. akort etmek akraba olmak Onun akrabası olur. Uzaktan bir akraba olur. aksamak, hafif topallamak: pürüz bakımından: Aksayan tarafı bulun. aksatmak, gecikmesine yol açmak: gereği gibi yürümemek: Bu, planları daha da aksatacak, mani olmak anlamında: İleride trafiği aksatan ne? aksetmek, ışık için: ses için: ulaşmak anlamında: aksettirmek, ışık, görüntü ve ses için: fikir yansıtmak anlamında: Bu, görüşümüzü aksettirmiyor. aksırmak, aksırtmak aksi olmak, ters anlamında: huy anlamında: aksi tesir etmek aksileşmek Çocuk neden aksileşti?
to talk sweetly. (one's mouth) to water. to flow heavily. to be in deep debt [det], (one's nose) to run. The child's nose is running. to flow like water. to feel sleepy [slkpij. to flow with a gurgling [go:gling] sound. to flow in streams [stri:mz]. to be very dirty. to be pretentiously polite [pilayt]. to dribble [dribil]. Babies usually dribble. to slip by. Time has slipped by [slipt]. to roll. That night money rolled into our pockets. to feel sleepy. to be obvious [obviyis]. It's obvious that he is lying [laying], to be suffused with [sifyu:z]. Her face was suffused with love. to tune [tyu:n]. to be related [rileytid]. She is related to him. He is a distant relative of ours. to limp. to go wrong. Find what is going wrong. to delay [diley]. to set back. It will set back the plan further. to hold up. What is holding up the traffic ahead? to reflect [riflekt]. to echo [ekow]. to reach [ri:cj (one's ears, a person). to reflect [riflekt]. to reflect. This doesn't reflect our view. to sneeze [sni:z]. to make one sneeze. to be contrary [kontnri]. to be perverse [pivo:s], to have the opposite effect [opizit]. to fret. Why was the child fretting [freting]?
18
aksiliği üstünde olmak aksiliği üstünde olmak aksilik etmek, inatçılık etmek anlamında: güçlük çıkarmak anlamında: aksilik olmak
Bir aksilik oldu. Bu işte bir aksilik var. akşamı etmek akşam olmak Akşam oldu. Hangi gün vardır akşamı olmadık.
to be in a bad mood [mu:d]. to be obstinate [obstimt]. to raise difficulties [difikiltiz], to be wrong. Something has gone wrong. There is something wrong in this. to stay until the evening. It's evening. No good thing lasts forever.
akşamlamak, to last until evening. akşamı bulmak anlamında: to pass the night. geceyi geçirmek: Bu iş için akşamlarız. This task will last until evening. to change trains/planes [pleynz]. aktarma yapmak Orada aktarma yapmanız gerekecek. You will have to change there. aktarmak, to transfer [tremsfo]. genel anlamda: to empty [empti:]. bir kaptan diğer bir kaba: to move from...to. bir yerden bir yere: to quote [kwot]. birinin sözleri: çatı kiremitleri için: to retile a roof [ritayl]. çeviri için: to translate into [treinsleyt]. ' elden ele: to hand on. kan için: to give a blood transfusion [tre:nsfyu:jin]. mal için: to transship [tre:ns§ip]. müzik için: to transpose [tre:nspouz], to plow [plau]. sürülmemiş tarla için: to transfer [treinsfo]. teknoloji için: to pass. top için (oyunda): to make a novel into a motion picture, *perdeye aktarmak to capsize [ke:psayz]. alabora olmak to be creditor [krediti]. alacağı olmak Ondan alacağım var. (He owes me money [ouz].) Alacağın olsun! (I'll show you!) Alacağına şahin, vereceğine karga. He's quick at collecting but slow at paying. to speckle [spekil]. alacalamak to turn motley [motli]. alacalanmak to concern [kinso:n]. alâkadar etmek Bu beni alakadar etmez. It's no concern of mine. alâkadar olmak, to be interested in [intirestid]. ilgilenmek anlamında: to see to. meşgul olmak anlamında: Ben bununla alâkadar olurum. I'll see to it. Alâkadar olmadılar. They were not interested in it. to show interest in. alâkalanmak alâkalı olmak to be related to [rileytid]. alâkası olmak to have to do with. Bunun seninle alakası ne? What has that got to do with you? to have nothing to do with. alâkası olmamak Alakası yok. It has got nothing to do with it.
alâkasız olmak
19
alâkasız olmak, ilgisi olmayan için: ilgisiz olmak anlamında: Bunlar neden bu kadar alâkasız? alalamak alâmet olmak (bir şeye) Bu hayra alâmet değil. *hayra alâmet olmak *hayra alâmet olmamak Bu, hiç de hayra alâmet değil. Bu felakete alamet. alan talan etmek alan talan olmak alaşağı etmek, devirmek: altını üstüne getirmek: alay etmek, genel anlamda: Onunla alay etmeyeceksin. kırıcı biçimde: taklid ederek: Yürüyüşümle alay eder dururdu. yuhalayarak: Yuhalayıp onunla alay ettiler. alay gibi gelmek alayında olmak (bir işin) Bunlar işin alayında. alazlamak alçak gönüllü olmak alçak olmak, yükseklik bakımından: ahlâk bakımından: alçaklamak alçaklaşmak alçaklık etmek alçalmak, haysiyet bakımından: yükseklik bakımından: eski düzeyine inmek bakımından: Su seviyesi alçaldı. uçak için: alçaltmak, ahlâk ve değer bakımından: yükseklik bakımından: alçılamak aldanmak, çiçekler için: hileye kanmak:
to be unrelated [anrileytid]. to be indifferent [indifırınt]. Why are they so indifferent? to camouflage [kamuflaj]. to augur [o:grr]. It doesn't augur well. to bode well for [boud]. to bode no good. This bodes no good at all. This bodes catastrophy [kite:stnfi:]. to plunder [plandı]. to be plundered. to topple [topil]. to overturn [ouvıtöın]. to make fun of. You are not to make fun of him. to ridicule [ridikyu:l]. to mock. He always mocked my way of walking. to jeer [ci:]. They jeered at him. to seem incredible [inkredibil]. to take it as a joke [couk]. (They are not taking it seriously [si:riyıslı].j to singe [sine]. to be modest [modist]. to be low. to be base [beys]. to treat with contempt [kmtempt]. to act vilely [vayh]. to behave abjectly [e:bjektli]. to degrade oneself [digreyd]. to go down. to subside [sibsayd]. The water level has subsided. to lose altitude [lu:z]. to degrade [digreyd]. to lower. to cover with plaster.
to bloom too early [blu:m]. to be deceived [diskvd]. He who is deceived once will be again. Bir aldanan, yine aldanır. to be taken in. J was taken in by her elegance [eligms]. Zerafetine aldandım. to be mistaken [misteykin]. to judge by appearances [ıpi'rensız]. yanılmak: Don't judge him by appearances. *görünüşe aldanmak Onun görünüşüne aklanmayınız. Appearances are deceptive [diseptiv]. İnsan görünüşe aldanmamak.
aldatıcı olmak
20
aldatıcı olmak aldatılmak aldatmak, genel anlamda: Aldatan, aldanır. Bizi fena halde aldattılar. avutmak anlamında: Boş vaatlerle kendini aldatma. evlilikte: Karısını aldattığına inanamıyorum. lüle yaparak: Tatlı dil çok adam aldatır. Aldatayım diyen aldanır. kolayca...: Bu insanları aldatmak kolay. yanlış yola sevkederek: aldırış etmek, önem vermek: umursamak: aldırış etmemek, ilgilenmemek anlamında: Emirlerine aldırış edilmedi. önem vermemek: Pek aldırış ettikleri görünmüyor, i umursamamak: Hakkımda söylediklerine aldırış etmem. aldırmak, çocuk için: Bu hasta üç defa çocuk aldırdı. getirtmek anlamında: organ, bademcik vs. için: Bademciklerini aldırmaksın, önem vermek anlamında: satırı aldırmak anlamında: aldırmamak, umursamamak anlamında: Aldırma! Bahçede oynamamıza aldırmaz. Sen onun söylediklerine aldırma. ilgilenmemek anlamında: Ona aldırma. Uyarmasına uyardık, aldırmadı bile. |birleşikler ve deyimleri burnundan kıl aldırmamak nefes aldırmamak soluk aldırmamak aldırmazlıktan gelmek aldırtmak, getirtmek anlamında: bir şeyi...: organ vs için: âlem yapmak
to be deceptive. to be taken in [teykmin], to deceive, to fool [fu:l]. (Cheats never prosper.) They have fooled us [fu:ld], to delude [dilyu:d]. Don't delude yourself with vain hopes. to be unfaithful to [anfeythful]. / can't believe he's unfaithful to his wife. to cheat [ci:t]. Fair words cheat many a man [ci:t]. A cheater will often be cheated. to dupe [dyu:p]. It's easy to dupe these people. to mislead [misli:d]. to care. to pay attention [iten§in]. to ignore [igno:] His orders were ignored [igno:d]. not to care. They don't seem to care much. not to mind [maynd]. / don't mind what they say about me. to have an abortion [ibo:§in]. This patient had three abortions. to send smb for. to have smth removed [rimu:vd]. You should have your tonsils removed. to care about [ke:]. to have smth bought [bo:t], not to mind. Never mind [maynd].' He doesn't mind us playing in the garden. Never mind what he says. not to pay attention [itensm]. Don't pay any attention to him. not to care [ke:]. We did warn him but he didn't care. to be very conceited [kinsktid]. to give no rest, to give no respite [respayt]. to seem not to care [ke:]. to arrange to have smb picked up. to have smb bring smth. to have smb remove smth [rimu:v]. to go on a spree [spri:].
aleminde olmak (kendi)
21
(kendi) aleminde olmak | birleşikler ve deyimler |
alerjisi olmak alet etmek alet olmak alev içinde olmak
to live quietly [kwayith].
Bunlar bir âlem! (These people are quite a character!) Bunun âlemi var mı? (Is that proper?) Ne alemdeler? How are they getting on? Yalan söylemenin âlemi var mı? What's the point of lying? Böyle yapmanın âlemi yok. There is no sense in doing that sort of thing. to be allergic to [lloxik]. Balığa karşı alerjim var. I'm allergic to fish. to manipulate [minipyuleyt]. to be an instrument [instrumint], to be ablaze [lbleyz]. Bina alevler içinde. The building is ablaze [bilding],
alevlendirmek, ateş
için:
kışkırtmak anlamında: alevlenmek, tutuşmak anlamında: patlak vermek anlamında: Kavga yeniden alevlendi, parlamak anlamında: Gözleri alevlendi. aleyhinde olmak Savaşın lehinde mi yoksa aleyhinde misin? aleyhine olmak Durum aleyhinedir. aleyhte olmak algdamak algılanmak alıcı olmak Bitli hakkının, kör alıcısı olur. alıklaşmak alıkonulmak, bir yerde tutulmak: saklanılmak anlamında: alıkoymak, ayırıp saklamak: Bunu sizin için alıkoyuyorum, bir yerde tutmak anlamında: Sizi daha fazla alıkoymayalım, engel olmak anlamında: Onu bu işten kim alıkoyacak? *işten alıkoymak alıngan olmak Arkadaşınız oldukça alıngandır. alınmak, genel anlamda: Ağızdan alınır. Arkadaşın işe alındı. kırılmak anlamında: Kimse üstüne alınmasın. roman vs için uyarlamak anlamında: Meşhur bir romandan alındı.
to kindle [kindil]. to incite [insayt]. to kindle. to flare up [fle:rap]. The quarrel has flared up again. to kindle. His eyes kindled. to be against [lgenst]. Are you for or against the war? to be to one's disadvantage [disidvamtic]. (The chances are against you.) to be against [lgeynst]. to perceive [pisi:v]. to be perceived. to be a buyer. Even junk will find a buyer [cank]. to be astounded [istaundid]. to be detained [diteynd]. to be set aside [isayd]. to keep. I'm keeping this for you. to detain [diteyn]. Let's not detain you any further. to stop smb doing smth. Who is going to stop him from doing it? to interrupt smb at work. to be touchy [taci]. Your friend is rather touchy. to be taken. To be taken orally. (Your friend has got the job.) to take offence [lfens]. Let no one take offence. to be based on [beyst]. It is based on a famous novel [novil].
alıntı yapmak
22
|birleşikler ve deyimleri açığa alınmak Soruşturma sonuçlanıncaya kadar açığa alınması gerekecek. alçıya alınmak arkası alınmak askere alınmak elinden alınmak Birçok hakları ellerinden alınmıştır. görevden alınmak müşahade altına alınmak önü alınmak satın alınmak Bunlar, yabancı güçler parasıyla satın alınmış gazetecilerdir. silah altına alınmak sonuç alınmak Bu çabalardan bir sonuç alınamadı.
to be suspended [sispendid]. He'll have to be suspended pending the inquiry [inkwayri]. to be put in a cast [kast]. to be stopped [stopt]. to be drafted. to be deprived [diprayvd]. They have been deprived of many of their rights. to be removed from office [ofis]. to be put under (psychiatric) observation. to be checked [cekt]. to be bought [bo:t]. These are journalists in the pay of foreign powers [fo:rin]. to be called into military service [so:vis]. (for result) to be obtained [lbteynd]. No result was obtained from the efforts. to be completed [krmplktid]. Bu işin sonucu alınamadı. It hasn't been possible to complete the job. to make the team [ti:m], takıma alınmak to be stripped of one's authority [stript]. yetkileri elinden alınmak Tüm yetkileri elinden alındı. He was stripped of all authority [othorili], to quote [kwot]. alıntı yapmak to be accustomed to [lkastimd]. alışagelmek ' Bu kargaşaya alışageldik artık. We got accustomed to this confusion. to be used to [yu:stu]. alışık olmak Bu gürültüye alışık değilim. I'm not used to this noise. Geceleri çalışmaya alışığım. I'm used to working at night. to be usual [yu:jul]. alışıla gelmek Bu pek alışıla gelmiş bir şey değil. This is quite unusual [anyu.Jul], to become customary [kastimiri]. alışılmak to have a habit of. alışkanlığı olmak Taraf değiştirmeye alışkanlığı var. He has a habit of switching sides. to form the habit of. alışkanlık edinmek On yaşındayken o alışkanlığı edindi. He formed that habit when he was ten. to be used to [yu:stu]. alışkın olmak Çok erken kalkmaya alışkınım. I'm used to getting up very early. alışmak, to get used to. alışkanlık bakımından: Gürültüye alışıyorum. I'm getting used to the noise [noyz]. to get used to. yadırgamamak anlamında: Yakında alışırsın. You'll soon get used to it. Bu duruma alışmaya çalışıyorum. I'm tring to get used to it. to fit. anahtar vs. için uymak anlamında: to get used to frequenting a place [yu:stu]. *ayağı alışmak to get used to doing smth. *eli alışmak alıştırmak, to familiarize smb with [fimilyuayz]. alışmasını sağlamak anlamında: Ortama kendimi alıştırmam gerek. / must familiarize myself with the setting. Haberi ona alıştırarak ver. (Break the news gently to him.) to tame [teym]. evcilleştirmek anlamında: to make smth fit. uyar duruma getirmek: *iklime alıştırmak to acclimatize [lklaymitayz].
alışveriş etmek
23
alışveriş etmek Akraba ile ye iç, alışveriş etme. alışveriş yapmak Alışverişi cuma günü yaparım. *fikir alışverişi yapmak alışverişi olmamak âlim olmak İnsan mürekkep yalamakla âlim olmaz. alkışlamak alkışlanmak allak bullak etmek, kişiler için: durum için: allak bullak olmak, kişiler için: durum için: allem etmek kallem etmek Allem etti kallem etti, bir davetiye buldu. almak (ayrıca bak: almamak), genel anlamda: Mektubumu aldın mı? Kartımı alabilir miyim? Bu çocuk bu huyu kimden aldı? genel anlamda alıp götürmek: Almaz olaydım. İster al, ister alma. Arabayı alabilir miyim? ameliyatla...: a) apandisit için: b) kol, bacak vs için: bedel veya fiyat için: Bunun için kaç para alacak? bir yerden teslim almak: Birisi onu almaya gelecek mi? çalmak anlamında: Biri cebimden cüzdanımı aldı. içine sığmak anlamında: 200.000 kişi alan stadlar var. Otobüs 60 kişi alıyor. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz, içki ve yiyecek için: Biraz daha almak isterim. İstediğin kadar alabilirsin. Pilav almaz mısınız? Ben çay alacağım. istekler için: Bir çatal alabilir miyim? işe almak anlamında: Yeni bir bekçi aldılar. kabul etmek anlamında: Ben bunu alamam. kazanmak anlamında: Ayda 50 milyon alıyorlar, kendisine ulaşmak anlamında: Bugün bir koli aldım.
to do business with [biznis]. Do not mix business with pleasure [pleji], to go shopping. / do the shopping on Fridays. to exchange ideas [iksceync]. to have nothing to do with. to be a scholar [skoh]. One doesn't become a scholar just by learning. to applaud [iplo:d]. to be greeted with applause [iplo:z]. to upset. to make a mess of. to get upset [apset]. to become a shambles [§e:mbilz]. to wangle [we:ngil]. He wangled an invitation. [invitey§m]. to get. Did you get my letter? Can I get my card [ka:d]? Where did that boy get that temperament from? to take. / wish I had never taken it. Take it or leave it. Can I take the car? to remove [rimu:v], to amputate [empyuteyt]. to charge [ca:c]. How much will he charge for this? to collect [kilekt]. Is someone coming to collect it? to steal [sti:l]. Someone has stolen my wallet from my pocket. to hold. There are stadiums that hold 200,000 people. The bus holds 60 people. (Try as you could, it just doesn't work.) to have. I'd like to have some more. You can have as much as you like. Won't you have some rice [rays]? I'll have tea. to have. Can I have a fork? to engage [ingeyc]. They have engaged a new night-watchman. to accept [iksept]. / can't accept that. to make. They make 50 million liras a month. to receive [risi:v]. J have received a parcel today [pa:sil].
24
almak (ablukaya) satın almak anlamında:
to buy [bay]. Bunu kaça aldın? How much did you buy it for? Ev alma komşu al. (Choose your neighbour rather than a house.) Kenarına bak, bezini al. (The sack is known by the sample.) İki adet almak isterim. I'd like to buy two. O parayla Etiler'de bir yer aldılar. They bought some property in Etiler with the money [propeti]. Siz de almayıverin. Well, just don't buy it. Alan razı satan razı. (Since those concerned are content, it's nobody's business [biznis].) bir şehri savaşarak...: to capture [kep:ci]. sel için: to be swept away. Koyunları sel aldı. The sheep were swept away by the flood. temizlik bakımından: to sweep [swi:p]. Köşeyi süpürgeyle alır mısın? Could you sweep the corner please? to cut off. ucundan kesmek anlamında: birini bir yerden almak: to call for smb. Eşim beni saat beşte gelip alacak. My husband will call for me at five. to pick up. Birisi gelip sizi oradan alacaktır. Someone will pick you up from there. yanında götürmek: to take with one. Şemsiyeni almayı unutma. Don't forget to take the umbrella with you. yel için: to be blown away, yolcu için: to pick up. Yolda iki otostopçu aldık. He picked up two hitchhikers on the way. to pluck [plak]. yolmak anlamında: to take. zaman için: Bu, bir haftamı aldı. It took me a whole week. \ birleşikler ve deyimler ] Al sana bir tane daha. Al benden de o kadar. Al! ablukaya almak ad almak, ün kazanmak anlamında: birine verilen ad bakımından: adımını denk almak adımını geri almak adımını tek almak aferin almak ağırdan almak, isteksiz olmak anlamında: yavaş davranmak anlamında: ağzından laf almak, ağzından lokmasını almak (Ağzından yeller alsın!) ağzının ölçüsünü almak ağzının payını almak ağzının tadını almak ah almak ahım almak Alma mazlumun ahım, çıkar aheste aheste.
(Here is another one for you.) (I agree with it [igri:].J (Here!) to blockade [blokeyd]. to become famous [feymis]. to be given as a name, to watch one's step [woe], to step back. to proceed with caution [ko:§in]. to get commendation [kimendey§m]. not to be keen to [ki:n]. to take one's time. to wangle words out of [we:ngil]. to deprive [diprayv] one of his due [dyu]. (Heaven forbid!) to be scolded for what one has said [skoldid]. to get snubbed [snabd]. to have had a bitter experience [ikspiryins]. to be cursed [kd:st]. to provoke the curse [ko:s] of. Don't provoke the curse of the oppressed fiprest].
25
almak (akıl)
to consult smb [kınsalt]. to fascinate [fe:sineyt]. Bu senaryo aklım aldı. This script has fascinated him. to come to one's senses [sensiz], aklını başına almak to bewitch [biwic], aklını başından almak alaya almak to make fun of [fan]. alçaktan almak to adopt a modest attitude [e:tityu:d]. alçıya almak to put in plaster. alev almak to catch fire [fayı]. Çatı kolayca alev alabilir. The roof may easily catch fire. to take/carry away. alıp götürmek Yiyecek ne varsa alıp götürdüler. What food there was they took away. to buy and sell. alıp satmak Babam araba alıp satar. My father buys and sells cars. to have nothing to do with, alıp vereceği olmamak to be on bad terms with [tö:mz]. alıp verememek to trade [treyd]. alıp vermek alıp yürümek, to catch on [keç]. moda için: Bu saç stili alıp yürüdü. This hair style has caught on [ko:t]. salgın için: to make headway. altına almak to give a good thrashing to. alttan almak to adopt a conciliatory attitude [kınsilyetıri], ana baba duası almak to get one's parents blessing [pe:nnts]. aptes almak to perform ablution [eblu:şm]. aralarına almak to let smb join one's group [coyn]. araya almak to sandwich. arkasına almak to shoulder [şouldı]. arkasını almak to bring to an end. askere almak to enlist [inlist]. askıya almak, belirsiz bir zamana bırakmak: to suspend [sispend]. Tüm silah satışları askıya alındı. All sales of arms have been suspended. yapı ve bina için: to prop up. aşağı almak to take down. aşağıdan almak to adopt a humble attitude [e:tityu:d]. ateş almak, akıl almak aklını almak
ateşli silah için:
to go off. Tüfek birden ateş aldı. Tabanca ateş almadı.
tutuşmak anlamında: avans almak avrat almak avucunun içine almak avuçla almak ayağını altına almak ayağını denk almak ayağını tek almak ayağının altına almak, kişi bakımından: kural ve kanun bakımından: ayak ayak üstüne almak ayaklar altına almak
The gun suddenly went off. to fire [fayı]. The gun failed to fire. to catch fire [ke:ç fayı]. to get smth in advance [idvains]. to take a wife [wayf]. to have smb in the palm of one's hand. to take by the handful. to sit on one's leg. to watch one's step [woc]. to be on one's guard [ga:d]. to give a beating [bi:ting]. to violate [vayileyt]. to cross the legs, to trample on [tre:mpil].
26
almak (aylık)
You can't trample on these people's rights. to be on salary [se:hri]. to record on tape [teyp]. to have a bath [be:thj. to do smth at the risk of one's life [layf]. to be cursed [ko:st]. to be expelled from school [ikspeld]. to put an animal out to fatten [fe:tm], to take shape [seyp], to get worried [warid]. / got terribly worried. to give something with one hand and take it with the other [athi]. to flare up [fler'ap]. Yakıt deposu birden alev aldı. The fuel tank suddenly flared up [fle.rd]. to buy on credit, to borrow [borou]. Borç alan, dert alır. Borrowed money brings sorrow [sorou].
Bu insanların haklarını ayaklar altına alamazsınız aylık almak banda almak banyo almak başını koltuğunun altına almak bedduasın} almak belge almak (okuldan) besiye almak biçim almak bir düşüncedir almak (birini) Beni derin bir düşünce aldı. bir elle verdiğini öbür elle almak birden alev almak borca almak borç almak
boşa almak, bina için: mekanik yönden: oto için: boşunu almak (ip) boy almak boy aptesti almak boyunduruk altına almak boyunun ölçüsünü almak canını almak
to prop up for repair [ripe:]. to uncouple [ankapil]. to throw out of clutch [klac]. to lake in/up the slack [sle:k]. to grow in height [hayt]. to have a ritual bath [be:th]. to reduce to servitute [sd:vityu:d]. to find out painfully one's shortcomings. to take one's/smb's life. (God damn him! [dem]) Murderous traffic accidents take lives every day. to make desperate efforts [efits]. to take sides against [lgeynst]. to take courage [karic]. to get an answer. What if we don't get an answer?
Allah canını alsın! Trafik canavarı, her gün can alıyor. canını dişine almak cephe almak cesaret almak cevap almak Ya cevap alamazsak? ceza almak, to be punished [pani§t]. ceza olarak: Hepsi ceza alacak. They shall all be punished. to be fined [faynd]. para cezası olarak: to take a matter seriously [siriyisli]. ciddiye almak Arkadaşın, işi çok ciddiye alıyor. Your friend is taking it very seriously. O, hiç bir şeyi ciddiye almaz. He never takes anything seriously. çapraza almak to take the opponent in a clinch [klinf]. çember içine almak to encircle [insd:kil]. darasını almak to deduct the tare [te:]. demir almak to weigh anchor [wey e:nki]. derece almak (yarışta) to place. derecesini almak to take one's temperature [temprifi]. ders almak, to take lessons from [lesin]. bilgi olarak: to learn one's lesson. ibret olarak: Ben dersimi aldım. I've learned my lesson [16:nt], to remove one's stitches [stic]. dikişini almak
almak (dikkate)
27
dikkate almak, to take into consideration [kmsidirey§m]. hesaba katmak anlamında: to allow [llau]. pay bırakmak: Kumaşın çekeceğini dikkate almalısın. You must allow for the shrinkage [srinkic]. to take orders [o:diz]. direktif almak dizginleri ele almak to take control of [kintroul]. döl almak to breed from. to have smb's blessing. duasını almak (birinin) to have a shower [§awi], duş almak to borrow for temporary use [yu:s]. eğreti almak to prop up temporarily [tempiririli]. eğretiye almak to take a trick. el almak (iskambilde) ele almak, to take a matter up [me:ti]. konu için: Hükümet konuyu ele alacak. The government will take the matter up. to take smth as an example [igza:mpil]. örnek için: Örnek olarak petrolü ele alalım. Let's take oil as an example. elinden almak, to cheat smb out of [ci:t]. kandırarak...: Paramı elimden aldılar. They cheated me out of my money. to wrench [renc]. zorla...: Elinden bıçağı almaya kalkışma. Don't try to wrench the knife out of his hand. Ensesine vur, ekmeğini al elinden. (He's such a mild person, you can hit him and just take his bread out of his hand.) to strip smb of their authority. yetki için: Yetkilerini elinden alamazlar. They can't strip him of his authority. to deprive smb of [diprayv]. hak vs. için: Kimse insan haklarını ellerinden alamaz. No one can deprive them of their human rights. to take in hand. eline almak emir almak to receive orders [o:diz]. emniyet altına almak to make smth safe [seyf]. esir almak to take prisoner [prizim], to surround [siraund]. etrafım almak (bir şeyin) faiz almak to charge interest. fey(i)z almak to be enlightened by [inlaytmd]. fikrini almak to take smb's opinion [lpinyin]. filme almak to film, to shoot [§u:t], filmini almak (röntgen) to x-ray [eksrey], fitili almak to flare up [flerap]. fotoğrafını almak to take smb's picture [pikgi]. gaipten haber almak to fortell the future [fyu:ci]. gem almak to take the bit [bit]. gemi azıya almak, to take the bit between the teeth. gerçek anlamda: to get out of control [kintroul]. mecazi anlamda: to take on board [bo:d]. gemiye almak Gemiye kılavuz kaptan almak için limanda durduk. We stopped in the harbour to take a pilot on board [ha:bi]. geniş bir nefes almak to breathe a sigh of relief [say], [rili:f]. geri almak, genel anlamda: Eşyalarını geri alabilirsin. araba için: Arabayı geri vitese al.
to take back. You can take your things back. to reverse [rivo:s], to back up. Back up the car.
almak (gönlünü;
28
bir emir için: to countermand [kauntırma:nd], to get back. -e yeniden kavuşmak: O parayı asla geri alamazsın. You'll never get back that money. to recover [rikavi]. Paranın bir kısmını geri alabiliriz. We may recover part of the money. to set back. saat ıçııı: Saati geri almalısın. You should set the clock back. to withdraw one's words [wö:dz]. sözler için Sözlerini geri alması gerek. He should withdraw his remarks. to take back. Bütün söylediklerimi geri alıyorum. I'm taking back all I've said. gönlünü almak, memnun etmek anlamında: Yarım elma gönül hatır alır. to please [plirz]. yatıştırmak anlamında: (A small kindness is enough to win a heart.) Gönlümüzü parayla almaya çalıştılar. to placate [plikeyt]. They've tried to placate us with money. Gönlünü almaya çalışırım. to conciliate [kinsilieyt]. I'll try to conciliate her. görev almak Komisyonda görev almak istemiyorum. to serve [sö:v]. I don't want to serve on the committee. görevden almak to remove from office [rimu:v], göreve almak to appoint [ıpoynt]. götürü almak to buy in the lump [lamp]. göz almak to dazzle [de:zil]. göz hapsine almak to keep under surveillance [söıveyhns]. gözaltına almak, belli bir yerde tutmak: to put smb under house arrest [irest]. nezarete almak anlamında: to take into custody [kastidi]. göze almak, risk için: to take a risk. That's a risk we shall all have to take. Bu riski hepimiz göze almak zorundayız. to chance [ça:ns]. There's the risk of being caught, but Yakalanmak riski var, göze alıyorum. I'll chance it [ko:t]. to dare [de:]. Bunu imzalamayı göze alacağını sanmıyorum. / don't think he'll dare to sign this. ölmeyi...: to risk one's life. Onun için ölmeyi göze alıyor. He's ready to risk his life for it. to be seized with a fit of laughter [la:fti]. gülme almak Beni bir gülme aldı, sorma. / Was seized [si:zd] with a fit of laughter. gümrük almak to collect customs duty [kastimz]. gün almak (-den) randevu almak anlamında: to get an appointment from [lpoyntmmt]. yaş bakımından: to have passed a certain age by a number of days. günahını almak to accuse wrongly [ikyu:z]. gündeme almak to put on the agenda [ıcendı]. güneş almak (oda) to be light and sunny [sani]. güven oyu almak to win a vote of confidence [konfidms]. gusül abdesti almak to perform a total ablution [eblurşm]. haber almak, öğrenmek anlamında: to hear. Haberi sizden almış olmalı. (He must have got the news from you.) Çocuktan al haberi. (Children tell the truth, listen to them.) birisinden anlamında: to hear from. Son zamanlarda ondan haber almadım. / haven't heard from him lately.
almak (haciz altına)
29
haciz altına almak hafife almak hafiften almak, geciktirmek anlamında: Hırsızlıkla suçlanınca, parayı ödünç aldığını söyleyip işi hafiften aldı. üstünde durmamak anlamında: haftalık almak (ücret) hakkını almak hal almak Gittikçe ilginç bir hal alıyor. Durum kontrol edilmez bir hal alıyor. Sağlığı ciddi bir hal aldı. hastalık almak hava almak, açık havada gezmek anlamında: içine hava girmek anlamında: hiçbir şey almamak anlamında: hatırını almak hesaba almak hevesini almak hıncını almak (birisinden) hınç almak hırsım -den almak hız almak hızını almak himayesine almak hizasını almak ışık almak (film) ibret almak içeri almak içeriye almak Seni içeri almazlar. içine almak, içermek anlamında: kapsamak anlamında:
to sequestrate jsikwestreyd]. to underestimate [andirestimeyt]. to laugh it off/down. When accused of stealing, he laughed it down saying he had borrowed it. not to take smth seriously [siiryisli], to be paid weekly, to get one's due [dyu]. to become, to get. It's becoming more and more interesting. The situation is getting out of control. His health has taken a serious turn [to.n]. to catch a disease [dizi:z]. to get some fresh air [e:]. to let in air. to get nothing. to content smb. [kmtent]. to take smth into account [lkaunt]. to get enough of smth. [inaf]. to wreak one's wrath [ro:th] on smb. to get one's revenge [rivenc]. to take it out on smb. to gather speed [spi:d]. to slow down. to take under one's protection [pntek§m]. to take the level of. to be exposed [ikspouzd]. to draw a lesson from. to let in. to take in. They won't take you in.
to comprise [kimprayz]. to include [inklu:d]. Her şeyi içine almıyor. It doesn't include everything. to hold. sığdırmak anlamında: Dolap bütün eşyalarını (içine) alır. The cupboard will hold all your things. içki almak to drink, to have a drink. Fazla içki almış gibiydi. He looked as if he had a drink too much. ifadesini almak to question [kwescin]. Polis iki şüphelinin ifadesini aldı. The police questioned two suspects [saspekts]. iğreti almak to borrow smth for temporary use [yu:s]. iğretiye almak to prop up temporarily a building. ileri almak (saat) to put forward [fo:wid]. ileriye almak to move forward. ilham almak to be inspired by [inspayrd]. ilmini almak (bir şeyin) to learn by experience [ikspkryins]. inhisar altına almak to monopolize [minopilayz]. inhisara almak to put forward. intikam almak (birisinden) to take revenge on [rivenc]. intikamım almak (birinin) to avenge [ivenc]. Kocasının intikamını aldı. She has avenged her husband [hazbmd].
almak (isabet) isabet almak iskele almak işe almak
30 to be hit. to hoist the gangway [hoyst]. to engage [ingeyc]. They won't engage anyone this year. to take it seriously [siriyisli]. to take into consideration [kinsidireysm].
Bu yıl kimseyi işe almayacaklar. işi ciddiye almak itibara almak izin almak, müsaade olarak: to get permission [pimi§in], günlük izin için: to take the day off. İzin alabilirsem gelirim. // / can take the day off, I'll come. haftalık izin için: Bir hafta izin alsaydın bari. You should have taken the week off. to bear the blame [bleym], kabahati üzerine almak to clean up roughly [rafli]. kabasını almak to lake it into consideration [kinsidireysm]. kale almak to write down. kaleme almak Bir gün hatıralarımı kaleme alacağım. One day I'll write down my memoirs [memwaz]. kalıbım almak to form a mold of. kan almak to let blood [blad], to bleed smb. to take smb under one's protection [pntek§in], kanadı altına almak (birini) to comprise [kimprayz]. kapsamına almak kara listeye almak to blacklist. karantinaya almak to place in quarantine [kwonnti:n]. karar almak, to decide [disayd]. Onu satın almaya karar aldım. I've decided not to buy it. to take a.decision [disijin]. Artık karar alma zamanı geldi. It's time we took a decision [disijin]. Karar sizin. It's up to you to decide [disayd]. to extract the square root [ru:t]. kare kökünü almak karesini almak to square [skwe:]. karı almak to marry. to get one's money's worth [wo:th]. karşılığını almak (para karşılığı) to defy [difay]. karşısına almak kaşık kaşık almak to eat by the spoonful [spumful]. kaymağını almak to skim. kellesini koltuğuna almak to risk one's life [layf]. kertesini almak to take the bearing of [be:ring]. kırık not almak to get a failing mark [feyling]. kıssadan hisse almak to draw a lesson from [dro:]. Kıssadan hisse almalıyız. We should draw a lesson from this. to marry [me:ri]. kız almak Anasına bak kızını al. (Like mother like daughter [do:ti] J Ergen gözüyle kız alma, gece gözüyle bez alma. Marry in haste, repent at leisure [leji]. to lock up. kilit altına almak kilo almak to put on weight [weyt]. Atletler kilo aldı. The athletes have put on weight. kokusunu almak, duygu bakımından: to smell. Yanan bir şeyin kokusunu alıyorum, / smell something burning [homing], to get wind of. sezmek anlamında: Komplonun kokusunu nasıl aldı? How did he get wind of the plot? to pick up the scent [sent]. kokuyu almak kontrol altına almak, kalabalık vs. için: to contain [kmteyn].
almak (kordon altına)
31
yangın vs. için: Polis, kalabalığı kontrol altına alamadı. İtfaiye, yangım kontrol altına alamadı.
to bring under control [kmtroul]. The police were unable to contain the mob. The fire brigade couldn't bring the fire under control [fayı brigeyd]. to seal off [si:l]. The police sealed off the area [e:ryi]. to be seized with fear [si:zd']. / was seized with fear [fi:].
kordon altına almak Polis bölgeyi kordon altına aldı. korku almak (birini) Beni bir korku aldı. koruma altına almak, değişikliğe karşı: to preserve [prizö:v]. Bu türleri koruma altına almalıyız. We must preserve these species [spi:şiz]. dış etkenlere karşı: to protect [pntekt]. koynuna almak to take to bed. kök almak (matematikte) to extract the root of [ikstre:kt]. kredi almak to get a credit. kredi ile almak to buy...on credit. krikoya almak to jack up [ce:kap]. kucağına almak to take smb on one's lap. kuvvet almak (bir şeyden) to be strengthened by [strengthind]. kündeye almak to throw down. lafı birinin ağzından almak to take the words out of smb's mouth. makaraya almak (birini) to make fun of [fan]. matrağa almak to poke fun at [pouk]. merak halini almak to become a passion [pe:şın]. mesafe almak to advance [idva:ns]. mevzi almak to take up position [pızişın]. meydan almak to spread [spred]. muhafaza altına almak to place under protection [pntekşm]. muhayyer almak to buy on approval [ıpru:vıl]. müşahade altına almak to place under observation [obzıveyşm]. nasip almak (tarikat töreni) to be initiated to [inişiyeytid]. nasibini almak,
eğlence için: to enjoy [injoy]. payına düşeni anlamında: to get one's share of [şe:]. Sen insanlıktan nasibini almamışsın. (There is nothing human in you.) nazarı dikkate almak to take into account [ıkaunt]. nazarı itibara almak to take into consideration [kınsidıreyşın]. nefes almak, dinlenmek anlamında: to catch one's breath [breth]. Biraz nefes alayım. Let me catch my breath [breth]. derin bir nefes almak: to take a deep breath. Derin bir nefes alıp atladım. / took a deep breath and dived [dayvd], ıkıl ıkıl nefes almak: to gasp for breath. rahat nefes almak, a) içi rahatlamak anlamında: to sigh with relief [say]. Onu duyunca rahat bir nefes aldım. / sighed with relief when I heard it [sayd]. b) soluk bakımından: to breathe freely again [bri:th]. sık sık nefes almak: to gasp for breath [breth]. soluk almak anlamında: to breathe. Yeniden nefes almaya başladı. He has started to breathe again. netice almak to get results [rizalts]. iyi netice alamıyoruz. We haven't been getting any good results. nezaret altına almak to take under surveillance [sö:veyhns], nezarete almak (tutuklu olarak) to take smb into custody [kastidi].
32
almak (nikâh altına)
to take a woman to wife [wayfj. to aim [eym]. to take notes [nouts].
nikâh altına almak nişan almak not almak omzuna almak, bir işi: bir kabahati: bir şeyi: sorumluluğu: onayını almak ortaklığa almak ortalamasını almak ortalığı duman almak Ortalığı duman aldı. ortaya almak kuşatmak anlamında: oyun almak öç almak (birinden) öcünü almak (birinin) Babasının öcünü aldı. ödünç almak öfkesini almak öfkesini birinden almak Öfkeni neden çocuklardan alıyorsun? ölçü almak ölçüsünü almak Ölçünü aldılar mı? ölümü göze almak ön ayak olmak Onun için bir kampanyaya ön ayak olmalıyız. öne almak Toplantının saati öne alındı. önlem almak Daha sert önlemler almamız gerek. önünü almak
to shoulder a job [§ouldi]. to shoulder the blame [bleym]. to put smth over one's shoulder. to shoulder responsibility. to get smb's approval [ipru:vil]. to take smb into partnership. to take the average of [e:viric]. to fill the air [e:]. Smoke filled the air. to put in the middle [midil]. to surround [siraund], to win a game [geym]. to take revenge on [rivenc], to avenge (ivenc]. He has avenged his father. to borrow. to give vent to one's anger [e:ngi]. to take it out of smb. Why are you taking it out of the children? to take the measure of [meji]. to measure. Did they take your measurements? to risk one's life, to initiate [inisjyeyt]. We must initiate a campaign for him [ke:mpeyn]. to bring forward [fo:wid]. The time of the meeting has been brought forward. to take steps/measures [mejiz]. We should take tougher measures [tafij. to prevent [privent]. They are unable to prevent theft. to pattern smth after a design [dizayn].
Hırsızlığın önünü alamıyorlar. örneğini almak örnek almak, to take as an example [igza:mpil]. numune olarak: Altını örnek olarak alırsak. // we take gold as an example. to model oneself on smb. birini kendine: to sweep away cobwebs [kobwebz]. örümcek ağı almak to buy odds and ends. öteberi almak to bevel [bevil], pahını almak to take smb's fingerprints. parmak izi almak patentini almak (bir şeyin) to take out a patent for. payını almak to get one's share [se:]. payını almak (birisinden) to get a scolding. perakende almak to buy smth retail fri:teyl]. pereseye almak to think smth over. peşin almak to purchase cash [po:gis], [ke:sj. plağa almak to make a record of [reko:d]. puan almak to gain a point [geyn]. randevu almak (birisinden) to get an appointment from [lpoyntmint].
almak (randıman) randıman almak rapor almak rehine almak renk almak resim almak rızasını almak (birinin) rol almak
33 to get a yield. to get a medical certificate [sitifikit]. to take as hostage [hostic]. to acquire colour [ikwayi kali]. to take a picture [pikgi]. to get smb's consent [kmsent]. to play the part of. He always played the part of a fatherly figure. to idle a motor [aydil]. to win the return match [me:c]. to obtain a permit/license [laysms]. to accept a bribe [brayb]. to rise in ranks [rayz]. to be exposed to the wind [ikspouzd]. to make it sure [su:]. to bear the blame [be:r], [bleym].
Daima babacan rolleri aldı. rölantiye almak rövanşı almak ruhsat almak rüşvet almak rütbe almak rüzgâr almak sağlama almak samur kürkü sırtına almak satın almak, gene! anlamda: to buy [bay]. Bu parayla burada hiçbir şey satın alamazsın You can't buy anything with that money here. to purchase [po:cis]. *• Böyle bir şeyi kim satın alır? Who will purchase such a thing? to ask for trouble, to invite trouble [trabil]. belayı satın almak: Başına belayı satın aldı. (He has got more than he has bargained for.) to buy smb off. birini satın almak: Bu parayla onu satın alamazsın. You can't buy him off with that money. geri...: to repurchase [ripo:cis]. muhayyer olarak...: to buy smth on approval [ipru:vil]. perakende...: to buy retail [ri:teyl]. peşin...: to buy for cash [ke:sj. Bizim politikamız daima peşin parayla Our policy is to always buy for cash. satın almaktır. taksitle...: to buy on the instalment plan, toptan...: to buy wholesale [houlseyl]. veresiye...: to buy on credit. Biz hiçbir zaman veresiye satın almayız. We never buy on credit. Onlar toptan alıp satarlar. They buy and sell wholesale. to pick. seçip almak İstediğini seçip alabilirsin. You may pick any one you like. sel almak (bir yeri) to be swept away by (flood) [flad]. Birkaç köyü sel aldı. A few villages were swept away by the flood. selâm almak to acknowledge a salute [e:knolic]. selâmını almak (birinin) to return smb's greeting. semere almak (-den) to derive benefit from [dirayv]. ses almak (müzik) to record [reko:d]. sırtına almak, bir işi, sorumluluğu: to shoulder [§ouldi]. to put on. giymek anlamında: Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz. (People are loath to accept guilt [louth].) yüklenmek anlamında: to put something on one's shoulder, silah altına almak to call up. On üç yaşında çocuklar silâh altına alındı. Children of thirteen were called up. sipariş almak to get orders. Son zamanlarda sipariş alamıyoruz. We haven't been able to get orders lately. siper almak to take cover.
almak (soğuk)
34
to catch a cold. You've caught a bad cold. to hurry off to [hari of]. soluğu -de almak Soluğu karakolda aldı. He hurried off to the police station. Serkeş öküz soluğu kasap dükkanında alır. An unruly ox will end up in a butcher shop [anruli]. soluğu dâr almak to breathe with difficulty [bri:th]. soluk almak nefes almak anlamında: Bu, soluk almak kadar doğal bir şey olmalı. to breathe [bri:th].
soğuk almak
Sen fena halde soğuk almışsın.
dinlenmek anlamında: sonuç almak sorumluluğu üstüne almak sorumluluk almak söküp almak Her kelimeyi ağzından söküp almak mı gerek? söz almak, birisinden: konuşmak üzere: İlk olarak delegemiz söz aldı. Sıranız geldiğinde söz alırsınız. sözünü geri almak su almak Maalesef kayık su alıyor. sudan ucuz almak (bir şeyi) suyunu almak şakaya almak şekil almak tadmı almak taharet almak tam puan almak tam yol almak tat almak tazminat almak Bizden bir kuruş tazminat alamazsın. tavır almak Bu politikaya karşı tavır almamızın zamanı geldi. tedbir almak Gerekli tedbirleri alacağız. terkisine almak tertibat almak teslim almak, mektup vs için: devralmak anlamında: teşebbüsü ele almak teybe almak tezkere almak toz almak tozunu almak tozdan temizlemek anlamında: hırpalamak anlamında: ucuz almak Ucuz alan pahalı alır.
That must come as natural as breathing. to have a rest, to get a result [rizalt]. to take full responsibility, to take responsibility, to pull out. Do I have to drag out every word out of you? to obtain a promise [lbteyn], [promis]. to talk. The first to talk was our delegate [deligit]. to speak [spi:k]. You'll speak when it's your turn to. to swallow one's word, to make water. Unfortunately the boat is making water. to get smth for a song. to drain the water from [dreyn], to treat smth as a joke [couk]. to take shape [seyp]. to acquire a taste for [lkwayi]. to cleanse and purify oneself [klenz]. to get full marks. to go at full speed. to find pleasure in [pleji]. to get compensation [kompinseyfin]. You can't get a cent compensation from us. to take a stand. It's time we took a stand against this policy. to take steps. We shall take the necessary steps [nesisiri]. to take smb to the back of one's saddle. to take precautionary measures [priko:§iniri]. to take delivery, to take over. to take the initiative [inisjitiv]. to make a tape recording of. to receive one's discharge papers [discax], to dust, to clean off the dust. to dust down, to beat up the dust [dast]. to beat smb up. to buy cheap [§i:p]. It doesn't always pay to buy cheap.
35
almak (ucuza) ucuza almak
Onu daha ucuza alabilirdim. uğrayıp almak uhdesine almak uykusunu almak ün almak üstten almak üstüne almak, alınmak anlamında: bir işi üstlenmek: giymek anlamında: Üstüne bir şey al. mesuliyet için: Bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Suç samur olsa kimse üstüne almaz. üzerine almak . kontrolü...: sorumluluğu...: Sorumluluğu üzerime aldım. yetkiyi...: Tüm yetkileri üzerime alıyorum. vakit almak Bu şeyler çok vakit alır. vaktini almak, iş için: İngilizce vaktimin büyük kısmını aldı. birinin...: Vaktinizi aldığım için özür dilerim. vaziyet almak veresiye almak virajı almak yanma almak, çalıştırmak anlamında: götürmek anlamında: Bunu yanına al. yaraşık almak yaşını başını almak yedeğe almak yel almak Ağandan yeller alsın! Yerde yatma sel alır, yüksek yatma yel alır. yer almak, bulunmak anlamında: Bu konu neden gümdemde yer almıyor? gelmek anlamında: Haftada bir yer alır. katılmak anlamında: O tartışmada yer almadım, sayılmak anlamında: En güzel evler arasında yer alıyor, yer kaplamak anlamında: Dolap çok yer alıyor.
to get smth cheap. / could have got it cheaper. to call for. to take charge of [ga:c]. to sleep the night through [thru], to become famous [feymis]. to talk haughtily [ho:tili], to take a remark as referring to oneself. to take upon oneself. to put on. Put something on. to accept responsibility. / take full responsibility. No one will readily admit they are guilty. to take it upon oneself. to assume authority [o:thoriti]. to take responsibility. / took the responsibility on me. to assume authority [isyu:m]. I'm assuming full authority. to take time. These things take a long time. to absorb one's time [ibso:b]. English has absorbed most of my time. to take up one's time [taym]. / apologize for taking up your time. to take a stand. to buy on credit. to negotiate a turn [nigou§ieyt]. to take into one's service [so:vis]. to take with. Take this with you. to be suitable [syu:tibil]. to advance in age [ldvans], to take in tow [tow]. to be blown away (by the wind). (Godforbid!) Don't lie too low, you'll be swept away, don't go too high or you'll be blown away. to be on (the agenda) [icendi]. Why hasn't the matter been put on the agenda? to take place. It takes place weekly. to take part in. / didn't take part in that debate [dibeyt]. to rank [re:nk]. It ranks among the prettiest houses. to take room. The cupboard takes too much room.
36
almamak yerini almak oturmak anlamında:
to take one's seat [si:t]. Please take your seats. to replace [riplays]. Margarine has replaced butter [batı]. to take smb's place. Toplantıda birisi yerimi almalı. Somebody must take my place at the meeting. to take years. Bu borcu geri ödemen on yılını alır. It will take you ten years to pay off this debt.
Lütfen yerlerinizi alınız. yerine geçmek anlamında: Margarin tereyağının yerini aldı. ' yıllar almak yol almak, ilerlemek
anlamında: Açık denize doğru yol alıyordu. to head [hed]. Ağır giden yol alır. It was heading for the open sea. He who goes slowly goes surely [şu:li]. mesafe bakımından: Habbe kadar yol aldık. to make headway [hedwey]. Aç at yol almaz, aç it av almaz. We have made little headway so far. (Cheap labour will not produce good work). yolcu almak to pick up passengers [pe:smciz]. yorgunluğunu almak to rest from one's fatigue [fiti:g]. yukarıdan almak to be unwilling to compromise [komprimayz]. yük almak to take in cargo. yükünü almak to take all it can hold. zam almak Geçen yıl zam almadık. to get a raise [reyz]. Last year we didn't get a raise. zaman almak İVe kadar zaman alır? to take time. Giderek daha çok zaman alacak. How long does it take? It will take more and more time. birinin zamanını: Bu proje bütün zamanımı alıyor. to take up one's time. This project is taking up all my time. zapturapt altına almak to secure discipline [sikyu:]. zayıf almak to get a failing grade in [feyling]. zevk almak, bir şey yapmaktan...: Bu idmanları yapmaktan zevk almıyorum, hoşlanmak anlamında: Okumaktan çok zevk alıyorum, kişisel beğeni olarak: Müzikten hiç zevk almıyor. almamak Son günlerde mektup alamıyoruz. | birleşikler ve deyimler] ağlamaktan kendini alamamak aklını -den alamamak Sen bu projeden aklını alamaz mısın? ayağını alamamak başını alamamak (-den) hırsını alamamak hızını alamamak kendini alamamak Kendimizi gülmekten alamadık. nefes alamamak adam almamak Burası adam almaz hale geliyor. akıl almamak Bu, akıl almaz bir şey.
to take pleasure in [pleji]. I don't take any pleasure in doing these exercises. to derive pleasure from [dirayv]. / derive a lot of pleasure from reading. to have a taste for [teyst]. She has no taste for music [myu:zik], not to get. We haven't been getting any mail lately. to be unable to refrain from tears [ti:z]. to be unable to take one's mind off smth. Can't you take your mind off this project? to be unable to give up [aneybil]. to be too busy with [bizi]. to be unable to vent one's anger [e:ngi]. to be unable to slow down [aneybil]. (can't help doing smth) We couldn't help laughing [la:fing]. to be unable to breathe [bri:th]. to be overcrowed [ouvikrawdid]. It's becoming rather overcrowded here. to be incredible [inkredibil]. This is quite incredible.
alkollü olmak aklı almamak ateş almamak
37 to find hard to believe. to misfire [misfayi]. Fortunately the gun misfired. not to have the heart to [ha:t], to be unable to believe smth [aneybil]. not to take into consideration [kmsidireysm].
Allahtan tabanca ateş almadı, gönlü almamak havsalası almamak hesaba almamak içi almamak, to be reluctant to do smth [rilaktmt]. bir işi yapmak islememek: yiyecek bakımından : not to feel like eating. itibara almamak not to take into consideration. kafası almamak to be unable to understand. kale almamak not to take into consideration. mantığı almamak to make no sense [sens]. İnsanın mantığı almıyor. It makes no sense whatever. yakışık almamak to be unsuitable [ansu:tibil]. alkollü olmak to be drunk [drank]. alt etmek to beat [bi:t], altı okka etmek to carry smb by his arms and legs. altına etmek to foul one's underclothes [andiklouthz]. altında olmak to be under [andi]. Hepsi onyedi yaşın altındaydı. They were all under the age of seventeen. Huy canın altındadır. (One can't change human nature). |birleşikler ve deyimler) to be in one's way. ayak altında olmak to be handy. el altında olmak kilit altında olmak to be under lock and key [ki:]. mecburiyet altında olmak to be under obligation [obligeysm]. minnet altında olmak to be under obligation [andi]. Kimseye karşı minnet altında değilim. I'm under obligation to no one. müşahade altında olmak to be under observation [obziveyfin]. tedavi altında olmak to be under treatment [trktmint], altüst etmek, to disrupt [disrapt]. düzen bakımından: karışık ve dağınık hal için: to mess, to make a mess of smth. rahatsızlık vermek anlamında: to upset [apset]. to turn upside down. yer bakımından: plan vs. için: to upset. Bu, planlarımızı altüst edecek. This will upset our plans. altüst olmak, düzen için: to be in a mess. O canım oda altüst olmuştu. That lovely room was in a mess. mide için: to be upset. plan vs. için: to be upset. üzüntü ve acı için: to be shocked [sokt], Onu görünce içim altüst oldu. / was shocked when I saw him [so:]. to be upset [apset]. Sinirlerim altüst oldu. I'm very upset. to have an aim [eym]. amacı olmak Hayatında tek amacı var. He has only one aim in life. Amacın nedir? (What are you after?) to aim to do smth. amaç edinmek amaçlamak to aim at doing smth [eym]. İyi bir derece yapmayı amaçlıyor. He's aiming at getting a good grade [greyd]. Eğitim, insan şahsiyetinin gelişmesini Education should aim at the development amaçlamahdır. of the human personality.
amana gelmek
38
to give in. amana gelmek ambalaj yapmak to wrap up [re:p], ambalajlamak to pack [pe:k]. ambale olmak to be overwhelmed [ouviwelmd]. amel olmak to have diarrhoea [dayiri:yi]. ameliyat etmek to operate (on) [optreyt]. ameliyat olmak to undergo an operation [optreysm]. Amerikalılaştırmak to Americanize [lmerikinayz]. âmil olmak to be instrumental/a factor. amorti etmek, genel anlamda: to amortize [imo:tayz]. tahvil için: to pay off, to redeem [ridi:m]. amorti olmak to be amortized. analık etmek to mother, to be a mother to. O çocuğa onbeş yıl analık etti. She mothered that child for fifteen years. anane olmak to be/become a tradition [tndism]. Büyüklerin elini öpmek burada ananedir. It's the tradition here to kiss the hand of the elders. andetmek to pledge [plec]. andırmak, hatırlamak anlamında: to remind smb of smth [rimaynd]. Bu yerler bana eski okulumu andırıyor. This place reminds me of my old school. bir sesi andırmak: to sound like [saund]. Motor sesini andırıyor. It sounds like an engine [encin], bir şeyi andırmak: to resemble [nzembil]. Bu çocuk babasını andırıyor. That boy resembles his father. andiçmek to take an oath [outh], to swear [swe:]. Doğru söyleyeceğime andiçtim. / swore that I would tell the truth. andiçirmek to swear smb in [swe:]. angaje etmek to engage [ingeyc]. angaje olmak to be engaged [ingeycd]. angajman yapmak to reach an agreement [igri:mint]. anılmak to be remembered. İyi bir adam olarak anılmak istiyor. He wants to be remembered as a good man. anımsamak to remember. anımsatmak to remind [rimaynd]. anırmak to bray [brey]. anıtlaşmak to become a monument [monyumint]. anıtlaştırmak to make smb a lasting symbol [simbil]. anket yapmak to take a poll. anlamak (ayrıca bak: anlamamak), genel anlamda kavramak: to understand [andistemd]. Bir şey anladımsa Arap olayım. (I'll be hanged if I understand a thing.) Ne istediğimi anlayıverdi. He readily understood what I wanted. Şimdiye kadar anlamış olmalısın. You'll have understood by now. Ne söylediğini pek anlamadım. I didn't quite understand what he said. to follow. Söylediklerimi anlıyor musun? Do you follow what I'm saying? Sizi tam olarak anlamıyorum, I don't quite follow you. bilgi bakımından: to know, to tell. Neden bahsettiğini anlamıyorum.. / don't know what you're talking about. Ancak o zaman anlayabileceğiz. Only then shall we be able to tell. Biraz sonra anlarız. We shall know in a minute [minit].
anlamak
39 çözmek
anlamında: Ne söylediğini pek anlamıyorum. Bunun anlamını anlamıyorum. Ne istediğimi anlayıverdi. -den anlamak: Müzikten pek anlamam. Makinelerden pek anlardı, farkında olmak anlamında: Anlayacağın, ciddi sorunları var. Ne demek istediğini anlıyorum. Bir bakışta hasta olduğunu anlardın, sonuç çıkarmak anlamında: Anladığıma göre, geç gelecek. Anladığıma göre, onu satmıyorsun. Anladığım kadar... Anlaşılan, çanta gümrükte kalmış. Gelinim sen anla.
to make out. / can't make out what he's saying. I can't make out the meaning of it. (He readily understood what I wanted.) to know about. / don't know much about music [myu:zik]. He knew a lot about machines [mi§i:nz], to see. For you see, he has serious problems. I see what you mean. You could see at a glance that he was ill. to gather, to understand. From what I understand, he'll be coming late. I gather that you're not selling it. As far as I understand... Apparently, the bag was left at the customs. It was meant for you, I hope that you got the message [mesic]. Senin anlayacağın bunlar iflas etmiş, (In short, these people are bankrupt.) to find out. sorup öğrenmek anlamında: Kim olduğunu anlayalım. Let's find out who he is. Ne islediğini yakında anlarız, We'll find out soon what he wants. takdir etmek anlamında: to appreciate [ipri:s,ieyt]. Durumu çok iyi anlıyorum. I fully appreciate the situation. Eşek hoşaftan ne anlar. It's like casting pearls to pigs (ka:st]. Tok açın halinden anlamaz. A well-fed person can't understand the distress of the hungry [hangri]. Acıyı tatmayan, tatlıyı anlayamaz. He who hasn't suffered bitterness cannot appreciate bliss [ipri:§ieyt]. | birleşikler ve deyimler j Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. A word is enough to the wise [inaf]. to completely misunderstand smth bayram haftasını mangal tahtası anlamak [misandiste:nd]. birinin dilinden anlamak, to understand smb's tongue [tang]. lisan bakımından: to be familiar with [fimilyi]. bilgi bakımından: to learn by bitter experience. dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak to sympathize with [simpithayz]. halden anlamak birinin halinden anlamak to be understanding. Tok açın halinden anlamaz. A well-fed person can't understand the distress of the hungry [hangri]. Hanya'yı Konya'yı anlamak to learn the hard way. Yakında Hanya'yı Konya'yı anlarsın. You'll soon learn the hard way. işten anlamak to be an expert in smth [ekspo:t]. kazı koz anlamak to completely misunderstand. lâf anlamak to be sensible [sensibil]. lâftan anlamak to be reasonable [riizimbil]. to understand instantly. leb demeden leblebiyi anlamak to see the point. maksadı anlamak to listen to reason [rkzin]. söz anlamak to take a joke [couk], şakadan anlamak to understand the opposite [opizit]. ters anlamak to misunderstand [misandisteind]. yanlış anlamak Sizi yanlış anlamış olmalı. He must have misunderstood you. Beni yanlış anlamayın. (Don't get me wrong.)
anlamamak
40
to partially understand. not to appreciate [ipri:§ieyt]. Acıyı tatmayan, tatlıyı anlayamaz. He who has not suffered bitterness cannot appreciate happiness. not to understand. Anlamadın da neden sormadın? If you didn't understand, why didn't you ask? Ben bu insanları anlayamıyorum. I can't understand these people. Ben bu işi anlayamadım gitti. I just can't understand this. Sanki anlamamış gibi bir hali var. It looks as if he didn't understand. | birleşikler ve deyimler] aslım anlamamak (bir şeyin) to miss the point. Sen bu işin aslını anlamamışsın. Apparently, you have missed the point. not to think much of. -den anlamamak Ben bu ilaçtan hiçbir şey anlayamadım. J don't think much of this medecine. Ben bu işten hiçbir şey anlayamadım. (I can't make head or tail of it.) to be obstinate [obstinit]. lâf anlamamak Bu çocuk lâf anlamıyor. This child won't listen to reason. to be impervious to reason [impo:viyis]. mantıktan anlamamak Bunlar mantıktan anlamaz. These people are impervious to reason. to be unreasonable [anri:znibil]. söz anlamamak Ne söz anlamaz.' (He won't listen to reason [rv.zm].) to pretend not to understand [andisteind]. anlamamazlıktan gelmek Anlamamazlıktan geliyor. He's just being stupid. to make sense, to mean. anlamı olmak Bunun anlamı ne? What does that mean? Bunun anlamı yok. It doesn't make sense [sens]. Oraya gitmenin anlamı yok. (There's no point in going there.) anlamına gelmek, to amount to [imaunt]. aynı şey demek anlamında: Bu, bir ültimatom anlamına gelir, This amounts to an ultimatum [altimeytim]. to signify [signifay]. belirtisi olmak anlamında: Bu savaş anlamına mı geliyor? Does that signify war? to mean [mi:n]. demek anlamında: Bu kelime ne anlamına geliyor? What does this word mean? temsil etmek anlamında: to stand for. yan anlamak anlamamak
FBI ne anlama geliyor? What does FBI stand for? to be significant [signifikint]. anlamlı olmak to be meaningless, anlamsız olmak to give meaning to. anlamlandırmak anlaşamamak, amaç bakımından: to be unable to agree [lgri:]. uyuşma bakımından: not to get along. anlaşılmak, anlam bakımından: to be understood. Metinden anlaşılacağı üzere... As it will be understood from the text... belli olmak anlamında: to be evident [evidint]. Anlaşılan, güçleri yetmedi. Evidently, they couldn't afford it. Anlaşılan, fatura otelde kaldı. Apparently, the bill was left at the hotel. Öyle anlaşılıyor ki... It appears that... [ipi:z]. Bunun nedeni kolayca anlaşılıyor, (It's easy to see why). to become clear [kli:]. ortaya çıkmak anlamında: Şimdi anlaşıldı. Now it is clear.
anlaşılmamak
41
anlaşılmamak Bu, anlaşılır şey değil. Davranışları anlaşılır gibi değil. anlaşma yapmak anlaşmak, /;/'/" konuda: Hiçbir konuda anlaşamıyoruz. düşünce /takımından: iyi geçinmek anlamında: Şimdilik iyi anlaşıyoruz. [birleşikler ve deyimleri her hususta anlaşmak karşılıklı anlaşmak Bu konuda karşılıklı anlaştık. pazarlıkta anlaşmak prensip üzerine anlaşmak Prensip üzerinde anlaştık. anlatılmak anlatmak, ima etmek anlamında: Sen ne anlatmaya çalışıyorsun? izah etmek anlamında: Ödeyeceğimi açıkça anlattım. Nasıl anlatsam ki? nakletmek anlamında: Bunu hakime anlatır mısınız? söylemek anlamında: Bize her şeyi anlattı. Bunu külahıma anlat. [birleşikler ve deyimleri alttan alta anlatmak ballandıra ballandıra anlatmak derdini anlatmak Sen derdini Marko Paşa'ya anlat. fıkra anlatmak gerile gerile anlatmak kelimesi kelimesine anlatmak lâf anlatmak Gel de bunlara lâf anlat. masal anlatmak meramını anlatmak söz anlatmak Ona söz anlatmak kolay değil. uzun uzun anlatmak üstü kapalı anlatmak zımnen anlatmak anlayışlı olmak anlayışsız olmak İnsan nasıl bu kadar anlayışsız olabilir? anmak, akla getirmek anlamında: İti an, taşı eline al.
to be incomprehensible [inkomprihensibil]. This is quite incomprehensible. His behaviour is totally incomprehensible. to make a deal [di:l], to agree on [lgri:]. We can't agree on any subject [sabcikt], to understand one another, to get on well with. We get on well for the moment [moumint]. to see eye to eye [ay]. to reach mutual understanding [myu:çyil]. We have reached a mutual understanding on this issue [i§yu:]. to strike a bargain [ba:gin], to agree on principle [prinsipil]. We agreed on principle. to be explained. to imply [implay]. What are you trying to imply? to indicate [indikeyt]. / indicated clearly that I would pay. (How can I put it?) to relate [rileyt]. Could you relate this to the judge [cac]. to tell. He told us everything. (I don't believe a word of it.)
?
to hint at. to relate with extravagant praise [preyz]. to tell one's trouble [trabil]. Go and tell your troubles to someone else. to crack a joke [couk], to relate with great self-importance. to relate smth word for word [rileyt], to try to convince smb [krnvins]. How can one convince these people? to tell tales [teylz]. to express oneself [ikspres]. to convince [kinvins]. It's not easy to convince him. to relate at great length. to hint at. to insinuate [insinyueyt]. to be understanding. to be inconsiderate [inkinsidirit]. How can one be so inconsiderate? to remember. (If you're facing aggression have your stone ready.)
anne olmak
42
sözünü etmek anlamında: İnsan ölüyü hayırla anmalı. bir olayı veya birini...: O şanlı günü yakında anacağız. anne olmak annelik etmek anons etmek anormal olmak anormalleşmek ant etmek antlaşmak, ant olarak: antlaşma olarak: apaçık olmak Yalan söylediği apaçık. aparmak apazlamak apışmak aptal olmak Bunu yapacak kadar aptaldır. Hiç de aptal değil. aptallaşmak aptallık etmek *bir şey yapmakla aptallık etmek: Onu kabul etmekle aptallık etti. aptesinde namazında olmak ar etmek arabozanlık etmek arabuluculuk etmek aracı olmak aracılık etmek arada gitmek araklamak aralamak, ara bırakmak anlamında: yarı açmak anlamında: aralanmak araları yağ bal olmak aralarında karlı dağlar olmak anılaşmak aralık etmek aramak, genel anlamda: Aramadık yer bırakmadık. Bunu mu arıyorsun? İyi bir muhasebeci arıyorum, arayıp bulmak anlamında: Bu adam kavga mı arıyor? Bizde para pul arama. Arayan mevtasını da bulur, belâsını da. bulmaya
çalışmak anlamında: Onu her yerde aradılar. Polis onları arıyor.
to talk/speak of. One must speak well of the dead. to commemorate [kimemireyt]. We'll commemorate that glorious day soon. to become a mother [mathi], to be a mother to. to announce [inauns]. to be abnormal [e:bno:mil], to get abnormal. to take an oath [outh]. to make a mutual vow [vau]. to come to an agreement [lgrkmint]. to be evident. It's evident that he's lying [laying], to make off with. to scoop up with the hand [sku:p]. to stand helpless. to be stupid [styu:pid]. He is stupid enough to do it. He is anything but stupid. to be stupified [styu:pifayd]. to act like a fool [fu:l]. to be foolish of smb to do smth. It was foolish of him to accept it [iksept]. to be devout [divaut]. to be ashamed [lseymd]. to break up a friendship. to act as a mediator [midiyeyti]. to be an intermediary [intimi:dyiri]. to act as an intermediary. to pass unnoticed [anoutist] (among). to pinch [pine]. to leave a space, to space out [speys]. to leave ... ajar [ica:]. to be opened part way. to be very close [klous] friends. to be far apart [ipa:t]. to become separated from one another [sepireytid]. to leave smth half open. to look for. We've looked for it everywhere. Are you looking for this? I'm looking for a good accountant [lkauntint], to seek [si:k]. Is this man seeking a fight [fayt]? (We have got no money.) One can find God or trouble, it depends on what one is seeking. to search for [so:}]. They searched for it everywhere [so:ct]. The police is searching for them.
aramak (ağzını) özlemek
43 anlamında:
to miss. O günleri çok arıyorum. / terribly miss those days. telefon için: to call. Sizi dün iki defa aradım. / called you twice yesterday [tways]. Sizi sonra ararım. I'll call you later. Arayan satış müdürüydü. It was the sales manager [me:nici]. Lütfen aradığımı söyler misiniz? Could you please tell him that I called? uğramak anlamında: to call in on [ko:l]. Arayan olursa, söyle, beklesin. If anyone calls tell them to wait. I birleşikler ve deyimler | Elinle ver, ayağınla ara. You'll have no chance of getting it back [gains]. Akıllı köprü arayıncaya kadar deli suyu geçer. While the wise ponders, the fool crosses the stream. Siz burada ne arıyorsunuz? What are you doing here? to sound out (a person) [saund]. ağzını aramak Zam hakkında ağzını arayacağım. I'll sound him out about the raise [reyz]. to find fault with [fo:lt]. ayıp aramak to seek a pretext [pri:tekst]. bahane aramak bahtını aramak to seek one's fortune [fo:gin]. başına belâ aramak to ask for trouble [trabil]. Sen başına belâ arıyorsun. You're asking for trouble. to look for trouble [trabil], belâ aramak belâsını aramak to look for trouble. Bu adam belâsını arıyor. That man is looking for trouble. Arayan belâsını da bulur, mevtasını da. (He that seeks finds.) to search in every nook and corner [nuk], bucak bucak aramak to search one's pockets [so:c]. ceplerini aramak (birinin) ceplerini aramak to go through smb's pockets. derman aramak to seek a remedy [remidi]. el yordamıyla aramak to grope for [group]. Karanlıkta düğmeyi el yordamıyla aradım. In the dark, I groped for the switch. fellik fellik aramak to look for smth high and low [hay]. fırsat aramak to seek an opportunity [opityumiti], to look about for smb. gözleriyle aramak (birisini) to stand up for one's right [rayt]. hakkını aramak Haklarınızı arayınız. Stand up for your rights. Neden haklarımızı aramayalım? Why shouldn't we stand up for our rights? to look for a job [cob]. iş aramak to look desperately for a place to hide kaçacak delik aramak [despiritli]. to look for a pretext [pri:tekst]. kaçamak yolu aramak kanş karış aramak to search everywhere [so:c]. Her yeri karış karış aradık. We've looked carefully everywhere. to seek a quarrel [kworil]. kavga aramak to seek one's fortune [fo:cin]. kısmetini aramak macera aramak to seek adventure [ldvenci]. maden aramak to explore [eksplo:]. meydan aramak to look for an opportunity [opityumiti]. mumla aramak eskisini aratmak anlamında: to miss badly. to search everywhere for [sd:c]. özenle aramak anlamında: neden aramak to look for a cause [ko:z]. to bark at the wrong tree. öküzün altmda buzağı aramak to look for a needle in a hay-stack [heysteik]. samanlıkta iğne aramak Sen saman yığınında iğne arıyorsun. You're looking for a needle in a hay-stack.
aranılmak
44
to search for a pretext [prktekst]. sebep aramak (bahane) to frisk. üstünü aramak to look for pretext [prktekst]. vesile aramak to look for a way. yol aramak to be searched [so:ct]. aranılmak aranmak, eksikliği duvıılmak: to be missed [mist]. isteklisi çak olan mal için: to be in great demand [dima:nd]. Bu kalem çok aranıyor. This article is in great demand [ a : t i k i l ] . to search one's pockets. kendi üstü için: to ask for trouble [trabil]. kaşınmak anlamında: Sen âdeta aranıyorsun. You're just asking for trouble. to be wanted. suçlular için: Wanted. Aranıyor. Cinayetten aranıyor. He's wanted for murder [mo:di]. to get all mixed up [mikst ap], arap saçı olmak to Arabicize [e:nbisayz]. Araplaştırmak arası açık olmak to be on bad terms with [to:mz]. arası bozuk olmak not to be on good terms. arası hoş olmamak not to like. arası iyi olmak to be on good terms with [to:mz]. Are you getting on all right with your Takım arkadaşlarınla aran iyi mi? team mates? not to like smth. arası iyi olmamak (bir şeyle) (7 don't care much for drinks [ke:].) İçkiyle aram pek iyi değil. to do research [risb:c]. araştırma yapmak araştırmak, to check up [cekap]. genel anlamda: We must check up on this. Bu işi araştırmalıyız. to research [riso:c]. bilim bakımından: to investigate [investigeyt]. soruşturmak anlamında: Our man is looking into the matter. Adamımız bu işi araştırıyor. The police is investigating the case [keys]. Polis olayı araştırıyor. aratmak, to fail to fill satisfactorily the shoes of birini...: a predecessor [prkdisesi]. Gelen gideni aratır. (The new is often worse than the older.) bir şeyi...: to have smth searched for [so:ct]. to make one long for. yokluğunu duyurmak: aratmamak, to replace smb satisfactorily. birini...: (for God) to spare one its shortage [so:tic]. yokluğunu duyurmamak: Allah aratmasın. (We should be grateful for it to God.) to make smb look for smth. arattırmak to make it up. arayı yapmak to ride piggyback [rayd]. ardılmak to come in succession [sikse§in]. ardışmak to grow lean [lkn]. arıklamak to cleanse [klenz]. arılamak to become pure [pyu:]. arılaşmak arılaştırmak to purify [pyurkfay]. arındırmak, temi: hale getirmek: to purify [pyurkfay]. to purge [pox]. istenmeyen kişi yada şeyden:
arıtmak
45
arıtmak, katışıksız hale getirmek: Bu suyu mutlaka arıtmalıyız. rafine hale getirmek: temizlemek anlamında: arınmak arıza yapmak arızalanmak arızalı olmak, kusur bakımından: işlemeyen anlamında: arka olmak arka planda olmak arkadaş edinmek arkadaş olmak Arkadaşım olacak şu adam... İyi arkadaş olduk. Onlar uzun yıllardır can ciğer arkadaştır. arkadaşlık etmek Bu insanlarla arkadaşlık edemem. Kaz kazla, daz dazla arkadaşlık eder. arkalamak, destek olmak anlamında: yüklenmek anlamında: arkası olmak, dizi için: Arkası var. kişi için: arkasında olmak (birinin) arkasında olmak (bir şeyin) Bütün bunların arkasında annesi var. Bunun arkasında kim var? arlanmak armağan etmek arpalık yapmak (bir yeri) arsız olmak Yüz verme arsız olur, az verme hırsız olur. arsızlanmak arsızlaşmak arsızlık etmek arşınlamak, arşınla ölçmek: amaçsız dolaşmak: sokakları arşınlamak: artakalmak artırılmak çoğaltmak anlamında: fiyat vs. bakımından: artırmak, biriktirmek anlamında: çoğaltmak anlamında: değer bakımından...: Tamirat, değerini artıracaktır.
to purify. We must absolutely purify this water. to refine [rifayn]. to cleanse [klenz]. to be purified [pyurifayd], to break down [breyk daun]. to go out of order [o:di]. to be defective [difektiv]. to be out of order [o:di]. to back smb [be:k]. to be in the background [berkgraund]. to make friends. to be/become friends. This man supposed to be my friend... [sipouzd]. We became good friends. They've been bosom friends for many years. to befriend [bifrend], / can't befriend these people. (Birds of a feather flock together [fethi].) to back up, to support [sipo:t]. to shoulder [souldi]. to have a sequel [skkwil]. (To be continued [kintinyud].) to have a backer [beki]. to be behind smb. to be at the bottom of [botim]. His mother is at the bottom of all this. Who is at the bottom of it? to be ashamed [i§eymd], to make a present of [prezint]. to exploit a place (as a source of income). to be shameless [seymles], (Be neither overindulgent [ouvirmdalcmt] nor overstrict with people in your charge [ga:c].) to act shamelessly. to get impudent [impyudmt]. to behave impudently. to measure [meji] by the Turkish yard [to:kisJ. to pace [peys] up and down. to stroll about. to remain over [rimeyn]. to be increased [inkrist]. to be raised [reyzd] to hoard (up) [ho:d]. to increase [inkrks]. to enhance [inha:ns]. The repairs will enhance its value [ve:lyu].
46
artmak fixât
bakımından:
Fiyatı neden artırdılar. bir davranışta ileri gitmek: müzayedede...: ses bakımından: Bu, sesi daha çok artırdı. üretim, devir vs. için: Bu, güvenlerini artıracaktır. I birleşikler ve deyimler | Allah artırsın! Yörük at yemini kendi artırır. boğazından artırmak dişinden tırnağından artırmak güçlüklerini artırmak hızını artırmak İşten artmaz dişten artar.
to raise [reyz]. Why did they raise the price? to exceed the bounds [iksi:d], [baundz]. to raise the bid [reyz], to amplify [e:mplifay]. // has further amplified the sound [saund]. to boost [bu:st]. This will boost their confidence [konfidins]. May God grant more!
Hard working people deserve rewards [ri:wo:dz]. to economize on food [i:kinimayz]. to pinch and save [pine], [seyv]. to add to one's difficulties [difikiltiz]. to gather speed [gethi]. Better save by living economically than save out of one's job [kkinomikili]. kameti artırmak to become presumptuous [prizamptyuwis], artmak, to increase [inkri:s], artış olarak: to double [dabil], bir misli artmak: to grow. ilgi için: Bu tür şeyler için ilgi artıyor. Interest is growing for those sort of things. to multiply [maltiplay]. çoğalmak anlamında: Son günlerde olaylar arttı. The incidents have multiplied lately. geri kalan miktar için: to remain over [rimeyn]. Herkese yetecek ve artacak bile. There will be enough and to spare [spe:]. to be in the increase [inkri:s]. gittikçe artmak anlamında: Silahlı soygun gittikçe artmaktadır, Armed robbery is in the increase. masraf, fiyat vs. için: to go up, to rise [rayz]. Hayat pahalılığı devamlı artıyor, The cost of living is continuously rising. yavaş yavaş artmak: to build up [bild ap]. Odada gerginlik yavaş yavaş artıyordu. The tension was building up in the room [ten§in]. | birleşikler ve deyimler | önemi artmak to gain importance [impo:tins]. tecrübesi artmak to grow in experience [ikspinyrns]. Yeter de artar. (It's more than enough [inaf].) to submit [sibmit]. arz etmek You should submit this to the director. Bunu müdüre arz etmelisiniz. to present [prizent]. They should present the petition to the governor. Dilekçeyi valiye arzetmeleri gerekir. to make an appearance [lpinns]. arzı endam etmek to desire [dizayi]. arzu etmek A step both desirable and necessary [nesisiri]. Gerekli ve arzu edilen bir adım. arzulamak, to desire [dizayi], arzu etmek anlamında: / have no desire to go on. Devam etmeyi hiç arzulamıyorum. to wish to. istemek anlamında: to long for. özlenen bir şey için: to be keen on [ki:n]. arzulu olmak to wish to do smth. arzusunda olmak to become irritated [iriteytid], asabileşmek to asphalt [e:sfo:lt]. asfaltlamak
asık yüzlü olmak
47 to be sullen faced [salin feyst]. to be hanging.
asık yüzlü olmak asılı olmak asılmak, ısrar etmek anlamında: Asılma! idam edilmek anlamında: Gerçekten asılacaklar mı? Asılacak adam suda boğulmaz. Ne azgın ol asıl, ne miskin ol basıl. tutup çekmek: resim vs. için:
to hang on. Don't hang on. to be hanged [he:ngd]. Are they really to be hanged? He who is to be hanged will not drown. Be neither overly belligerent nor excessively meek [bilicmnt]. to grasp. to hang. There were pictures hanging on the wall. to hang [he:ng]. (Everyone must answer for his own deeds.) Both were hanged by the feet. to bedevil [bidevil]. to be unfounded [anfaundid], to rebel [ribel], to assimilate [isimileyfj. to be assimilated [isimileytid]. to acidify [isidifay]. to join the army [coyn]. to become militarized [militirayzd]. to militarize [militirayz]. to do one's military service [so:vis].
Duvarda asılı resimler vardı, biçimde: Her koyun kendi bacağından asılır. Her ikisi ayaklarından asıldılar. *yakasına asılmak asılsız olmak asileşmek asimile etmek asimile olmak asitlendirmek asker olmak askerileşmek askerileştirmek askerlik yapmak askıda olmak, çözümü beklemek: to be pending. Senin dava hâlâ askıda. Your case is still pending. to be in the sling. kol için: Kolum bir ay askıdaydı. My arm was in a sling for a month. to hang in the balance [be:hns]. akibeti belli olmamak: O gün, ülkenin kaderi askıda idi. That day the fate of the country hung in the balance. to be very hard to obtain [lbteyn]. aslanın ağzında olmak Ekmek aslanın ağzında. It's hard to make a living today. Iş aslanın ağzında. It's very hard to obtain a job [lbteyn]. Para aslanın ağzında. It's so hard to make money today. to be true. ' aslı olmak to be without foundation [faundesin]. aslı olmamak Aslı yok. It is not true. Bunun aslı var mı? (Is that founded on fact?) to be without foundation.' aslı astarı olmamak Bunun aslı astarı yok. (There is no truth in this.) to be devoid [divoyd] of truth. aslı esası olmamak Bu işin aslı esası yok. It is devoid of truth. to be devoid of all truth. aslı faslı olmamak asmak, to hang. duvara: Resmi koridora astılar. They hung the picture in the corridor. sallandırmak suretiyle: to suspend [sispend]. Onu bir ağaca asacağız, We'll suspend it from a tree. to hang [he:ngj. idam etmek anlamında: Onun gibileri asmak gerek. We should hang the likes of him. sarkacak
48
asrileşmek
Hepsini şafakta astılar. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış. ilan vs. için:
They hanged them all at dawn [do:n]. They gave the gypsy power and his first action was to hang his father [cipsi], to put up. I've put the letter up on the board [bo:d], to pin up. I'll pin the note up on the door.
Mektubu ilan tahtasına astım. bir iğne ile tutturmak: Notu kapısına asarım. |birleşikler ve deyimleri Astığı astık, kestiği kestik. (What he says goes.) to hang out the laundry [lo:ndri]. çamaşır asmak çengele asmak to impale smb on a hook [impeyl]. bir kişiyi: to hang up on a hook, bir şeyi: to cut a class. dersi asmak to be absent from work [e:bsmt], işi asmak to lock. kilit asmak to pay attention [itensm]. kulak asmak Ona kulak asarsan, iyi edersin. You had better pay attention to him. not to listen to. kulak asmamak Söylediklerime kulak asmıyorsun. You never listen to me. Bu öneriye kulak asan olmamış. Apparently, no one paid any attention to the suggestion [sicescin]. Söylediklerine kulak asma. (Never mind what he says [maynd].) to play truant [tru.mt]. okulu asmak to take it easy [i:zij. okunu atıp, yayını asmak O, okunu atmış yayını asmış. He has hung his bow, now he's taking it easy. to make faces, to pull a long face [feys]. surat asmak Suratını bir karış astı. He pulled a long face [feys]. to take it easy. ununu eleyip, eleğini asmak Unumuzu eledik, eleğimizi astık. (I'm too old for that sort of thing.) to be/become modernized [modinayzd]. asrileşmek to have smb hanged [he:ngd], astırmak to have smb hang someone. astırtmak astarlamak, to prime [praym], boya için: to line [layn]. kumaş için: aşağılamak, to degrade [digreyd]. değerinden düşürmek anlamında: to humiliate [hyu:milieyt]. küçük düşürmek anlamında: Bizi herkesin önünde aşağıladılar. They humiliated us in public [pablik]. to be humiliated. aşağılanmak to lower oneself. aşağılaşmak aşermek (hamilelikte) to crave for [kreyv]. aşı olmak to be inoculated [inokyuleytid]. aşı yapmak, ağaç için: to graft. hastalığa karşı: to inoculate [inokyuleyt]. aşık olmak to fall in love. aşılamak, to inculcate [inkalkeyt]. bir doktrini, bir kavramı: Bu çocuklara dürüstlük aşılamalıyız. We must inculcate honesty in these kids. to graft. bitki için: to put (ideas) into smb's head. bir fikri, duyguyu vs.'yi...: Sana bu fikirleri kim aşıladı? Who has put these ideas into your head?
aşılanmak
49
sıcak veya soğuk su için: tıpta: aşılanmak, fikir bakımından: hastalığa karşı: aşılatmak aşındırmak, çürüterek: kimyasal işlem sonucu: kullanma sonucu: yer kabuğu ve toprak için: | birleşikler ve deyimler | bir yerin kapısını aşındırmak birinin kapısını aşındırmak birinin eşiğini aşındırmak aşınmak, inceline bakımından: jeolojik işlem sonucu: kimyasal işlem sonucu: kullanma sonucu: muhasebe bakımından: sürtünme sonucu: El öpmekle ağız aşınmaz. aşırmak, bir eserden parça almak: çalmak anlamında: ötesine geçirmek anlamında: Korku dağları aşırır. tehlikede acele kaçırmak: aşırtmak aşikâr olmak aşinalığı olmak Onunla yalnız göz aşinalığım var. aşk yapmak aşka gelmek aşkın olmak İşim başımdan aşkın. aşmak, baraj için: damızlık hayvan için: engeller için: Bütün bu engelleri aşacağız. Ağır giden dağları aşar. önüne geçmek anlamında: bir yerin ötesine geçmek: süre ve ölçü bakımından: Süreyi aşmamanız gerek. Kırdığı ceviz bini aştı. zorluklar için: Bütün bu güçlükleri aşacağız. | birleşikler ve deyimler [ Ay bacayı aştı. borç bini aşmak haddini aşmak Bu adam haddini aşıyor.
to add hot/cold water, to vaccinate [ve:ksineyt]. to be imbued with [imbyu:d]. to be inoculated [inokyuleytid]. to have smb inoculated. to eat away [i:tiwey]. to corrode [kiroud]. to wear out/off [we:raut]. to erode [iroud]. to continually come and go [kintinyu'h], to visit smb too frequently [fri:kwtntli]. to visit a place often [vizit]. to be eaten away [i:tin]. to be eroded [iroudid]. to be corroded [kiroudid], to be worn out [wo:n aut], to depreciate [diprksjeyt]. to be worn away [wo:n iwey]. (It doesn't cost anything to show respect.) to plagiarize [pleycu'ayz], to pilfer [pilfi]. to pass over. (Fear can get even the best [fi:].J to rescue from [reskyu]. to have smth saved from [seyvd]. to be evident [evidint]. to know smb [nou]. / know her only by sight [sayt], to make love. to be enraptured [inre:pcid]. to be excessive [iksesiv]. (I'm up to the ears in work.) to pass. to cover [kavi]. to surmount [so:maunt]. We shall surmount all these obstacles. (He who goes slowly goes surely [su'li].) to go beyond. to pass over. to exceed [iksi:d]. You must not exceed the time limit. (Her errors are past counting [kaunting] J to overcome [ouvikam]. We'll overcome all these difficulties. It's too late to do anything now. to have a pile of debts [dets]. to go too far. This man is going too far.
50
atamak işi başından aşmak
İşim başımdan aşmış durumda. paldımı aşmak yetkilerini aşmak Kim olursa olsun, yetkilerini aşamaz. atamak atanmak ateş etmek ateş pahası olmak Her şey ateş pahası. ateşi olmak Ateşi var mı? Onun ateşi var.
to be overwhelmed with work [ouviwelmd]. I'm overwhelmed with work. to try to do smth that is beyond one. to exceed one's power [iksi:d]. Whoever he is, he can't exceed his powers. to appoint [ıpoynt]. to be appointed. to fire on [fayı]. to be very expensive. Everything is very expensive. to have fever [fi:vi]. Does he have fever? to have a temperature [tempriçı]. He has got a temperature.
ateşlemek, kışkırtmak anlamında: alev almak anlamında:
to inflame [infleym], to ignite [ignayt]. It doesn't ignite easily. to ignite. to fire [fayı]. to set on fire. to provoke [pnvouk].
Kolayca ateş almaz. motor için: top. tüfek için: tutuşturmak anlamında: ateşlendirmek ateşlenmek, to get inflamed [imfleymd]. kızışmak anlamında: to become feverish [fkvıriş]. vücut için: to be feverish. ateşler içinde olmak atfetmek, to attribute [itribyu:t]. mal etmek anlamında: Bütün başarıları, bu devreye atfedilebilir, All his successes can be attributed to this period. to ascribe [ıskrayb]. sebep olarak göstermek: Başarısızlığını hastalığa atfetti. He ascribed his failure to his illness. to be dashing [de:şing]. atılgan olmak atılmak, to be thrown, genel anlamda: to dart. fırlamak anlamında: işlen atılmak: to be fired, to be dismissed [dismist]. İşten atılmaya mı çalışıyorsun? Are you trying to get fired? to be carded [ka:did]. pamuk için: to be fired [fayird]. silah için: söze karışmak anlamında: to break into a conversation [konvıseyşm]. yararsız şeyler için: to be discarded [diska:did]. | birleşikler ve deyimler | ateşe atılmak to risk one's life [layf], bir tarafa atılmak to be left aside [isayd]. çöpe atılmak to be thrown away. Çöpe çok fazla yemek atılıyor. Too much food is thrown away. to begin to work. hayata atılmak to rush forward [raş]. ileri atılmak to establish one in business [biznis]. iş hayatına atılmak maceraya atılmak, to get involved in an adventure [ıdvençı]. genel anlamda: to get involved in a risky business, iş, ticaret vs. için: to come forward [fo:wid]. meydana atılmak
atışmak
51
ortaya atılmak, ileri sürmek anlamında: to be brought up [bro:t]. kendim göstermek anlamında: to step forward [fo:wid]. pabucu dama atılmak to fall from favour [feyvi]. politikaya atılmak to go into politics [pohtiks]. tehlikeye atılmak to court danger [ko:t deynci], ticarete atılmak to go into business, [bizniz]. siyasete atılmak to enter politics. üzerine atılmak to throw oneself upon. yabana atılmak to be sneezed at [sni:zd]. Bu, yabana atılmayacak bir teklif. It's an offer not to be sneezed at. atışmak, to squabble [skwobil]. ağız kavgası etmek anlamında: Önemsiz bir şey için atışmayınız. Don't squabble about trifles [trayfilz], karşılıklı deyiş olarak: to bandy words [be:ndi]. atıştırmak, acele yemek yemek anlamında: to gobble [gobil]. yağmur için: to drizzle [drizil]. atlama taşı yapmak to use smb/smth as a stepping stone, atlamak, genel anlamda: Çitin üzerinden atlama. to jump. bir kısmını bırakmak: Don't jump over the fence [fens], Adımı atladınız. to leave out [lkvaut]. binmek anlamında: You've left out my name. Oradan bir vapura atlayınız. to take. Take a ferry from there. haber kaçırmak anlamında: to miss out on the news [nyu:z]. jimnastikte: to vault [vo:lt]. kelime vs. için: Bu detayları atlayalım. to omit. Let's omit these details [diteylz]. sekerek...: to skip, sıçrayarak: Aslan ateş çemberinden atlayacak, to spring. The lion will spring through the circle. sıradaki bir şey için: Mektubu hiçbir şey atlamadan oku. to skip. Read the letter without skipping anything. Bu kadar adayı atlamak mümkün değil. to pass over [ouvi]. You can't possibly pass over so many candidates. | birleşikler ve deyimler | balıklama atlamak to dive headlong [dayv]. daldan dala atlamak, konu bakımından: to jump from one subject to another [inathi]. iş bakımından: to change one's job often [cob], ilmik atlamak (örgüde) to drop a stitch, ip atlamak to skip rope [roup], paraşütle atlamak to bail out [beyl]. Paraşütle son atlayan yüzbaşı oldu. The captain was the last to bail out. tur atlamak (sporda) to qualify [kwolifay]. ucuz atlamak to get away cheaply [ci:pli], çöp atlamamak not to miss the slightest thing [slaytist]. gün atlamamak not to miss out a day. atlatmak, ettirgen anlamında: to make smb/smth leap [li:p]. Bu, deveye hendek atlatmaya benzer. It's like making the camel jump a ditch. Cahile söz anlatmak deveye hendek It's harder to convince a fool than make atlatmaktan güçtür. a camel leap over a ditch [kinvins].
atlatılmak
52
birinden kurtulmak anlamında: to get rid of. boş vaatlerle: to stall off [sto:l]. Bizi ne zamana kadar atlatabilecek? How long will he be able to stall us off? (tazele haberi için: to scoop [sku:p]. hastalık bakımından: to recover from [rikavi], ölüm için: to narrowly escape death [iskeyp deth]. polisi vs...: to evade [iveyd]. Polisi hep atlatabileceğini sanıyor. He thinks he'll evade the police forever, şok için: to get over. Bu şoku atlatır. She'll get over that shock too. tehlike için: to be out of danger [deynct]. Eşiniz tehlikeyi atlatmış. Your wife is out of danger. I birleşikler ve deyimler | hafif atlatmak to escape lightly [laytli]. ucuz atlatmak to get away with. vartayı atlatmak to escape from a dangerous situation [sityueyşm]. atlatılmak to be stalled off [sto:ld]. Atlatıldıkları kanısındalar. They feel stalled off. atmak, genel anlamda: to throw. Kuşlara taş atmayınız. Don't throw stones at the birds. Al elmaya taş alan çok olur. (There are always jealous people who will try to harm a good thing [celisj.j abartmak anlamında: to brag [bre:g], ' i i ğ , demir vs. için: to cast [ka:st]. Oltayı buraya atmanın faydası yok. It's no use casting the fishing line here. Bu, dipsiz bir kuyuya taş atmak It's like casting a stone in some bottomless gibi bir şeydir, pool [pu:l], dışarı fırlatmak anlamında: to eject [icekfj. gelişigüzel bir şekilde...: to toss. geri bırakmak anlamında: to put off. Toplantıyı gelecek aya attılar. They put off the meeting until next month, hafifçe...: to toss. Şunu bana atar mısın? Could you toss me that? hızla...: to hurl [hö:l]. Kafasına yumurta ve domates attılar. They hurled tomatoes and eggs at his head, kalb için: to beat [bi:t]. Kalbi hâlâ atıyor. His heart is still beating, lüzumsuz eşya için: to throw away. Şu değersiz şeyleri ne zaman atacaksın? When are you going to throw away this trash? nabız için: to pulse [pals]. nabız gibi düzenli bir şekilde: to pulsate [palseyt]. ok vs. için: to shoot [şu:t]. okuldan...: to expel [ikspel]. örtmek anlamında: to throw over. Omzuna bir şey at. Throw something over your shoulders, renkler için: to fade [feyd]. Bunun renkleri atmaz. Its colours won't fade, sigorta için: to blow [blou]. Sigorta yine attı. The fuse has blown again [fyu:z]. tuz vs. için: to put. Biraz daha tuz atmalısın. You should put some more salt, yalan söylemek anlamında: to tell lies [layz].
atmak (adım)
53
|birleşikler ve deyimleri Seni buraya hangi rüzgâr attı? Atsan atılmaz, satsan satılmaz. adım atmak Yemekten sonra ya sırt üstü yatmalı ya kırk adını atmalı. doğru adım...: Doğru adım atmamız çok Önemli. geriye adım...: ilk adımını...: yanlış adım...: Yanlış adım atmayalım. adımını atmak Ben oraya adımımı atmam. adımını tek atmak ağ atmak ağzına kemik atmak aşık atmak ateşe atmak ayak atmak, gitmek anlamında: ilk kez gitmek anlamında: ayak atmamak ayak ayak üstüne atmak başından atmak başlık atmak benzi atmak beti benzi atmak bol keseden atmak beyni atmak boy atmak boyası atmak can atmak Hoş görünmek için can atıyor. Türk kahvesi için can atıyordu. cebe atmak
(What on earth are you doing here?) (You just can't get rid of it.) to take a step. (After meals one should either sleep or take a walk [wo:k].) to take the right step [rayt]. It is crucial that we take the right step. to take a step backwards [be:kwidz]. to take the first step [fo:st]. to make a false step [foils]. Let's not make a false step. to step in. I'll never step in there. to proceed with caution [ko:§m], to cast a net [ka:st]. to give smb smth to keep them quiet, to play at knucklebones [nakilbounz]. to put smb/smth in danger [deynci]. to step in/on. to go somewhere for the first time, to stay away from a place [pleys]. to cross one's legs, to get rid of. to write a headline [hedlayn]. to turn pale. to go pale [peyl], to make extravagant promises [promisiz]. to fly into a rage [reyc]. to grow in height [hayt]. (for colour) to fade [feyd]. to be eager [i:gi]. He's most eager to please [pli:z]. to crave for [kreyv]. He was craving for some Turkish coffee. to pocket [pokit]. Who has pocketed the difference [difinns]? to reach for one's pocket [ri:ç].
Farkı kim cebe attı? cebine el atmak cirit atmak, to throw the javelin [ce:vlin]. spor olarak: to do as one pleases [pli:ziz]. serbest davranmak anlamında: When the cat is away, the mice will play. Kedinin olmadığı yerde fareler cirit atar. The place was completely deserted [dizô.tid]. Orada cinler cirit atıyordu. to dribble past [dribil]. çalım atmak to fling mud at [mad]. çamur atmak to invite abuse [invayt ibyu:s]. çamura taş atmak to make an awry face [iray feys], çehresi atmak to trip up. çelme atmak çenesi atmak to die [day], ölmek anlamında: to shiver. titremek anlamında: to scream [skri:m], çığlık atmak to cast off [ka:st]. çıkarıp atmak
54
atmak (çıma) çıma atmak çifte atmak
Eşeğe cilve yap demişler, çifte atmış. çimdik atmak çirkefe taş atmak Çirkefe taş atma, üzerine sıçrar. çöpe atmak Biz ekmeği çöpe atmayız. darağacına atmak dayak atmak Şoföre temiz bir dayak attılar. demir atmak gemi için: Gemi Boğaz'da demir atmış. mecazi anlamda: denize atmak İyilik yap, denize at. dışarı atmak, genel anlamda: mekanik bir şekilde: Makina artık kapakları dışarı atmıyor, kapı dışarı etmek anlamında: Sizi neden salondan attılar? •zor kullanarak (birini): dikiş atmak Doktor yaraya dikiş attı. düğüm atmak el atmak, bir işe el atmak anlamında: müdahale etmek anlamında: işe girişmek anlamında: elini kulağına atmak fesini havaya atmak fink atmak geri atmak geriye atmak gol atmak göbek atmak mecazi anlamında: gövdeye atmak göz atmak Çevreye göz at. Buna bir göz at. Listeye göz atabilir miyim? gülle atmak, askeri yönünden: spor yönünden: güm güm atmak günahı üzerinden atmak hallaç pamuğu gibi atmak hapse atmak hava atmak
to throw a hawser [ho:zi], to lash out. (A coarse person will offend even while trying to please [ko:s].j to pinch. to provoke an insolent person [insihnt]. Don't provoke an insolent person or you will invite abuse [ibyu:s], to throw away. We don't throw bread away. to store away (in one's mind). to give a thrashing [thre:§ing]. They gave the driver a sound thrashing. to cast anchor [ka:st e:nki]. The ship is at anchor in the Bosphorus [bosfins]. to overstay one's sojourn [soco:n]. to throw away. (A good action is never in vain [veynj.J to throw out. to eject [icekt]. The machine doesn't eject the caps anymore. to kick out. Why did they kick you out of the hall? to eject [icekt]. to stitch [stic]. The doctor stitched the cut. to tie with a knot [tay], [not]. to take a matter up. to lay hands on [ley]. to try one's hand on. to cup one's hand behind one's ear [i:r]. to jump for joy [camp]. to enjoy oneself [incoy]. to throw back. to postpone [poustpoun]. to score (a goal). to perform the belly dance [da:ns]. to be wild with joy [coy], to gulp down [galp]. to have a look. Have a look at the surroundings [siraundingz]. Take a look at this. (Could I check through the list [thru:]?) to bombard, to put the shot. (the heart) to beat violently [vayihntli]. to get rid of the responsibility (for), to throw into utter confusion [kinfyutjm]. to put in jail [ceyl]. to show off.
atmak (havlu)
55
havlu atmak hayatını tehlikeye atmak ıskartaya atmak içine atmak kötülüğe karşı sessiz kalmak: sıkıntısını belli etmemek: iftira atmak ilmek atmak imza atmak resim üzerine: işten atmak kabahati birinin üzerine atmak kabahati kendi üzerinden atmak kafadan atmak kahkaha atmak Birden kahkaha attı. kalafatı atmak kalbi küt küt atmak kancayı atmak kapağı bir yere atmak kapı dışarı atmak kaş atmak kaşık atmak kazık atmak fiyat için: kement atmak kemik atmak (birisinin önüne) kenara atmak Plan kesinlikle bir kenara atılacak.
to throw in the sponge [spanc]. to risk one's life, to discard.
to endure smth in silence [saylins]. to keep smth to oneself, to slander. to make a loop [lu:p]. to sign [sayn]. to autograph [o:tigraf]. to sack [se:k]. to lay the blame on smb. to exonerate oneself [igzomreyt], to talk through one's hat. to burst into laughter [bb:st]. She suddenly burst into laughter [la.fti], to become loose [lu:s]. (one's heart) to pound [paund]. to make a grab at. [gre:b]. to take refuge in [refyux], to throw out. to raise one's eyebrows as a signal. to eat heartily [ha:tili]. to cheat [ci:t]. to overcharge [ouvi çelik gibi sağlam olmak: çelimsiz olmak çelişik olmak çelişkili olmak çelişmek Rapor, söyledikleriyle çelişiyor. çelmek, çapraz kesmek anlamında: düşürmek anlamında: bir şeyle örtünüp bağlamak anlamında: birbirine ters düşmek anlamında: top için: yolundan çevirmek| anlamında: | birleşikler ve deyimler aklını çelmek ayağını çelmek gönlünü çelmek zihnini çelmek çelmelemek çelınelenmek çemberlemek, çember geçirmek anlamında: kuşatmak anlamında: çemberlenmek çemkirmek çemremek çengellemek çengeli takmak anlamında: çengellenmek
to give a banquet [beinkwit]. to treat oneself to a good meal [mi:l]. to have trouble [trabil]. It seems he's having trouble finding the money. to make smb suffer. Why make the people suffer so much? to make smb suffer [safi]. I'll make him suffer just the same way. to put to the grindstone [grayndstoun]. to have a tooth pulled out. You should have that tooth pulled out. to have a tooth extracted [ikstre:ktidj. / can't eat, I had a tooth extracted. to remove from office frimu:v]. to have one's photo taken [teykin]. to have smth photocopied [foutokopid]. to remove smb from office. to have (an animal) draw one's fortune. to have one's picture taken. to have one's x-ray taken. to die of indigestion [indicescm]. to plant tree cuttings. to become steel [stir]J. to become as strong as steel. to be in poor condition [kindism]. to be ambivalent [e:mbivilint]. to be contradictory [kontndiktiri], to contradict. The report contradicts what he's saying. to cut on the bias [bayis]. to trip smb. to wrap a cloth over one's head. to be in contradiction with [kontndik§in]. to swerve [swd:v]. to divert [dayvckt]. to lead astray [istrey]. to cause smb to trip. to charm [5a: m]. to muddle smb up [madil]. to trip smb with one's foot. to be tripped [tript]. to fit with a hoop [hu:p]. to encircle [insokil]. to be hooped [hu:pt]. to answer rudely. to tuck one's sleeves/clothes [tak]. to hang on a hook [huk]. to hook. to be hung on a hook.
çenilemek
161
çenilemek çentiklemek çentilmek çentmek çepellemek çepellenmek çerçevelemek çerçevelenmek çerezlenmek, çerez türünden birşey yemek: fırsattan faydalanmak: çeşitlemek çeşitlenmek çeşnilenmek çetin ceviz olmak çetinleşmek çetinleştirmek çetrefilleşmek çevik olmak çeviri yapmak çevirmek, değiştirmek
anlamında: Bunları dolara çevirebilir misiniz? Haklı söz, haksızı Bağdat'tan çevirir.
to to to to to to to to
howl [haul], notch. be notched [noct]. make a notch, spoil [spoyl]. get spoiled, frame [freym]. be framed.
to eat appetizers [e:pitayziz], to take advantage of an opportunity [opityu:niti]. to increase the variety [virayiti]. to increase in variety [inkri:s]. to be flavoured [fleyvid]. to be a hard nut (to crack). to get hard. to make a situation hard, to get complicated, to be nimble [nimbil], to translate [treinsleyt].
to change [ceync]. Can you change these into dollars? The right warning will make a wrongdoer change his ways [rongdu:wi], bir dilden bir dile tercüme etmek: to translate [tre:nsleyt]. Bunu Ingilizceye çevirebilir misiniz? Could you translate this into English? döndürmek anlamında: to rotate [routeyt]. dürüst olmayan hareket için: to hatch [he:5]. geri göndermek anlamında: to turn down. dönüştürmek anlamında: to turn into, to convert into [kinvo:t]. O günlerde, okulları hastaneye çevirmişlerdi. Those days, they had turned the schools into hospitals. giyecek için: to turn (a garment) inside out. sayfa ve yaprak için: to turn over. 95. sayfayı çeviriniz. Turn over to page 95. telefon için: to dial [dayil]. Bilinmeyen numaralar için 005'i çeviriniz. Dial 005 for directory inquiries [inkwayrriz]. bir yeri sarmak anlamında: to surround [siraund]. Burasını duvarla çevireceğiz. We shall surround this place with a wall. yolundan alıkonmak anlamında: to hold up. yönetmek anlamında: to manage [me:nic]. \ birleşikler ve deyimler | ahıra çevirmek to make a shambles of [se:mbilz]. alavere dalavere çevirmek to play a dirty trick, aleyhine çevirmek to alienate [eyliineyt]. Bu, herkesi aleyhine çevirmeye yeter. It's enough to alienate everyone against you. arka(sını) çevirmek to turn one's back on. baş çevirmek (birisinden) to turn away from. başaşağı çevirmek to face down [feys]. başında değirmen çevirmek to torment. başını çevirmek to turn away from. başka yöne çevirmek to divert [dayvo:t]. birkaç işi birden çevirmek to have many irons in the fire. O adam birkaç işi aynı zamanda çeviriyor. That man has many irons in the fire.
çevirmek (curcunaya)
162
to raise an uproar [apro:]. curcunaya çevirmek to wander around. çark çevirmek çekip çevirmek to lead by the nose [nouz]. Eşi, onu istediği gibi çekip çeviriyor. His wife leads him by the nose [li:dz]. ev için: to run a house. iş yeri için: to manage (a business) [me:nic]. çember çevirmek to roll a hoop [hu:p], dalavere çevirmek to hatch a plot [he:c]. dikkati başka yere çevirmek to distract attention from. Dikkatinizi konudan başka tarafa çevirmeye They are trying to distract your attention away çalışıyorlar. from the issue [isju:]. to wish to say smth but be unable to. dilinin altında evirip çevirmek Dilinin altında neyi evirip çeviriyorsun? What are you trying to say? to turn one's back on smb. dirsek çevirmek dolap çevirmek to be up to some mischief [misfit]. Sen ne dolaplar çeviriyorsun? What are you up to? durumu tersine çevirmek to turn the tables on smb. Yakında bu durumu tersine çevireceğiz. We shall soon turn the tables on them. to intrigue [intri:g]. dümen çevirmek to scheme [ski:m], entrika çevirmek etrafım çevirmek to enclose [inklouz]. Etrafını duvarla çevireceğiz. We shall enclose it with a wall. to turn over and over. evirip çevirmek fırıldak çevirmek to intrigue [intrkg]. film çevirmek to make a film. geri'çevirmek to turn down. We couldn't turn down such an offer. Böyle bir teklifi geri çeviremezdik. to turn away. We turned away thousands of fans from the gate. Binlerce futbolseveri kapıdan çevirdik. to send back. Send all these back. Bunların hepsini geri çeviriniz. to intrigue with [intri:g]. gizli işler çevirmek The opposition is intriguing with the industrialists. Muhalefet, sanayicilerle gizli işler çeviriyor. to go around in circles [so:kilz]. harman çevirmek to take advantage of smth through lies. ığrıp çevirmek to turn inside out. içini dışarıya çevirmek to reduce to a skeleton [ridyu:s]. iskelete çevirmek Years of privations have reduced him to a skeleton. Yoksulluk onu bir iskelete çevirmiş. to be up to smth. iş çevirmek to riddle with holes. kalbura çevirmek to roast a lamb on a spit [roust]. kuzu çevirmek to change the subject [sabcikt]. lafı çevirmek to manoeuvre [minu:vi]. manevra çevirmek to make smb look foolish. maskaraya çevirmek to make smb look ridiculous [ridikyulis]. maymuna çevirmek to render smb submissive [sibmisiv]. muma çevirmek to concentrate [konsmtreyt], bir noktaya çevirmek to be up to smth. numara çevirmek / wonder if your friend is up to something. Acaba, arkadaşın bir numara mı çeviriyor? to give one the cold shoulder [§ouldi]. omuz çevirmek (birine) to stir a commotion [kimousm], ortalığı çorbaya çevirmek to hint that someone is not wanted, pabuçlarını çevirmek (birinin) to make a mess of smth. paçavraya çevirmek to convert smth into money [kinvo:t]. paraya çevirmek
çevirtmek
163
parmağın ucuyla çevirmek pedal çevirmek, bisiklet için: makine isletmek için: pestile çevirmek piliç çevirmek sayfalan çevirmek Eski dergilerin sayfalarını çevirmeye bayılırım. serseme çevirmek sırt çevirmek Kendi kardeşi sonunda ona sırt çevirdi. Yardımına muhtaç olanlara nasıl sırt çevirirsin?
to do smth with ease and skill [i:z],
to pedal [pedil], to treadle [tredil]. to tire out [tayi], to roast chicken on a spit [roust], to thumb [tham], / enjoy thumbing through old magazines. to daze [deyz], to turn one's back on. His own brother finally turned against him. How can you turn your back on those who need your help? soyup soğana çevinnek to strip smb of everything. sözü çevirmek to change the subject [sabcikt]. şaşkına çevirmek to take by surprise[siprayz]. Sözleri beni şaşkına çevirdi. His words took me by surprise. tersine çevirmek to turn smth inside out. topaç çevirmek to spin a top. üstüne çevirmek (birinin) to turn over to smb. viraneye çevirmek to ruin [ruwin]. voli çevirmek to fish with a cast net [ka:st]. yaz boz tahtasına çevirmek to keep changing and countermanding orders. yüz çevirmek (birisine) to turn away from. Sonunda hepimiz ona yüz çevirmiştik. We all finally turned away from him. yüzüğü geri çevirmek to break off an engagement [ingeycmint]. yüzünü çevirmek to turn away. O manzara karşısında yüzümü nefretle geri çevirdim. / turned away at the sight with disgust. çevirtmek, geri göndermek anlamında: to have smth turned down, tercüme ettirmek anlamında: to have smth translated, çevrelemek to enclose [inklouz]. çevrelenmek to be surrounded [siraundid], iplerle çevrele(n)mek: to rope off [roup]. Bombalanan binayı polisler iplerle çevreledi. The bombed out building was roped off by the police. çevrilmek, yer bakımından: to be surrounded. tercüme olarak: to be translated [tre'.nsleytid]. çeyizlemek to equip with a trousseau [ikwip]. çeyizlenmek to be equipped with a trousseau [tru:sou]. çeyreklemek to bend and stretch a baby's limbs [limz], çıban başı olmak to be/become a serious problem. *Sivilceyi kurcalama çıban edersin. Don't dwell too much on small problems or else you'll make them bigger. çıfıtlık etmek to deceive [disi:v]. çığırmak (türkü için) to sing a folk song. çığırtmak to have smb called [ko:ld]. çığrışmak to cry out against one another. çıkagelmek to turn up suddenly [sadinli]. çıkar yolu olmak there to be a way out. Bunun çıkar yolu yok gibi. There seems to be no way out. Beklemekten başka çıkar yolu yok. There's nothing to do but wait. çıkarı olmak (bir işte) to have an axe to grind [graynd].
çıkarılmak
164
çıkarılmak, dışarı almak anlamında: İskemleler dışarı çıkarılmamalıdır. bir şeyden...: Bu listeden on kalem çıkarıldı. [birleşikler ve deyimleri açığa çıkarılmak çürüğe çıkarılmak (asker için) işten çıkarılmak çıkarmak, (ayrıca bak: çıkarmamak) dışarı almak anlamında: Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. dışarı atmak: Onu oradan çıkarmaya çalışıyorlar. fırça ile...: gibi göstermek anlamında: giysi için: belirli hastalıklar için: Kızamık çıkarıyor. hatırlamak anlamında: Onun kim olduğunu çıkaramıyorum, işten anlamında: Personelin bir kısmını çıkarmamız gerek. leke için: Bütün lekeleri çıkarır. kayıt için: Listeden bazı isimleri çıkaracağım.
to be taken out. Chairs are not to be taken out. to be removed from [rimu:v]. Ten items were removed from the list. to be removed from office [rimu:vd]. to be invalidated out of the army, to be dismissed [dismist].
to take out [teykaut]. A fool threw a stone into a well, and forty wise men couldn't get it out. to expel [ikspel]. They are trying to expel him from there. to brush off [brasj. to expose smb as [ikspouz]. to take off. to catch. She has caught the measles [mi:zilz]. to place [pleys]. I can't place him. to dismiss. We have to dismiss some of the staff. to remove [rimu:v]. // will remove all stains. to cross out. I'm going to cross out some of the names on the list. to delete [di:li:t]. Metinden birkaç cümle çıkarmışlar. They've deleted a few sentences from the text [sentinsiz]. kavramak anlamında: to make out. kusmak anlamında: to throw up. Yediği kahvaltıyı çıkardı. She threw up her breakfast. misil olarak: a) iki misline çıkarmak: to double [dabil], h) üç misline çıkarmak: to triple. Teklif edileni iki misline çıkarıyorum. I'm doubling what has been offered. matematik bakımından: to subtract [sibtre:kt]. silmek anlamında: to strike off [strayk]. Adını listeden çıkarmışlar. They've striken off your name from the list. sürenin sonunu getirmek anlamında: to last. Bu parayla bir haftayı zor çıkarırız, This money will last hardly a week. to bring out. ürün bakımından: Bu hafta, yeni bir ürün çıkarıyorlar, They're bringing out a new product this week. yayımlamak anlamında: to bring out. Yeni bir dergi çıkanyorlarmış. It seems they're bringing out a new magazine. yerinden...: to extract [ekstre:kt]. Tatlı dil yılanı delikten çıkarır. (Kindness does more than harshness.) bir yerden atmak anlamında: to expel. yıkayarak...: to wash off. Yıkarsan çıkar. It will wash off. Bu marka kan lekelerini çıkarır mı? Does this brand wash off blood stains?
çıkarmak (acısını başkasından)
165
to drag out of. Polis onu salondan zorla çıkardı. The police dragged him out of the hall. ; birleşikler ve deyimler | Kötü söz insanı dininden çıkarır. Harsh words will arouse a man's anger. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır. Sweet words will charm a snake. to take it out on smb. acısını başkasından çıkarmak to make smb pay for. acısını birisinden çıkarmak Ben, bunun acısını ondan çıkarırım. I'll make him pay for it. to take revenge for [rivenc]. acısını çıkarmak açığa çıkarmak, to bring out (a matter) in the open. konu için: to remove from office. mevki için: to innovate [imveyt]. adet çıkarmak to decree a general pardon [pa:din], af çıkarmak to spill the beans [bi:nz]. ağzındaki baklayı çıkarmak to draw arbitrary conclusions [kinklu:jm]. ahkâm çıkarmak to forget all about it. aklından çıkarmak Sen bunu aklından çıkar. You'd better forget all about it. Bu fikri aklından çıkarabilirsin. You can put this idea out of your head. to put an interpretation to it. anlam çıkarmak Bundan, böyle bir anlam çıkarmak doğru değil. It is not right to put such an interpretation to it. to infer from. Bundan ne anlam çıkarıyorsun? What do you infer from this [infö:]? to put matters straight [streyt]. arabasını düze çıkarmak to get smth out of the way. aradan çıkarmak to disembark troops [disimba:k]. asker çıkarmak askıya çıkarmak to post the banns. ayağını çıkarmak to take off one's shoes. ayakkabı çıkarmak to take one's shoes off. Ayakkabılarınızı çıkarmak zorundasınız. You have to take your shoes off. to make a copy of. aynını çıkarmak baklayı ağzından çıkarmak to let the cat out of the bag. başına dert çıkarmak to cause trouble to [trabil]. başına iş çıkarmak (birinin) to make difficulties for [difikiltiz]. baştan çıkarmak to seduce [sidyu:s]. bela çıkarmak to cause trouble [ko:z]. belaya davet çıkarmak to invite trouble [trabil]. Sen neden belaya davet çıkarıyorsun? (You'd better let sleeping dogs lie [lay].) beyaza çıkarmak to make a clean copy (of). to clear one's character [ke:rikti]. itham bakımından: to do a job easily. bir çırpıda çıkarmak (bir işi) to earn just enough for one's food. boğazını çıkarmak böcek çıkarmak (silkworms) to hatch [he:ç]. bulup çıkarmak to find out. Kısa olanı bulup çıkarmak çok kolay. It's very easy to spot the short one. to ferret out. gizli ve saklı şeyler için: to wear out. canını çıkarmak to be far superior to. cebinden çıkarmak (birini) to wear out [weraut]. cıcığını çıkarmak to put out to pasture [pa:sçı]. çayıra çıkarmak çekip çıkarmak to pull out. Fişi prizden çekip çıkar. Pull out the plug from its socket. to raise from the dunghill, (çamurdan) çekip çıkarmak to have a boil [boyl]. çıban çıkarmak zorla...:
çıkarmak (çıngar) çıngar çıkarmak çiçek çıkarmak
166
to start a quarrel [kworil], to have smallpox. Hepimiz çocukken çiçek çıkardık. We all had smallpox as a child. çile çıkarmak to pass through a severe trial [trayil], çileden çıkarmak to infuriate [infyu:rieyt], çürüğe çıkarmak to scrap. Bu çok eski gemiyi çürüğe çıkaracaklar. They're going to scrap this very old ship. to discharge smb as unfit for service. askerlik bakımından: dağarcığmdakini çıkarmak to say what one has in one's mind. dedikodu çıkarmak to tell tales about [teylz]. deveyi düze çıkarmak to overcome difficulties [difikiltiz]. dırdır çıkarmak to have a slight quarrel. dırıltı çıkarmak to kick up a squabble [skwobil]. dışarı çıkarmak to stick out. Başınızı dışarıya çıkarmayınız. Don't stick your head out. dilini çıkarmak to put out one's tongue [tang]. dininden çıkarmak to infuriate [infyu:rieyt]. Kötü söz insanı dininden çıkarır. Harsh words infuriate people. diş çıkarmak to cut a tooth. duman çıkarmak to give off smoke. ekmeğini çıkarmak to earn enough to get along [6:n]. ekmeğini taştan çıkarmak to make a living under any circumstances. Er olan ekmeğini taştan çıkarır. (A brave man will earn his livelihood from anything.) elden çıkarmak, , kurtulmak anlamında: to get rid of. satmak anlamında: to dispose of [dispouz]. Bu malı bugünlerde elden çıkarmak zor. It's difficult to dispose of these goods nowadays. Şu anda onları elimden çıkarmak istemiyorum. I don't want to part with them at the present [prezmt]. vazgeçmek anlamında: to dispense with. Bu belgeleri elden çıkaramayız. We can't dispense with these documents. engel çıkarmak to raise difficulties [reyz]. evden çıkarmak to evict. fesat çıkarmak, insanları birbirine düşürmek: to set people against one another. ortalığı karıştırmak anlamında: to plot mischief [miscif]. fetva çıkarmak to lay down the "canonical" law. fotokopi çıkarmak to photocopy. foyasını çıkarmak to expose [ikspouz], gazete çıkarmak to publish a newspaper [pablisj. geceyi çıkarmak to live through the night. Bu geceyi çıkarırsa mucize olur. It'll be a miracle if he lives through the night göklere çıkarmak to praise to the skies [preyz]. Yeni öğretmenini göklere çıkardı. He praised his new teacher to the skies. görevden çıkarmak to discharge [discax]. göz çıkarmak to be a sore [so:]. Fazla mal göz çıkarmaz. A little extra of a good thing does no harm. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Let's not spoil the lot while trying to better things [spoyl]. gözden çıkarmak to sacrifice [se:krifays]. gözlüğünü çıkarmak to take off one's glasses. gözünü çıkarmak (bir şeyin) to do great harm. güçlük çıkarmak to make difficulties (for) [difikiltiz].
çıkarmak (gümrükten)
167
gümrükten çıkarmak gün ışığına çıkarmak günah çıkarmak gürültü çıkarmak, ses bakımından: tartışma bakımından: haç çıkarmak Maçtan önce daima haç çıkarır. hadise çıkarmak haklı çıkarmak haklı çıkarmak (birini). haksız çıkarmak (birini). haraca çıkarmak hatırından çıkarmak hesap çıkarmak hıncını çıkarmak (birisinden) hır çıkarmak hırsını birisinden çıkarmak hiçten bir mesele çıkarmak hisse çıkarmak (-den) hizmetten çıkarmak hülâsasını çıkarmak hurdaya çıkarmak ıcığını cıcığını çıkarmak ıskartaya çıkarmak istavroz çıkarmak icat çıkarmak içini dışına çıkarmak iki katına çıkarmak
to clear through the customs [kastimz]. to bring to light. to confess one's sins. to make a noise. to kick up a fuss [fas]. to cross oneself. He always crosses himself before the game. to provoke an incident [pnvouk]. to justify [castifay]. to prove smb right [pru:v]. to prove smb to be wrong. to put up to auction [o:k§in]. to forget. to make out the accounts [lkaunts], to take revenge on [nvenc]. to kick up a row [rou]. to wreak one's wrath on smb [ri:k]. to make a fuss about nothing. to take offence at [lfens]. to dismiss from service [sovis]. to extract [ikstre:kt]. to scrap. to examine thoroughly [igze:min]. to discard. to cross oneself. to start unnecessary innovations. to turn smth inside out. to double [dabil]. How can we double the output?
Üretimi iki katına nasıl çıkarabiliriz? iş çıkarmak to do some work. iş bitirmek anlamında: zorluk anlamında: to create difficulties [krieyt]. işin içinden iş çıkarmak to keep raising difficulties. işten iş çıkarmak to raise unnecessary objections. işten çıkarmak to dismiss. to lay off. geçici olarak: Birkaç işçiyi geçici olarak işten çıkaracaklar. They're going to lay off a few workers. to send off. yol vermek anlamında: Bu hafta dört yüz işçiyi işten çıkardılar. Four hundred men were sent off this week. to discharge. İşten çıkarmadan özelleştirme. Privatization without discharging workers. to dismiss. Personelin bir kısmını çıkarmamız gerekecek. We'll have to dismiss some of the staff. iyi bir döğüş çıkarmak to put up a good fight [fayt]. kabahatli çıkarmak to put the blame on [bleym]. kadastrosunu çıkarmak to make a cadastral survey of [so:vey]. kafasından çıkarmak to put smth out of one's head. kalıbını çıkarmak to make a mold of. kamburunu çıkarmak to arch [a:cj. kanun çıkarmak to pass a law [lo:]. Kim çıkardı bu kanunu? Who passed that decree [pa:st]? kâr çıkarmak (bir şeyden) to profit by. karaları çıkarmak to come out of mourning [morning].
çıkarmak (karaya)
168
karaya çıkarmak kargaşa çıkarmak karışıklık çıkarmak kaş yapayım derken göz çıkarmak kavga çıkarmak Herkesle kavga çıkarma huyu var. kazıp çıkarmak kendine şeref payı çıkarmak kepazelik çıkarmak kesip çıkarmak Modelleri kesip çıkarsınlar. keyfini çıkarmak (-yin) keyfini çıkarmak İstanbul'da son günümüz, dolayısıyla keyfini çıkarmaya karar verdi. kınından çıkarmak kıssadan hisse çıkarmak kışı çıkarmak Bu ceket kışı çıkarır. Üç ton odun kışı çıkarmaz. kıyıya çıkarmak kızamık çıkarmak kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak koku çıkarmak Çok kötü bir koku çıkarıyor. kopyasını çıkarmak kulaktan pamuğu çıkarmak lakırdı çıkarmak leke çıkarmak leşini çıkarmak mana çıkarmak (bir şeyden) masrafını çıkarmak, geri almak anlamında: Masrafımızı ancak çıkarabileceğiz. karşılamak anlamında: Proje masrafını çıkaracaktır. maskarasını çıkarmak (birinin) mesele çıkarmak meydana çıkarmak mezata çıkarmak moda çıkarmak müşkülat çıkarmak nafakasını çıkarmak netice çıkarmak sonuca varmak anlamında: Sözlerimden ne gibi bir netice çıkarıyor? olay çıkarmak Bir grup, olay çıkarmak için çok uğraştı. ortaya çıkarmak Gazeteci, onunla ilgili yeni gerçekler ortaya çıkardı. Araştırma, unutulmuş gerçekleri ortaya çıkardı.
to land. to cause confusion [kinfyu:jin]. to stir up trouble [trabil]. to make matters worse while trying to better things. to pick a quarrel [kwonl]. He has the nack of picking a quarrel with everyone. to dig out. to take credit for. to make a scene [si:n]. to cut off/out. Let them cut out the models. to enjoy oneself. to make the most of it. It's our last day in Istanbul, so we've decided to make the most of it. to unsheathe [an§i:th]. to draw a lesson from. to last the winter. This coat will last the winter. (Three tons of wood won't see us through winter.) to land. to have the measles [mi:zilz]. to show up smb's misdeeds, to give off a smell. . It gives off a very bad smell. to copy. to become attentive [itentiv]. to spread gossip. to remove a stain [steyn]. to beat the tar out of. to interpret wrongly. to recover one's expenses. We'll just be able to recover our expenses. to pay for itself. The project will pay for itself. to make smb a laughing-stock. to make a fuss [fas]. to bring smth to light. to put smth up for auction [o:k§in]. to bring into fashion [fe:§in]. to raise difficulties [reyz]. to earn one's living [6:n]. to draw a conclusion [kinklu:jm]. to infer [info:]. What does he infer from my remarks? to stir trouble. A group tried hard to stir up trouble. to dig up. The journalist dug up new facts about him. to reveal [rivkl]. The investigation revealed long forgotten facts. to bring out.
çıkarmak (oyun)
169
Tüm kirli çamaşırları ortaya çıkaracağız. İncelemeler bir sürü yasadışı faaliyeti ortaya çıkardı. oyun çıkarmak, sahne sözkonusu ise: spor sahasında: öfkesini birinden çıkarmak ölüyü mezardan çıkarmak örneğini çıkarmak özet çıkarmak paçavrasını çıkarmak para çıkarmak parasını çıkarmak pastırmasını çıkarmak (birinin) patırtı çıkarmak pazara çıkarmak Herkes aklını pazara çıkarmış, yine kendi aklını beğenmiş. pestilini çıkarmak posasını çıkarmak, çok dövmek anlamında: son damlasına kadar kullanmak: sonuna kadar sömürmek: postunu çıkarmak, hayvan sözkonusu ise: birinin...: rehinden çıkarmak resmini çıkarmak rezalet çıkarmak Herkesin önünde rezalet çıkarmanın anlamı ne? rızkını çıkarmak rölövesini çıkarmak satılığa çıkarmak satışa çıkarmak Devlet tüm fabrikalarını satışa çıkarıyor. ses çıkarmak sesini çıkarmak Neden sesinizi çıkarmıyorsunuz? sırtından çıkarmak (birinin) sızıltı çıkarmak silip çıkarmak sinekten yağ çıkarmak Bu, sinekten yağ çıkarmak gibi şey. sonuç çıkarmak Bundan birçok sonuç çıkarabilirim. Bu yazıdan ne sonuç çıkarıyorsun? sonucu çıkarmak Bundan, haksız olduğum sonucunu çıkarıyorum. Bu sonucu nereden çıkardın? Söylediklerinden arkadaşın olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? sorun çıkarmak Sorun çıkaracaksa, onu geri gönderirim.
We'll bring out all their dirty linen. to bring to light. Investigations brought to light a number of illegal activities [e:ktivitiz]. to put on a performance [piftxmins]. to play a game. to vent one's anger on smb [e:ngi]. to exhume [ekshyu:m], to make a copy of. to make an outline [autlayn]. to leave smb drained of strength [dreynd]. to issue money [isyu:]. to pay its own cost. to give smb a good thrashing. to kick up a row. to put smth up for sale [seyl]. Everyone in the end would rather keep his own point of view. to beat smb to a jelly. to beat the tar out of smb. to make the fullest possible use of smth. to exploit smb/smth to the full. to skin. to beat the daylights out of smb. to take out of pawn, to have one's picture taken, to make a scene [si:n]. What's the point of making a scene in public? to earn one's daily bread [o:n]. to determine the original design [dizayn]. to offer for sale. to put up for sale [seyl]. The state is putting up for sale all the factories. to speak, to speak up. Why don't you speak up? to get smth at smb's expense [ikspens]. to give rise to murmuring [momiring]. to rub off/out [rab], to skin a flint. (It's like being on a fool's errand.) to draw a conclusion [kinklu:jin]. / can draw a lot of conclusions from this. What conclusion do you draw from this writing? to deduce [didyurs], / deduce from this that I was wrong. Where did you deduce it from? May we deduce from what you're saying that he was your friend? to cause trouble [ko:z]. I'll send her back, if she's going to cause trouble.
çıkarmamak
170
to beat the living daylights out of smb. sucuğunu çıkarmak to find smb guilty [gilti], suçlu çıkarmak to exonerate [igzomreyt], suçsuz çıkarmak to make a copy. suret çıkarmak to make a copy of. suretini çıkarmak (bir şeyin) to extrat juice from [cu:s]. suyunu çıkarmak to raise one's hat to smb. şapka çıkarmak (birine) to get the most of. tadını çıkarmak Buranın tadını çıkarmaya bakın. See that you make the most of it while here. Hayatın tadını çıkarmaya çalışın. Try to enjoy life fully. to put smb on the throne [throun]. tahta çıkarmak to be far superior to [syu:piriyi]. taş çıkarmak to be extremely strong. taşın suyunu çıkarmak Taşı sıksa suyunu çıkarır. He is incredibly strong. to create unpleasantness [anplezintnis]. tatsızlık çıkarmak to put (money) into circulation [sö:kyuleyşın]. tedavüle çıkarmak to be clever at obtaining the impossible. tekeden süt çıkarmak temize çıkarmak to clear. Arkadaşını temize çıkarmaya çalışıyorsun, You're trying to clear your friend. adını temize çıkarmak: to clear one's name. Adını temize çıkarmak istemiyor musun? Don't you want to clear your name? kendini temize çıkarmak: to clear oneself of. temizleyip çıkarmak to clean off. toprağından çıkarmak to uproot [apru:t] smb from their land. Yerlileri topraklarından çıkardılar. The natives were uprooted from their land. tulum çıkarmak, to skin. hayvan bakımından: to win all the seats. seçim bakımından: DP'nin, bölgede tulum çıkarması bekleniyor. DP is expected to win all the seats in the region. to take off one's things. üstünü çıkarmak Üstünüzü çıkarıp istirahat ediniz. Take off your things and get some rest. to weave a web of lies [layz], yalan dolan çıkarmak to prove smb to be a liar [layı]. yalancı çıkarmak yalanını çıkarmak (birinin) to give the lie to smb [lay]. yangın çıkarmak to start a fire [fayı], yanlışını çıkarmak to find smb's mistake [misteyk], yasa çıkarmak to enact laws [ine:kt], yazıyı çıkarmak to decipher a handwriting [disayfi]. yıkayarak çıkarmak to wash off [wo:ş]. yırtıp çıkarmak to tear out [teraut]. Kim bu rehberden bir sayfayı yırtıp çıkardı? Who tore out a page from this guide book? yorgunluğunu çıkarmak to rest from one's fatigue [fiti:g]. yüzünü ak çıkarmak to be a source of pride [prayd], yüzünü kara çıkarmak to embarrass smb greatly [imbe:ris]. zevkini çıkarmak to enjoy smth to the full. zmltı çıkarmak to squabble [skwobil]. zıvanadan çıkarmak to make smb go insane [inseyn]. zorluk çıkarmak to make things difficult. çıkarmamak, | birleşikler ve deyimler j çıt çıkarmamak to keep silent [saylint]. Çıt çıkarmamaya çalış. Try not to make any sound [saund]. hatırından çıkarmamak to keep in mind [maynd].
çıkartmak
171
ses çıkarmamak, ağzını açmamak anlamında: göz yummak anlamında: görmemezlikten gelmek: sesini çıkarmamak ihraz etmemek anlamında: çıkartmak, ettirgen anlamda: Bunları buradan çıkartınız. Kiracıyı bu şekilde çıkartamazsınız. etken anlamda: bak çıkarmak Bunu da nereden çıkartıyorsun? Şimdiye kadar iki dergi çıkarttılar. Listeden iki isim çıkartmışsın. | birleşikler ve deyimler | Fazla mal göz çıkartmaz. boşa çıkartmak diş çıkartmak göklere çıkartmak Bu adamı neden göklere çıkarttınız? güçlük çıkartmak günah çıkartmak hesap çıkartmak kamburunu çıkartmak kanun çıkartmak Hükümet böyle bir kanun çıkartamaz. kaşıkla yedirip sapıyla gözünü çıkartmak kesip çıkartmak Dergilerden resim kesip çıkartsınlar. kiracıyı çıkartmak resmini çıkartmak sorun çıkartmak Durup durup sorun çıkartıyor. şapka çıkartmak Buna şapka çıkartılır. taş çıkartmak (birine) Sen ona taş çıkartırsın. çıkılamak çıkılmak Buradan yukarı çıkılır mı? çıkın etmek çıkın yapmak çıkınlamak çıkıntı yapmak Bu kısım açıkça bir çıkıntı yapıyor. çıkış yapmak, gitme bakımından: konuşma bakımından: çıkışmak, boy ölçüşmek anlamında: azarlamak anlamında: para bakımından: Param çıkışmadı.
not to say anything. to condone [kmdoun]. to overlook. to keep quiet [kwayit]. to raise no objection [obcek§m], to have smth removed. Have these removed from here. to have smb evicted. You can't have the tenant evicted this way. How do you make that out? They've published two magazines so far. You've deleted two names from the list. One can't have too much of a good thing. to cause smth to come to nothing. to have a tooth extracted [ikstrerktid], to praise smb to the sky [preyz]. Why did you praise this man to the sky? to raise difficulties [difikiltiz]. to confess [kinfes]. to make out the accounts [ikaunts]. to hunch one's back [hang]. to pass a law [lo:]. The government can't pass such a law. to spoil a good deed by a bad one. to cut out. Let them cut out pictures from magazines. to evict a tenant. to have one's picture taken. to create problems. He is always creating problems. to take one's hat off. You can take your hat off to that. to be far superior to smb. You're far superior to him. to wrap smth into a bundle [bandil]. to go out/up. Could one go up from here? to bundle [bandil], to make a bundle, to tie up in a bundle, to stand out. This part clearly stands out. to check out. to scold. to enter into rivalry with [rayvilri]. to scold [skold]. to be sufficient [sifisint]. My money wasn't sufficient.
çıkıştırmak
172
to make money suffice for [sifays]. çıkıştırmak çıkmak, (ayrıca bak: çıkmamak) to leave. bir yerden ayrılmak, girmek: Ben oradan çıkalı yıllar oldu. / left that place years ago. Biraz önce çıktılar. They left a moment ago. Lütfen buradan çıkınız. Please leave this place. Rüşvet kapulan girince, insaf bacadan çıkar. (When bribes are given and taken, justice goes by the board [castisj.j Zor kapıdan girince, şeriat bacadan çıkar. (There can be no justice where the law of force prevails [privelyz].) Siz daireden saat kaçta çıkarsınız? What time do you leave office? Hastalık kantarla girer, miskalle çıkar. (Illness comes on horseback but goes away on foot.) Sudan çıkmış balık gibiyim. I'm like a fish out of water. to come out. bir yerden gelmek anlamında: İmam evinden aş, ölü gözünden yaş çıkmaz. (It's no use looking for something where it isn't.) Dayak cennetten çıkmıştır. (Corporal punishment is an element of education [ecukeysm].) to start. başlamak anlamında: Yangın nasıl çıktı? How did the fire start? to break out. İkinci dünya savaşı neden çıktı? Why did W.W. II break out? Yangın çıkarsa paniğe kapılmayın, If fire breaks out don't panic [pe:nik]. başvurmak anlamında: to go/see. Bizi es geçip direkt müdüre çıkamazsın. You can't ignore us and go straight to the manager. Ben müdüre kadar çıkacağım, I shall go and see the manager. bir yerden dışarı: to leave, to go out. Hazır çıkmışken, bir şeyler alalım. Seeing that we are out, let's buy a few things. Çıkmak üzereydim. I was about to leave. Bir kulağından girip, öbür kulağından çıktı, It went in one ear and out of the other. diş için: to erupt [irapt]. to be produced from [prodyu:st]. elde edilmek anlamında: Bu üzümden çıkar. It's produced from grapes [greyps], to be subtracted from [stbtre:ktid]. matematik bakımından: to move out [mu:v]. ev için: to go out. flört etmek anlamda: O kız her erkekle çıkmaz, That girl won't go out with just any boy. gerçekleşmek, doğrulamak: to come true. Söylediklerim bir bir çıktı. (I predicted all these correctly). Rüyalarım doğru çıktı. My dreams have come true. to turn out. Dediğin çıktı. It turned out as you said. to sneak out [sni:k]. gizlice...: Toplantıdan gizlice çıkabilir misin? Could you sneak out of the meeting? to slip away. görünmeden...: Kimseye görünmeden arka kapıdan çıktım, / slipped away through the back door. içinden çıkmak anlamında: to come out. Kutudan bu oyuncaklar çıktı. These toys came out of the box. to originate [iricineyt]. kaynak olarak: Bütün bunlar nereden çıktı? Where did all this originate from? Yangın ilk önce nerede çıktı? Where did the fire originate? Bu fikirler kimden çıktı? Where did these ideas originate with? İki eğriden bir doğru çıkmaz. (Two wrong deeds do not make a rightful one.) to land. karaya ayak basmak anlamında: Atatürk 1919'da Samsun'a çıktı. Ataturk landed at Samsun in 1919.
çıkmak
173 leke için: Bu lekenin kolay çıkacağını sanmıyorum. Mürekkep lekeleri öye yıkamakla çıkmaz. Bu leke gerçekten çıkar mı? Yıkarsan çıkar. meydana çıkmak anlamında: Babamın seyahati çıktı, (beklenmedik anda) meydana çıkmak: Yine ne çıktı? Sürekli problem çıkıyor. Hangi taşı kaldırsan, altından o çıkar. Bunların alıcısı çıkmazsa, ben alırım. Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu. Karpuz kabak çıktı. mezun olmak anlamında: Bu fakülteden çıkanlar iş bulamıyor. netice olarak: Beklediğimiz gibi çıkmadı. Vermişsem ne çıkar? Bundan bir şey çıkmaz. Bunun neticesi dediğime çıkar. An beni bir kozla, varsın çürük çıksın, niteliğini kaybetmek anlamında: Arpa ektim, darı çıktı. Bunlar insanlıktan çıktı, pay düşmek anlamında: Kur'a kime çıktı? Ne çıkarsa bahtına. Kısmetinde olan kaşığına çıkar, işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına. piyasada görünmek anlamında: Bezelye çıktı. sonuca ulaşmak anlamında: Temiz iş altı ayda çıkar. bir şeye çıkmak: Biz yarın ava çıkacağız. tuvalete gitmek anlamında: ulaşmak anlamında: Bu yol nereye çıkar? yayılmak anlamında: Delikten pis kokular çıkıyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Eğri bacanın dumanı doğru çıkar. anlamında: Bu dergi yılda iki defa çıkar. yerinden çıkmak anlamında: eşya için: Etiket yerinden çıktı. Ok yaydan çıktı. Çivi çıkar ama yeri kalır. bacak ve kemik için: yayımlamak
to wash out. / don't think this stain will wash out easily. Ink stains don't just wash out. come out. Will this stain really come out? (You can wash it off.) to turn up. My father's travel has turned up. to crop up. What has cropped up again? Problems keep cropping up. to turn up. He always turns up everywhere. I'll buy them if no buyer turns up. (Not to be as innocent as one looks.) to turn out. The water-melon turned out to be tasteless. to graduate from [gre:cyu:wit]. The graduates of this faculty can't find a fob. to come up. It didn't come up as we expected [ikspektid]. If I've given it, what of it? It won't make any difference. (It all adds up to what I've said.) Even a trifle as a gift strengthens ties. to lose [lu:z]. (7 was bitterly disappointed.) These people have lost all sense of humanity. to fall to one's lot. Who did the lot fall upon? (Don't expect too much.) One gets what fate brings one. Hope for the best but be prepared for the worst. to appear on the market [ipi:]. Peas have appeared on the market [pi:z]. to take time. It takes time to do a job well. to go. We'll go hunting tomorrow. to go to the toilet [toylit]. to lead [li:d]. Where does this road lead to? come out. A foul smell is coming out of the hole. (There is no smoke without fire.) to rise [rayz]. Smoke will rise straight from a crooked chimney. to come out. This magazine comes out twice a year. to come off. The label has come off. (The die is cast [day].) (A broken heart never quite heals.) to dislocate [dishkeyt].
çıkmak (acısı tepesinden)
174
yetecek ölçüde olmak: Bu kumaştan bir etek çıkar mı? Bundan bir palto çıkmaz. Bir koyundan iki post çıkmaz. yolculuk için: Saat kaçta çıkacağız? yükseklik bakmandan: Beşinci kata çıktılar. Merdiven ayak ayak çıkılır, yükselmek anlamında: Ateşi kırk dereceye çıktı. Fiyatı bu hafta çıktı. |birleşikler ve deyimleri Arpa ektim, darı çıktı. Balık kavağa çıkınca. Artık çok geç, ok yaydan çıktı. Ne doğrarsan çanağına, o çıkar kaşığına. acısı tepesinden çıkmak açığa çıkmak, mevki bakımından: meydana çıkmak bakımından: açığı çıkmak adam içine çıkmak adı çıkmak ' Adamın adı çıkacağına canı çıksın. Adın çıkacağına çanın çıksın. adı -ye çıkmak adı deliye çıkmak Böyle birşey yapmaya kalksam, adım deliye çıkar. adı fenaya çıkmak adı kötüye çıkmak ağzından çıkmak Ağzından çıkanı kulağın işitsin. Özür dilerim, ağzından çıkıverdi. ağzından girip burnundan çıkmak Ağzından söz dirhemle çıkıyor. ahi çıkmak Alma mazlumun ahım çıkar aheste aheste. aklı zıvanadan çıkmak aksilik çıkmak Bir aksilik çıktı. altından çıkmak Altından ne çıkacak bilinmez. altından girip üstünden çıkmak anlaşmazlık çıkmak Aramızda anlaşmazlık çıkmadı. aradan çıkmak arka çıkmak ateşi çıkmak ava çıkmak Belki de ava çıkarız.
to be sufficient for [sifijmt]. Will this cloth be sufficient for a skirt? This is not enough for a coat. You can't get two hides out of a sheep. to set out/off. What time shall we set out? to go up. They went up to the fifth floor [flo:]. (Success is achieved step by step.) to rise [rayz]. His fever has gone up to forty degrees. Its price has risen this week. (I was bitterly disillusioned [disilu:jind].j When pigs have wings. The die is cast, it's too late now. What you put in your pot will come into your spoon. to feel sorry about. to be removed from office [rimu:vd], to become known. to have a shortage in one's account [lkaunt]. to mix with people. to get a bad reputation [repyuteygm]. It's better to lose one's life rather than lose one's good reputation [lu:z], (Give a dog a bad name and hang him.). to have a bad reputation for. to get the reputation for being mad. /// were to do such a thing, I would be thought as being mad [tho:t], to get a bad name. to get a bad reputation. to slip out of one's mouth. Do you realize what you're saying [rkyilayz]? I'm sorry, it just slipped out of my mouth. to get around smb by tricks. It's hard to get anything out of him. (one's curse) to take effect [ifekt]. Don't ever provoke the curse of the oppressed. to go crazy [kreyzi]. to go wrong. Something has gone wrong. to come out from under. (The outcome is uncertain [anso:tin].) to squander a fortune [forcin], (misunderstanding) to arise [irayz]. There was no misunderstanding between us. not to interfere [intifi:]. to back smb up. to have one's fever go up [fi:vi]. to go hunting. Maybe we could go hunting.
çıkmak (aynı kapıya)
175
aynı kapıya çıkmak Aynı kapıya çıkar. aynı yola çıkmak Hepsi aynı yola çıkar. balığa çıkmak baltası kütükten çıkmak baskın çıkmak Bu işten baskın çıkmalıyız. baş köşeye çıkmak başa çıkmak Biz beklenmedik her durumla başa çıkabiliriz. Bu adamla ancak ben başa çıkabilirim. başabaş çıkmak Galiba bu yıl başabaş çıkacağız. başına çıkmak Bir gün başımıza çıkacak. Bu adam başımıza çıktı. başına iş çıkmak Başımıza iş çıkacak. başının altından çıkmak Bütün bunlar onun başının altından çıktı. baştan çıkmak, kandırılmak
anlamında:
kontrolden...:
bildik çıkmak bir kapıya çıkmak ikisi de bir kapıya çıkar. bir yola çıkmak birinci çıkmak boku çıkmak borç gırtlağa çıkmak borçlu çıkmak boş çıkmak piyango söz konusu ise:
burnuna çıkmak canı çıkmak, ölmek
anlamında:
yıpranmak
anlamında:
İnsanın adı çıkacağına canı çıksın. Can çıkmayınca huy çıkmaz. Çıkmadık candan umut kesilmez. Altta kalanın canı çıksın! Canı çıkasıca! Canı çıksın! cılız çıkmak cılk çıkmak, boş
anlamda:
bozuk yumurta
anlamda: için:
cinleri başına çıkmak çarşıya çıkmak çığırından çıkmak Durum çığnndan çıkıyor. çırpıdan çıkmak
to amount to the same thing [imaunt]. It all amounts to the same thing. to lead to the same result [rizalt]. It all leads to the same result. to go out fishing. to be rid of trouble. to get the upper hand (over). We must get the upper hand of this. to put oneself in the place of honour. to cope with [koup]. We can cope with any unforseen situation. Only I can cope with this man. to come out just right. (I think this year we'll break even.) to take liberties with. One day he'll start taking liberties with us. This man is becoming a nuisance [nyusms]. to get oneself into trouble [trabil]. (You're in for trouble.) to be at the bottom of. He is at the bottom of all this [batim]. to be seduced [sidyuist]. to get out of control [kintroul]. to turn out to be an old acquaintance [lkweyntins]. to come to the same thing. Both amount to the same thing. to amount to the same thing [imaunt]. to be first. to have one's ugly side revealed [rivi:ld]. to be up to the ears in debt [det]. to end up as a debtor [deti]. to come to nothing. to hit a blank [ble:nk], to become unbearable [anbembil]. to die [day]. to be exhausted [igzo:stid]. It's better to die than get a bad name. A habit will last a life time. While there's life there's hope. May the devil take the hindmost [hayndmoust]/ May he die, the rogue! May the devil take him! to be puny [pyu:ni], to come to nothing, to be spoiled [spoyld]. to be addled [e:dild]. to get furious [fyuryis]. to go shopping, to get out of hand. The situation is getting out of hand. to get out of line.
çıkmak (çileden)
176
çileden çıkmak to be infuriated [infyu:riyeytid]. çizmeden yukarı çıkmak to meddle with things one doesn't understand. Çizmeden yukarı çıkmayınız. Don't meddle with things you don't understand. çürük çıkmak to prove to be unsound [ansaund]. çürüğe çıkmak to be discharged [discaxd]. dağa çıkmak to take to the hills. dalıp çıkmak to take a quick dip. dediği çıkmak to turn out as one said. Her şey dediğim gibi çıktı. Everything has turned out as I said. denetimden çıkmak to get out of control [kintroul]. Sokak gösterileri denetimden çıkmıştır. The street protests have got out of control. dinden imandan çıkmak to lose all patience [peysms]. dışarı çıkmak to go out. büyük aptes için: to go to the toilet. -den...: to get out. fek sıra ile: to file out [fayl]. ucu...: to stick out. dışarıya çıkmak to go out. Dışarıya çıkmayınız, olmaz mı? Don't go out, will you? to prove to be right. doğru çıkmak Söylediklerimin hepsi doğru çıktı. Everything I said proved to be true. to come true. Rüyalarım doğru çıktı. My dreams have come true. döne döne çıkmak to ascend in a spiral [spaynl]. düzlüğe çıkmak to get out of difficulties. eksik çıkmak to be short [§o:t]. iki adet eksik çıktı. There were two short. On milyon eksik çıktı. It's ten million short. elden çıkmak to be out of one's hands. elinden kaza çıkmak to be in a murderous mood [mu:d]. Elimden bir kaza çıkacak. I'm in a murderous mood [mo:dins]. engel çıkmak (for obstacles) to emerge [imox]. evci çıkmak (for boarding students) to go home on weekends. feraha çıkmak to begin enjoying prosperity. ferman çıkmak to be decreed [dikri:d]., ferz çıkmak (satrançta) to queen a pawn [po:n]. fırsat çıkmak (for an opportunity) to arise [irayz]. Böyle fırsatlar her gün ortaya çıkmaz. Such an opportunity does not arise every day. fırtına çıkmak (for a storm) to break out. Fırtına çıkacak. (There's going to be a storm.) fos çıkmak to fizzle out [fizil]. foyası meydana çıkmak to give oneself away. galip çıkmak to come out victorious [viktoryis]. gerçek çıkmak to turn out to be true. Hikaye gerçek çıktı. The story turned out to be true. geziye çıkmak to go on a trip. girip çıkmak to get in and out. görücüye çıkmak to appear before a match-maker [ipi:]. gözden çıkmak to fall from favour [feyvi].. gözü çıkmak (for eyes) to come out. Gözü çıkacası! May he get stricken blind [strikin].' Yalan söylüyorsam, gözüm çıksın. Strike me blind if I'm lying [strayk]. gün ışığına çıkmak to come to light [layt]. Bu, birçok bilinmeyen gerçeği gün ışığına çıkaracaktır. It will bring to light many unknown facts.
çıkmak (haklı)
177
haklı çıkmak haksız çıkmak hatırından çıkmak huzuruna çıkmak (birinin) Papanın huzuruna çıktık. Kimse mahkemenin huzuruna bu kıyafetle çıkamaz. ıskartaya çıkmak içi dışına çıkmak içinden çıkmak ihramdan çıkmak insan içine çıkmak insanlıktan çıkmak ipliği pazara çıkmak işi çıkmak işin içinden çıkmak Onun sorunu deyip, işin içinden çıkıverdi. işin içinden çıkmaya çalışıyoruz. işten çıkmak izine çıkmak izinli çıkmak kabahatli çıkmak kabak çıkmak Karpuz kabak çıktı. kabuğu çıkmak Bu meyvenin kabuğu kolay çıkıyor. kaburgaları çıkmak kadidi çıkmak kaleminden çıkmak (birinin) kamburu çıkmak kampa çıkmak kan beynine çıkmak kan çıkmak Bu böyle giderse kan çıkar. kan tepesine çıkmak karaya çıkmak tayfalar vs. için: Tayfalar karaya çıkmak istiyor. karlı çıkmak karşı çıkmak karşılamaya çıkmak karşısına çıkmak kat çıkmak kavga çıkmak Kavga elinin köründen çıkar. Kavga sen ben demekle çıkar. kemiği çıkmak kemikleri çıkmak kerevetine çıkmak Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. kırkı çıkmak Loğusanın kırkı çıkmadı. kısmeti çıkmak
to be justified [castifayd]. to turn out to be in the wrong. to slip one's memory [memiri]. to have an audience [o:diyins]. We had an audience with the Pope [poup]. to come before. No one can come before the court in such an attire [itayı]. to be discarded [diska:did]. to be nauseated [no:sieytid]. to settle out things [setil]. to take off the pilgrim's garment [ga:mmt]. to mix with others. to become bestial [bestyil]. to be shown up. (for a problem) to come up. to cope with a problem [problim]. Saying it was his problem, he got out of the difficulty. We're trying to cope with the problem [koup]. to leave one's job. to take a vacation [vıkeyşm]. to have a day off. to be found in the wrong. to turn out to be unripe [anrayp]. The water-melon turned out to be unripe. to peel off [pi:l]. This fruit peels off easily. to be all skin and bones. to be all skin and bones [bounz]. to be written by (smb). to become hunchbacked [hançbekt]. to go camping [ke:mping]. to make one's blood boil [boyl]. to spill blood [blad]. If this goes on like that, there'll be blood. to blow one's top. to land [le:nd]. to go ashore [ışo:]. The men want to go ashore. to come out the gainer [geym]. to oppose [ıpouz]. to go to meet smb. to appear suddenly in front of [ipi:]. to add a floor to a building [bilding]. (for a fight) to break out [fayt]. A trifle may be the cause of a fight [trayfil]. It takes two to start a quarrel [kwonl]. to have a bone dislocated [dishkeytid]. to be all skin and bones [bounz]. to live happily ever after. And they lived happily ever after. (for forty days) to pass. Forty days haven't passed since she gave birth. (for a girl) to receive a marriage proposal.
çıkmak (kıvrıla kıvnla)
178
kıvnla kıvnla çıkmak to wriggle one's way out [rigil], kıyıya çıkmak to go ashore [i§o]. Yolcular kıyıya çıkacaklar mı? Will the passengers go ashore? kimliği açığa çıkmak (for one's identity) to come to light [aydentiti], kof çıkmak to turn out to be worthless [wo:thlis], kokusu çıkmak to come to light. kolaçana, çıkmak to wander about with an eye to pilfering. komadan çıkmak to come out of a coma [komi]. kontrolden çıkmak to be/get out of control [kintroul]. Yangın kontrolden çıkmıştı. The fire had gone out of control. Olaylar onun kontrolünden çıktı. Things are out of his hands. bir kulağından girip, öbüründen çıkmak to go in at one ear and out of the other. kundaktan çıkmak to quit the swaddle [swodil]. laf çıkmak (for rumours) to go around. mahkemeye çıkmak to stand trial [trayil]. Belki de mahkemeye çıkmayabiliriz. We may not stand trial after all. mânâ çıkmak to be implicit [implisit]. Sözlerinden o mânâ çıkıyor. It's implicit in your remarks. merdiven çıkmak to walk up the stairs [ste:z]. Merdivenden çıkmanız gerekecek. You'll have to walk up the stairs. to come to light. meydana çıkmak Bütün kirli çamaşırları meydana çıktı. All his dirty linen came to light. to prove [pru:v]. Büyük bir hata olduğu meydana çıktı. It proved to be a great mistake [misteyk], to turn out. Güvenilmez biri olduğu meydana çıktı. He turned out to be untrustworthy. to be in. modası çıkmak nöbete çıkmak to mount guard [ga:d]. omuzu çıkmak to dislocate one's shoulder [dishkeyt]. ortaya çıkmak, beklenmedik bir şekilde: to crop up. Bu sorunlar zaman zaman ortaya çıkacak, These problems will crop up from time to time. meydana gelmek anlamında: to come into being. Bu garip gelenek nasıl ortaya çıktı? How did that strange custom come into being? oluşmak anlamında: to develop. Böyle bir durum nasıl ortaya çıkar? How could such a situation develop? bir yerde: to turn up. Cüzdanın bir yerden çıkacağını ümit ederim. I hope your wallet will turn up somewhere. kendini göstermek anlamında: to show oneself, meydana çıkmak anlamında: to turn up. Bir fırsatın ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. We'll wait for an opportunity to turn up. to prove [pru:v]. Zamanla bu önlemlerin faydası ortaya çıkacak. In time these measures will prove their usefulness. to emerge [imox]. Çok vahim bir durum ortaya çıkmıştır. A very grave situation has emerged. Bu da durumdan ortaya çıkan diğer husus. That's another element to emerge from the situation [sityueysm]. to turn out. Yalan söylediği ortaya çıktı. It turned out that he was actually lying. to come to light [layt]. Yaptığı bütün kötülükler soruşturmada ortaya çıktı. All his misdeeds came to light during the investigation [investigey§in], öfke topuklanna çıkmak to fly into a rage [reyc]. ölüsü çıkmak to be carried out feet first.
çıkmak (önüne)
179
önüne çıkmak (birinin) pahaya çıkmak paradan çıkmak pestili çıkmak, hamur haline gelmek: yorgun anlamında: piyango çıkmak piyasaya çıkmak, mal için: Kitaplar bu yıl piyasaya çıkmaz. yürüyüş anlamında: raydan çıkmak rayından çıkmak reklamlara çıkmak rezalet çıkmak Rezalet çıkmasını istemiyorum. rüyası çıkmak Rüyalarım çıktı. sabaha çıkmak sadetten dışarı çıkmak sahneye çıkmak, tiyatro bakımından: ortaya çıkmak anlamında: sahip çıkmak, koruyucu olarak: kontrol altına almak anlamında: Lütfen çocuklarınıza sahip çıkınız. sahip olmak anlamında: sandıktan çıkmak Sandıktan ne çıktı? satışa çıkmak Resim ne zaman satışa çıkacak? savaştan çıkmak selam verip borçlu çıkmak selamete çıkmak, esenliğe kavuşmak anlamında: kurtulmak anlamında: ses çıkmak Her kafadan bir ses çıkıyordu. sesi çıkmak sesi ayyuka çıkmak seyahate çıkmak seyire çıkmak seyrana çıkmak sıyrılıp çıkmak (bir şeyden) Güçlüklerden nasıl sıyrılıp çıkacağını bilir. sokağa çıkmak Annem sokağa çıktı. Bu nezle ile sokağa çıkmamalı. sonuç çıkmak Bundan bir sonuç çıkmaz. söz ağızdan dirhemle çıkmak su üstüne çıkmak şirazeden çıkmak
to appear suddenly before smb [ipi:]. to rise in price [rayz], to be obliged to spend money [lblaycd]. to be crushed to pulp [kra§t]. to be worn out. to win a lottery [lotiri], to come out on the market. The book will not be out this year. to go out for a stroll. to go off the rails [reylz]. to go awry [iray]. to appear on advertisements [e:dvitayzmint]. (for a scandal) to occur [iko:]. / don't want any scandal to come out. (one's dream) to come true. My dream has come true. to make through the night. to stray from the subject [sabcikt]. to appear in a play [ipi:]. to come on the scene [si:n]. to stand as the protector of [pntekti]. to get smb under control [kintroul]. Please get your children under control. to lay claim [kleym]. to be elected [ilektid]. (What's the result of the elections?) to be put up for sale [seyl]. When will the picture be put up for sale? to come out of war. to make a suggestion and get landed with the job. to turn out well. to reach safety [seyfti]. (sound) to come out. Everyone was talking at the same time. to speak up. to shout. to go on a trip: to make an excursion [iksko:§m]. to go for a trip. to wriggle out of [rigil]. He knows how to wriggle out of difficulties. to go out. My mother has gone out. He shouldn't go out with that cold. to result [rizalt]. (This will get us nowhere.) to be sparing in one's speech [spi:c]. to come out. to lose one's mental balance [bedins].
çıkmak (şirazesinden)
180
şirazesinden çıkmak işler şirazesinden çıktı. şeytanları tepesine çıkmak
to get out of hand. Things have got out of hand. to lose one's temper. / lost my temper. to ascend the throne [isend].
Şeytanlar tepeme çıktı. tahta çıkmak talip çıkmak, istekli olmak anlamında: to aspire to [ispayi]. evlenme teklifi almak: to have a suitor [syu:ti]. evlenme teklifi yapmak: to be a suitor. tanıdık çıkmak to turn out to be an acquaintance [lkwentms]. Tanıdık çıktılar. It turned out they were people we were acquainted with. tanışık çıkmak to turn out to be an acquaintance. (-den) tarafa çıkmak to side with [sayd]. tatile çıkmak to go on (a) holiday. Bu yaz tatile çıkacaktık. We were supposed to go on holiday this summer. Yaz aylan olsa, tatile çıkardık. If it were summer we would go on a holiday. O, tatile çıktı. He's away on holiday. tayini çıkmak to be appointed to [lpoyntid]. televizyona çıkmak to appear on television [ipi:]. temaşaya çıkmak to go out for a walk. temize çıkmak to be cleared [kli:rd]. Temize çıkmak istemiyor mu? Doesn't he want to be cleared? tepesine çıkmak (birinin) to presume on smb's good nature [neyci]. tiriti çıkmak to become very old and be unable to move. turneye çıkmak to be on tour [tu:]. turşusu çıkmak to be worn out. Maçtan sonra hepimizin turşusu çıkmıştı. We were all worn out after the match. ucuza çıkmak to cost little to produce [pndyu:s]. Bu kutu bize çok ucuza çıktı. This box cost us very little to produce. to come up to one's expectation, umut edildiği gibi çıkmak to overcome [ouvikom]. üst çıkmak to pretend to be innocent [imsint]. üste çıkmak to top. üstün çıkmak üstüne çıkmak to come to the top. vezir çıkmak to queen [kwi:n]. yalan çıkmak to prove false [fo:ls]. yalancı çıkmak to turn out to be a liar [layi]. yana çıkmak (birinden) to side with [sayd]. Onlardan yana çıktığını duydum. / hear that you're siding with them. yanlış çıkmak to come out wrong. Senin hesap yanlış çıktı. Your calculation has come out wrong. yazlığa çıkmak to go out to one's summer house, yerinden çıkmak to get loose [lu:s]. yola çıkmak to set out. bir yere varmak üzere: to set out on a journey [co:ni], to leave. Telefonunuzu alır almaz yola çıktılar. On receiving your call, they left at once. Yarın erkenden yola çıkıyoruz, We are leaving early tomorrow. belirli bir niyetle: to set out to. Galiba bunlar sistemi değiştirmek üzere yola çıktılar, It seems they have set out to change the system. gemi ile...: to set sail [seyl]. Biz cuma günü gemiyle yola çıkıyoruz, We'll set sail on Friday. to be on the way. yolda olmak anlamında: Arkadaşlar yola çıktı bile. Our friends are on the way.
çıkmamak
181 aynı yola çıkmak: Hepsi aynı yola çıkar.
yolculuğa çıkmak Gelecek hafta dış yolculuğa çıkıyorum. yoldan çıkmak, araba için: tren için: doğru yoldan...: yoluna çıkmak yorgunluktan canı çıkmak yukarı çıkmak yumurtadan çıkmak Çıktığı yumurtayı beğenmiyor. yurt dışına çıkmak yürüyüşe çıkmak Yemekten sonra yürüyüşe çıkacağım. Şöyle biraz yürüyüşe çıkacağım. yüz akı ile çıkmak Bu işten yüzümüzün akıyla çıkmamız gerek. yüze çıkmak yüzsüz!ük bakımından: yağ gibi yüze çıkmak yüzeye çıkmak zararlı çıkmak Bu işten çok zararlı çıkarsın. Bu işten zararlı çıkmazsın. Sonunda sen zararlı çıkarsın. zeytinyağ gibi suyun üstüne çıkmak zıp diye çıkmak zıvanadan çıkmak ziyanlı çıkmak Biz bu işten ziyanlı çıktık. zorluk çıkmak çık(a)mamak aklından çıkmamak Bu olay aklından çıkmıyor. başa çıkamamak Bütün bu işlerle başa çıkamam. Bu işte bu adamla kimse başa çıkamaz. beklendiği gibi çıkmamak Beklediğimiz gibi çıkmadı. çıt çıkmamak Çıt çıkmıyordu. dediğinden çıkmamak Eşinin dediğinden dışarı çıkmıyor. düşünce aklından çıkmamak Bu düşünce aklımdan hiç çıkmadı. elinden iş çıkmamak haber çıkmamak hatırından çıkmamak, aklından çıkmamak anlamında: Hatırımdan hiç çıktığı yok. hatırını kırmamak anlamında:
to lead to the same result [li:d]. It all leads to the same result. to take a trip. I'm taking a trip abroad next week. to get off the road [roud]. to get off the rails [reylz]. to go astray [istrey]. to appear before smb. to be worn out with fatigue 'fiti:g], to go upstairs. to emerge from an egg [imox]. (He has become too big for his boots.) to go abroad [ibro:d]. to take a walk. /'// take a walk after the meal [mi:l], (I'll just stretch out my legs a bit.) to come out of smth with honour [om]. We must come out of this job with honour. to surface [so:fis], to be insolent. to extricate oneself (from) [ekstrikeyt]. to come up. to stand to lose. You stand to lose a lot from this. You stand to lose nothing. (You'll end up the loser [baize].) to outwit one's accusers [ikyu:zirz]. to pop out. to fly into a rage [reyc]. to come out the loser [lu:ze]. We've come out the losers out of this. to have difficulties [difikaltiz]. to stick in one's mind [maynd]. (He is obsessed by the incident.) to be unable to cope with [koup]. I can't cope with all this work. Nobody can cope with this man in this. to fall short of. // fell short of our expectations. there to be no sound [saund]. There wasn't a sound to be heard [hb:d]. not to disobey smb's orders. He doesn't disobey his wife's order. (for a thought) not to leave one's mind. The thought never left my mind. to be incapable of finishing a job. not to hear anything from. to keep coming to one's mind. It keeps coming to my mind [maynd]. not to want to offend smb.
çıkmazda olmak
182
işin içinden çıkamamak Bu işin içinden bir türlü çıkamadım. konunun dışına çıkmamak Lütfen konunun dışına çıkmayalım. kokusu çıkmamak Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış. sabaha çıkmamak ses çıkmamak sesi çıkmamak Onun sesi soluğu hiç çıkmaz. sözünden çıkmamak umduğu gibi çıkmamak Maalesef umduğumuz gibi çıkmadı. yataktan çıkmamak çıkmazda olmak Görüşmeler yine çıkmazda. çıldır çıldır etmek çıldırmak Çıldırmak işten bile değil. Sevinçten çıldırmış gibiydiler. Bir gün çıldıracağım. çıldırtmak Bu, insanı çıldırtır. çılgın olmak , İnsan bunu yapması için çılgın olmalı. çılgınlaşmak çılgınlık etmek Bunu söylemekle çılgınlık ediyor. çıngırdamak çınlamak Kulakları çınlasın! Kulaklarım çınlıyor! Bu sabah kulaklarınız çınladı mı? çınlatmak *kulağını çınlatmak (birinin) Bugün büroda kulağını çınlattık. *kubbeleri çınlatmak çıplak olmak, giysi bakımından: bitki, eşya vs. için: çıplaklaşmak çıplaklaştırmak çırak etmek çıraklık etmek çıralamak çırılçıplak olmak çırpılmak çırpınmak, bataklıkta: kanatlar için: çaba harcamak anlamında: Bir çok firma ayakta kalmak için çırpınıyor. çırpışmak
to be unable to work out a solution. (I just can't make head or tail of it.) to keep to the point. Please let's keep to the point. not to smell. (The flaws in somebody's character become apparent only after some time has passed.) not to live until morning. there to be no news. not to say anything. (He always keeps quiet.) not to go against smb's wishes. to fall short of one's expectation. Unfortunately, it fell short of our expectation. to stay in bed. to bog down. The negotiations have bogged down again. to flash [fle:s]. to go out of one's mind. This is enough to drive one crazy [kreyzi]. They were wild with joy [coy]. One day I'll go mad. to drive smb crazy [kreyzi]. (This is maddening.) to be insane [inseyn]. One must be insane to do such a thing. to become insane. to act like a lunatic [lu:mtik]. It's crazy of him to say so. to make a rattling sound [saund]. to ring. (May his ears be burning!) (My ears are burning!) (Did your ear burn this morning?) to make smth ring. to make smb's ears ring. (We were talking about you at the office this morning.) to raise the roof [reyz]. to be nude [nyu:d]. to be bare [be:], to become bare, to denude [dinyu:d]. to set up smb as an apprentice [lprentis]. to serve as an apprentice [so:v]. to kindle a fire [kindil]. to be stark naked [neykid]. to be beaten. to flounder [flaundi], to flutter [flati]. to struggle [stragil]. Many firms are struggling to survive. to flutter [flati].
çırpıştırmak çırpıştırmak, bir işi üstünkörü yapmak: değnekle hafifçe vurmak: çırpmak, çalmak anlamında: hafifçe vurmak anlamında: kanat için: yumurta vs. için: silkelemek anlamında: ucundan kesmek anlamında: | birleşikler ve deyimler | çalıp çırpmak çırpı çırpmak el çırpmak kanat çırpmak çıt etmek
183
to do a job carelessly. to strike lightly with a small stick. to pinch, to tap [te:p]. to flutter [flati]. to beat [bi:t]. to beat, to trim. to pilfer. to mark a line with a chalk line [go:k]. to clap hands [kle:p]. to flap the wings [fle:p], to make a crackling sound [saund]. There wasn't a sound to be heard [ho:d]. to crackle [krekil]. to crackle. to make a crackling sound, to be hinted.
Etrafta çıt yoktu. çıtır çıtır etmek çıtırdamak çıtlamak çıtlatılmak çıtlatmak, to crack [krek]. ses olarak: Herkes sakız çiğner fakat çıtlatmasını bilmez. Anyone can chew gum but not everyone knows how to crack it. to hint, to drop a hint, sezdirmek anlamında: to deflect [diflekt]. çıvdırmak to be deflected, çıvmak to treat smb badly. çıyanlık etmek çiçeklemek, to plant with flowers [flawiz]. dikmek anlamında: to decorate with flowers [dekireyt]. donatmak anlamında: to blossom [blosim]. çiçeklenmek çiftelemek, to lash out. at için: to cast a second anchor [e:nki]. gemi için: çiftlemek, to pair [pe:]. çift duruma getirmek anlamında: to mate [meyt]. hayvanları çiftleşmek: to become a pair. çiftlenmek çiftleşmek to mate. hayvan için: to become a pair, sayı bakımından: to mate [meyt]. çiftleştirmek çiğleşmek, to catch one's eyes. göze batmak anlamında: to behave crudely [kru:dli]. kaba davranmak anlamında: çiğnemek, to run over. araba ile ezmek: Bir kamyon yaşlı bir kadını çiğnedi. A truck has run over an old lady [trak]. to tread under foot [tred]. ayakla ezmek: to chew [cu:]. öğütmek anlamında: to ignore [igno:]. saymamak anlamında: Bizi çiğneyip müdüre doğrudan çıkamazsın. You can't ignore us and go straight to the manager [me:nici].
çiğnenmek
184
Ibirleşikler ve deyimler) ağızda sakız gibi çiğnemek kanunları cipne.mek kuralları çiğnemek lafı çiğnemek lâkırdıyı ağzında çiğnemek sözü çiğnemek sakız çiğnemek çiğnenmek, ezilmek bakımından: hiçe sayılmak anlamında: öğütme bakımından: siyasi haklar için: Bu insanları» anayasal haklan çiğnenmiştir. çilemek çillenmek çimdiklemek çimdiklenmek çimentolamak çimentolaşmak çimlemek çimlendirmek çimlenmek azar azar yemek: çimmek' çingeneleşmek çipilleşmek çirişlemek çirkinleşmek çirkinleştirmek çirkinsemek çirozlaşmak çiselemek çiş etmek çiti yapmak çitilemek çitilenmek çitilmek çitişmek çitlemek çitmek, birleştirmek anlamında: örmek anlamında: çitilemek anlamında: . çivi gibi olmak çivilemek çivilenmek, bir yerde kalmak anlamında: çivi ile tutturulmak anlamında: çiviletmek çivitlemek çivitlenmek çivmek
to keep repeating smth over and over, to break the law [breyk]. to ignore the rules [igno:]. to beat around the bush. to mumble [mambil]. to beat around the bush. to chew gum [gu:]. to be run over. to be ignored [igno:d]. to be chewed [gu:d]. to be trampled. The Constitutional rights of tl been trampled. to sing. to freckle [frekil]. to pinch. to get pinched [pingt]. to cement [siment]. to cement [siment]. to plant with grass. to cover with grass. to germinate [co:mineyt]. to nibble [nibil]. to duck under water. to become stingy [stinci]. (for the eyes) to get bleary. to smear with glue. to become ugly [agli]. to deface [difeys]. to find smth ugly. to spawn [spo:n]. to drizzle. to urinate [yu:rineyt]. to rub clothes while laundering to rub while laundering. to be scrubbed [skrabd]. to be scrubbed. to mesh. to crack seeds. to put together. to darn [da:n]. to scrub while laundering. (for feet and fingers) to freeze. to nail [neyl]. to be glued to a spot [glu:d]. to be nailed. to have smth nailed. to treat the laundry with blue. to be blued [blu:d]. to miss the mark.
çizdirmek
185
çizdirmek çizgilemek çizgilemek çizgili olmak çizik olmak çiziktirmek çizilmek çizmek, berelenmek anlamında: çizgi olarak: Bize birkaç örnek çizebilir misiniz? iptal eden çizgi olarak: Lütfen adımı listeden çiziniz. işaret olarak: resim olarak: Bunlar, çocuklar için çizilmiş. taslak olarak: |birleşikler ve deyimler] altım çizmek çizgi çizmek işten yan çizmek kabataslak çizmek sınır çizmek (bir şeye) yan çizmek yol çizmek zikzak çizmek çocuğu olmak Onun çocuğu olmaz. çocuk olmak çocuk oyuncağı olmak Bizim için bunlar çocuk oyuncağıdır. çocuk yapmak çocuklaşmak çocukluk etmek Çocukluk ediyorsun. çoğalmak çoğaltmak nüsha bakımından: çoğunlukta olmak çok gelmek çok olmak, haddini aşmak anlamında: miktar veya sayı bakımından: Varsa da pek çok yoktur. Bin dost az, bir düşman çok. çoklaşmak çolak olmak çoraklaşmak çoraklaştırmak çorba etmek çöğmek çöğünmek çökel(t)mek
to have smth drawn [dro:n]. to lineate [linieyt]. to mark with lines [laynz]. to be lined [laynd]. to be scratched [skreift]. to scribble [skribil]. to be marked [ma:kt]. to scratch. to trace out [treys]. Could you trace out some patterns for us? to cross out. Please cross out my name from the list. to mark out. to draw [dro:]. These have been drawn for children. to sketch [ske:c]. to underline [andilayn]. to draw a line, to shrink one's work, to outline [autlayn]. to draw the line, to sneak off [sni:k]. to blaze a trail [treyl]. to zigzag. to have a child [gayld]. She can't have a child. to become childish. to be a child's play. These are a child's play for us. to bear a child [be:]. to behave like a child. to act childishly. You're being childish. to multiply [maltiplay]. to increase [inkri:s]. to make copies. to be in the majority [rmcoriti]. to be too much. to go too far. to be a lot. There isn't much, if any at all. One enemy can do more harm than a thousand friends can do good. to become numerous [nyu:miris]. to be crippled in one arm. to get arid. to make the land arid [e:rid]. to make a mess of. to get down gradually [gre:dyuli]. to seesaw [si:so:]. to precipitate [prisipiteyt].
çökermek
186
çökermek *diz çökermek çökertmek, di: üzerine...: moral bakımından: xikihs bakımından: çökmek, çömelmek anlamında: içeri doğru..: Bütün bu binalar depremde çöker. duman vs. için: bir yere kendini bırakmak: Yorgunluktan bir koltuğa çöktüm. parçalanarak: Duvarlar çökmeye başladı. sağlık bakımından: toplumlar için: tortu için dibe inmek anlamında: yapılar için: Bina ha çöktü, ha çökecek. yanaklar için: | birleşikler ve deyimler | acısı yüreğine çökmek
Yanakları
çökmüştü.
avurtları çökmek Acısı içime çöktü. beli çökmek dibe çökmek diz çökmek gönlü çökmek külçe gibi çökmek manen ve maddeten çökmek rehavet çökmek çökmekte olmak çöktürmek *diz çöktürmek çöküvermek, bir sandalyaya...: birden yıkılmak anlamında: çölleşmek çömelmek çöpçatanlık etmek çöplenmek, kendine çıkar sağlamak: yiyecek artıkları için: çöreklenmek çözdürmek, problem vs. için: bağlı bir şeyi: çözmek, bağlı veya sarılı bir şeyi...: düğme iliğinden:
to make (an animal) kneel [ni:l], to make smb kneel. to make smb kneel. to demoralize [dimonlayz]. to cause smth to collapse [kile:ps]. to crouch [krauc]. to cave in fkeyv]. During an earthquake all these buildings will cave in. to fall. to tumble into [tambil]. / tumbled into an armchair, exhausted. to crumble [krambil]. The walls began crumbling. to break down, to collapse [kile:ps]. to settle [setil]. to collapse. The building is on the brink of collapse. to sink. His cheeks were sunken [sankm], to suffer bitterly [safi]. / still suffer bitterly from it. to have sunken cheeks [ci:ks]. to become stooped [stu:pt]. to sink to the bottom [botim]. to kneel (down) [ni:l]. to be demoralized [dimonlayzd]. to collapse from fatigue [fiti.'g]. to collapse in body and in spirit [kile:ps]. to be overcome by lassitude [le:sityu:d]. to be on the decline [diklayn]. to make smth collapse [kila:ps], to bring smb to their knees [ni:z]. to to to to to
flop in to a chair. suddenly collapse. become desert [dezit]. squat (down) [skwot]. arrange a marriage [irenc].
to get pickings (from), to pick up scraps [skre:ps]. to coil oneself up [koyl]. to have a problem solved. to have smth unfastened [anfa:smd]. to untie [antay]. to unbutton [anbatm].
çözülmek
187
düğüm vs. için: Bu düğümü bir türlü çözemiyorum. güç bir mesele için: Bu meseleyi çözmek zorundayız. kemer vs için: matematik ve fen için: saç için: sorunlar için: Hala sorunu çözemediniz mi? Daha çözülmesi gereken birkaç sorun var. sökmek anlamında: Buradan ne olduğunu çözemiyorum. | birleşikler ve deyimler | ayağının bağını çözmek, bir kişi için: evlilikte: bilmece çözmek harama uçkur çözmek ipini çözmek şifreyi çözmek Alman ordusunun şifrelerini çözmüşlerdi. çözülmek, beraberliğini yitirmek anlamında: buzlar için: bağlı olan bir şey: sorun için: *dili çözülmek *dizlerinin bağı çözülmek çözümlemek, analiz etmek anlamında: çözmek anlamında: Burada oturarak hiçbir şey çözümleyemeyiz. çözümlenmek Çözümlenmeyecek sorun yoktur. analiz bakımından: çözünmek çözüşmek çubuklamak çukurlaşmak çullamak, at için: deniz için: çullanmak, birini bezdirmek anlamında: birinin üstüne abanmak çuvallamak çürük içinde olmak Her yerim çürük içinde. çürümek, genel anlamda: Onu çürümeye terk etmek için satın almadık. bere bakımından: Tırmanırken kollarım çürüdü. bozulmak anlamında:
to unravel [anre:vil]. Somehow I can't unravel this knot [not]. to settle [setil]. We have to settle this matter. to unfasten [anfa:sin], to solve, to undo [andu:]. to work out. Haven't you worked out the problem yet? There are still some difficulties to iron out. to make out. / can't make out what it is from here.
to free smb. to divorce one's wife [divo:s]. to do a puzzle [pazil]. to commit adultery [idaltiri]. to severe one's connection with [sivi:]. to decode [dikoud] to break the code. They had broken the German army code. to break up. to thaw [tho:]. to be untied [antayd]. to be solved. to recover one's speech [spkcj. to feel one's knees giving way. to analyze [emilayz]. to solve. We won't solve a thing just sitting here. to be solved. There are no problems without a solution. to be analyzed, to dissolve. to dissociate [disousieyt]. to beat a carpet (with a stick), to become concave [konkeyv]. to cover with a horsecloth [kavi]. to break over a ship. to pester. to pounce [pauns] on. to put in sacks [se:ks]. to be black and blue. I'm black and blue all over [o:louvi]. to rot. We didn't buy it to leave it to rot. to become bruised [bru:zd]. My arms got bruised while climbing. to go bad.
çürütmek
188
diş vs. için: kokuşmuş et vs. için: *hapiste çürümek Hayatin sonuna kadar hapislerde çürürsün. *paslanıp çürümek Cihazlar açık havada paslanıp çürüdü. çürütmek, düşünceler ve iddialar için: İddialarını çürütmeye çalışacağım, bere bakımından: Bu şekilde dizlerini çürüteceksin, genel yumuşama olarak: diş vs. için: | birleşikler ve deyimler [ dirsek çürütmek minder çürütmek ömür çürütmek çürütülmek, düşünceler için: cürüme bakımından:
to decay [dikey], to putrify [pyiKtrifay]. to languish in prison [lemgwisj. You'll languish in prison for the rest of your life. to rust away [rast]. The equipment rusted away in the open. to refute [rifyu:t]. / shall try to refute his allegations. to bruise [bru:z]. You're going to bruise your knees like this. to cause smth to rot [ko:z]. to cause to decay [dikey]. to wear out the elbows. to spend years working at a desk. to waste one's life. to be refuted [rifyu:tid]. to suffer decay [safi].
dadandırmak to cause smb to make free use of [ko:z]. dadanmak, bir şeyin tadım almak: to acquire a taste for [lkwayi]. bir yere sık sık uğramak: to haunt a place [ho:nt]. dağılmak, to disintegrate [disintigreyt]. birliği bozulmak: Üçüncü golden sonra defans dağıldı, After the third goal the defence disintegrated. bölünmek anlamında: to break up [breyk ap]. Ortaklığın dağılması beklenmiyor, The partnership isn't expected to break up. kalabalık için: to scatter [ske:ti]. Çarpışmadan sonra ormana dağıldılar. After the battle they scattered in the wood. to disperse [dispo:s]. İlk ikazdan sonra kalabalık dağılıverdi. After the first warning the crowd dispersed. parçalanmak anlamında: to fall to pieces. sis için: to dissipate [disipeyt]. bulutlar için: to clear away. Bulutların dağılmasını bekleyeceğiz. We have to wait for the clouds to clear away. | birleşikler ve deyimler | to scatter like a covey of partridges, çil yavrusu gibi dağılmak (for one's attention) to wander, dikkati dağılmak to scatter around [ske:ti]. etrafa dağılmak (for one's sleep) to pass off. uykusu dağılmak (for one's mind) to wander. zihni dağılmak dağınık olmak, düşünceler için: to be scattered [ske:tird]. Şu anda kafam çok dağınık. My brain is scattered at the moment. düzensiz anlamında: to be untidy [antaydi]. Kızların odası çok dağınık, The girls' room is very untidy. yayılma bakımından: to be dispersed [dispo:st]. dağıtılmak, birbirinden uzaklaştırmak: to be dispersed. düzeni bozulmak: to be made untidy [antaydi]. pay edilmek anlamında: to be distributed [distribyu:tid]. Çocuklara dağıtılması için biraz gönder. Send some to be distributed to the children. Bunlar bedava dağıtılacak. These will be distributed free of cost. Kazazedelere battaniye ve gıda dağıtıldı. (Food and blankets were handed out to the victims.) Bildiri her yerde dağıtılacaktı. The manifesto was to be circulated everywhere. dağıtmak, bölüştürmek anlamında: to distribute [distribyu:t]. Bunları bayramda dağıtalım. Let's distribute these during the Feast. ceza olarak: to mete out [mi:t].
dağlamak
190 elle dağıtılmak için: Bunları toplantıdan önce dağıtmalıyız, iskambil kağıtları için: kalabalık ve yürüyüş için: • Polisin, kalabalığı dağıtması gerekiyordu, odanın düzenini...: ordu ve örgütler için: Rusya savaştan sonra ordusunu dağıtmamıştı. parçalamak anlamında: Sonunda polis toplantıyı dağıttı. Ölümünden sonra oğulları şirketi dağıttılar. posta için: Postacı mektupları yalnız sabahleyin dağıtır.
to hand out. We should hand these out before the meeting. to deal out [di:l]. to disperse [dispo:s]. The police should have dispersed the crowd. to clutter [klati]. to disband. Russia didn't disband its army after the war. to break up. The police finally broke up the meeting. The sons broke up the company after his death. to deliver. The postman delivers the letters only in the morning. to dole out [doul]. to dissipate [disipeyt]. The sun will soon dissipate the fog. to serve out. Could you please serve out the tea?
sadaka ve iane için: sis için: Yakında güneş sisi dağıtır. yiyecekler için: Lütfen çayı dağıtır mısınız? [ birleşikler ve deyimler | to hit smb hard on the face [feys]. ağzını dağıtmak to beat up smb [bi:t ap]. ağzını burnunu dağıtmak beynini dağıtmak to blow one's brain out [breyn]. çenesini dağıtmak to hit smb hard on the chin. dikkatini dağıtmak to distract [distre:kt]. Uzun bir konuşma dikkatlerini dağıtır. A long talk will distract them. efkâr dağıtmak to cheer oneself up [ci;r], kâğıt dağıtmak to deal cards [ka:dz]. Kağıtları dağıtmak sırası sende miydi? Was it your turn to deal the cards? kesip dağıtmak to carve [ka:v]. Eti kim kesip dağıtacak? Who is going to carve the meat? kucak kucak dağıtmak to hand out by the armful. soğukluğu dağıtmak to break the ice [ays]. Soğukluğu dağıtmak için her şeyi denedik. We tried everything to break the ice. dağlamak, acısı içine işlemek anlamında: to grieve [gri:v], deriye kızgın damga vurmak: to brand. vücudu kızgın demirle yakmak: to cauterize [ko:tirayz], dağlanmak to be branded, dağlatmak to have an animal branded, dâhi olmak to be a genius [ci:nyis], dahil etmek to include [inklu:d]. dahil olmak, içinde olmak anlamında: to be included. Bakım, bu fiyata dahil değil. Maintenance is not included. katılmak anlamında: to join [coyn]. Beni dahil etmeyin. (Leave me out.) karıştırılmak anlamında: to be involved. daim etmek to perpetuate [pipetyueyt]. daim olmak to be constant [konstint], daktilo etmek to type [tayp]. dalamak, böcek vs. için: to sting. köpek vs. için: to bite [bayt]. kaşındırmak anlamında: to chafe [ceyf].
dalaşmak
191
dalaşmak, alışmak anlamında: çekişmek anlamında: Köpekle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir.
to bicker [biki]. to wrangle [re:ngil]. (It's better to go through the bush than to contend with a dog.) to bite one another [bayt]. to pit people against one another. to sow discord [sou]. to be plunged [planed]. to immerse [imo:s]. to layer [leyi].
ısırmak anlamında: dalaştırmak atla arpayı dalaştırmak daldırılmak daldırmak toprağa gömmek anlamında: dalgalandırmak, to undulate [andyuleyt], dalga için: to wave [weyv]. bayrak söz konusu ise: dalgalanmak, to fly [flay]. bayrak için: Parti bayrakları her yerde dalgalanıyordu. The party flags were flying everywhere. to undulate [andyuleyt]. dalga için: deniz için: to get rough [raf]. to fluctuate [flaktyueyt]. fiyat vs. için: dalgalı olmak, to be rough [raf]. deniz için: oluklu anlamında: to be corrugated [korugeytid]. saç için: to be wavy [weyvi], to be absent-minded [e:bsint mayndid]. dalgın olmak Öğretmen bugünlerde çok dalgın. The teacher is very absent-minded these days. to be lost in thought [tho:t]. dalgınlaşmak to turn into a flatterer. dalkavuklaşmak to flatter [fle:ti]. dalkavukluk etmek dallandırmak, dallanmasına yol açmak: to cause smth to ramify [re:mifay]. karışık duruma getirmek: to complicate [komplikeyt]. dallanmak, dal vermek: to ramify [re:mifay], karışık duruma gelmek: to become complicated [komplikeytid]. yayılmak anlamında: to branch out. dalmak, kendini bir şeye kaptırmak: to be engrossed in [ingroust]. İşinize tamamen dalmıştınız. You were completely engrossed in your work. Birisiyle tartışmaya dalmıştı. He was engrossed in an argument with somebody. kendini bilmez duruma gelmek: to become unconscious [ankonsis]. suyun içine...: to dive [dayv]. uyumak anlamında: to doze off [douz]. bir yere...: to burst into [bo:st]. Polisi itip salona daldılar. Pushing the policeman aside, they burst into the hall. atılmak anlamında: to plunge [plane]. [birleşikler ve deyimler] çifte dalmak to dive for the opponent's legs. derin bir uykuya dalmak to be fast asleep. Hepsi derin bir uykuya dalmıştı. They were all fast asleep. derinlere dalmak to be deeply engrossed in smth [ingroust]. düşüncelere dalmak to be deep in thought [tho:t]. Kendi düşüncelerine dalmıştı. He was plunged into his own thoughts.
damgalamak
192
düşünceye dalmak gözü dalmak hayale dalmak hülyaya dalmak içeri dalmak Bu şekilde içeri dalmakla kabalık etti. içine dalmak işe dalmak Bakıyorum işe dalmışsın. lafa dalmak Öğretmenle lafa dalmıştım. lakırdıya dalmak murakabeye dalmak okumaya dalmak Bütün gün eski metni okumaya dalmıştım. tefekküre dalmak uykuya dalmak damgalamak, birinin adını kötüye çıkarmak: dağlamak anlamında: damga vurmak anlamında: damgalanmak, adı kötüye çıkmak anlamında: damga vurulmak anlamında: damgalı olmak, / ad bakımından: dağlama bakımından: damga bakımından: damıtılmak damıtmak damlamak, tane tane akmak anlamında: birden girmek anlamında: Damlaya damlaya göl olur. *yüzünden kan damlamak Çocuğun yanağından kan damlıyor. damlatılmak damlatmak Bunu sabahleyin gözünüze damlatın. dangıldamak danışıklı olmak danışmak Bize danışmadan kontratı imzaladı. Bu işi kime danışsak? Bin bilsen de bir bilene danış.
to be lost in thought. to gaze vacantly [geyz veykmtli]. to daydream [deydrkm]. to daydream. to barge in [ba:cj. It was rude of him to barge in like that. to plunge into [plane]. to be engrossed in one's work [ingroust]. You seem engrossed in your work. to become lost in conversation. / became lost in conversation with the teacher. to be lost in conversation [konviseyfin]. to be lost in contemplation [kontempley§in]. to poie over [po:]. / pored over the old text the whole day. to be lost in thought, to fall asleep. to stigmatize [stigmitayz], to brand [bre:nd], to stamp [ste:mp]. to be stigmatized. to be stamped [ste:mpt]. to be stigmatized [stigmitayzd]. to be branded. to be stamped. to be distilled [distild]. to distill.
to drip, to turn up. (Many a little makes a mickle.) to be rosy-cheeked [rouzy ci:kt]]. (The child's cheek is radiating health.) to release drop by drop [rili:s]. to drop. Drop this in your eyes in the morning. to shout [saut]. to be prearranged [priareyncd]. to consult [kinsalt]. He has signed the contract without consulting us. Who should we consult about this? Even if you know a lot do consult someone who knows. to confer [kinfo:]. Hükümet bu konuda sanayicilere danışacak. The government will confer with the industrialists about the subject. *akıl danışmak to consult smb. dank etmek (kafasına) to dawn upon one [do:n]. Gerçekler kafama birden dank etti. The truth suddenly dawned on me. dans etmek to dance. *yanak yanağa dans etmek to dance cheek to cheek [ci:k].
dar etmek (dünyayı birinin başına)
193
dar etmek (dünyayı birinin başına) dar gelmek Elbiselerim dar gelmeye başladı. dar olmak, elbise için: yer için: "Yerim dar demiş"; yerini genişletmişler, "yenim dar demiş". zaman için: Zaman çok dar. Maalesef, şu anda zamanımız çok dar. | birleşikler ve deyimler [ dar fikirli olmak vakti dar olmak yüreği dar olmak dara gelmek
to make life unbearable for [anbe:nbıl]. to grow out of (one's clothes). I've started to grow out of my clothes. to be tight [tayt]. to be narrow. Some people will go to any length so as not to admit their ignorance [igmnns]. to press. Time is pressing. Unfortunately we are pressed for time at the moment.
to be narrow-minded [narou mayndid]. to be short of time. Şu anda vaktim dar. I'm short of time at the moment. to be impatient [impeyşınt]. to be rushed [rast]. Ben dara gelemem. / won't be rushed.
daralmak, azalmak anlamında: dar duruma gelmek anlamında: a) giysi için: b) yer bakımından: güçleşmek anlamında: küçülmek anlamında: [birleşikler ve deyimleri gönlü daralmak içi daralmak nefesi daralmak vakit daralmak Ne yazık ki, vakit daralıyor. daraltılmak daraltmak, yer bakımından: giysi için: sınır bakımından: darda olmak *eli darda olmak Bu günlerde elimiz biraz darda. dargın olmak O gün bugün dargınız. darılmak, gücenmek anlamında: görüşmez olmak: Bunda darılacak ne var? darıltmak darlaşmak giysi için: darlaştırmak darlatmak darlık içinde olmak darmadağın etmek darmadağın olmak
to decrease [dikrks]. to get tight [tayt]. to get narrow, to get hard, to shrink. to be bored [bo:d], to be depressed [diprest]. to be short of breath [breth], to run short. Unfortunately time is running short. to be made narrow. to make smth narrow. to take in. to restrict. not to have enough. to be hard pressed [prest]. We are a little hard pressed these days. not to be on speaking terms. We haven't been on speaking terms since then. to get cross/angry [e:ngri]. to fall out with. What is there to be angry about? to make smb angry [e:ngri]. to get narrow, to get tight [tayt]. to make smth narrow, to make smth narrow, to be in dire straits [dayı], to disorganize [diso:ginayz]. to be disorganized.
dava etmek dava etmek davacı olmak davet edilmek
194 to sue [su:]. to lodge a complaint (against). to be invited [invaytid]. We haven't been invited to the opening.
Biz açılışa davet edilmedik. davet etmek, to invite [invayt]. genel anlamda: Onları davet etmeyi düşünüyor musun? Are you thinking of inviting them? çağırmak anlamında: to call, to summon [samm]. Şimdi Alman delegeyi kürsüye davet ediyorum. / now call upon the German delegate. Herkesi sükûnete davet ediyorum, I call everyone to order [o:di]. neden olmak anlamında: to bring about. Bu, misillemeyi davet edecektir, It will bring about retaliation [ritetlieysm], to provoke [provouk]. yol açmak anlamında: to be invited [invaytid]. davetli olmak Biz davetli değildik. We have not been invited. davranmak, to act. bir şeye girişmek anlamında: Birbirinize kardeşlik zihniyeti ile davranmalısınız. You should act towards one another in a spirit of brotherhood. hazırlanmak anlamında: to get ready to act. to treat [tri:t], muamele etmek anlamında: Sana nasıl davranmalarını istiyorsan, (Do to others as you would wish them to do başkalarına öyle davran. to you.) Bize çok iyi davrandılar, They treated us very well. tavır takınmak anlamında: to behave [biheyv]. Başka türlü davranamazdı. He couldn't have behaved differently. Ibirleşikler ve deyimleri to play fair [fe:]. âdil davranmak Konu satış olunca, şirket âdil davranmıyor. When it comes to sales the firm doesn't play fair. ağır davranmak to act slowly, akıllı davranmak to act wisely [wayzli]. akılsız davranmak to act foolishly, atak davranmak to act rashly. cömert davranmak to act generously [ceninsli]. dikkatli davranmak to act carefully. doğal davranmak to be oneself. Daima doğal davranmaya çalışınız. Try always to be yourself. to abstain [lbsteyn]. çekimser davranmak çekingen davranmak to behave timidly. dürüst davranmak to treat smb fairly [fe:li]. Bize dürüst davranmadılar. They did not treat us fairly. gafil davranmak to act unwarily [anweyrili], gevşek davranmak to be lax [leks], ...gibi davranmak to treat smb like... Bana çocukmuşum gibi davranıyorlar. They are treating me like a child. Bunlara köpek gibi davranamazsınız. You can't treat these people like dogs. ihtiyatlı davranmak to be on the safe side. İhtiyatlı davranıp yerlerimizi ayırttık. To be on the safe side, we booked our seats. to be moderate [modirit], imsakli davranmak to act reluctantly [rilaktmtli], isteksiz davranmak iyi davranmak to be nice to smb [nays]. They were very nice to us. Bize çok iyi davrandılar. to be kind to [kaynd]. You should be kind to these people. Bu insanlara iyi davranın.
davul gibi olmak
195
kaba davranmak hor anlamında: katı davranmak Onlara çok katı davranıyorsun. müsamahalı davranmak Onlara müsamahalı davranmakla hata ettin. nâzik davranmak Bana daima çok nâzik davrandılar. ölçülü davranmak sabırlı davranmak sert davranmak Öğrencilerinize bu kadar sert davranmayınız. silaha davranmak soğuk davranmak Neden bu kadar soğuk davranıyor? sorumsuz davranmak tedbirli davranmak Tedbirli davranıp yerlerinizi ayırmalısınız. tetik davranmak Tetik davranmakla akıllılık etti. tez davranmak yavaş davranmak Yavaş davranmanın zamanı değil. davul gibi olmak dayaklamak dayalı olmak Bütün bunlar aslı olmayan bir söylentiye dayalı. dayamak, bekletmeden vermek anlamında: desteklemek anlamında: merdiven vs. için: [birleşikler ve deyimleri altmışa merdiven dayamak Altmışa merdiven dayadık. başına tabanca dayamak duvara dayamak döşeyip dayamak istifayı dayamak merdiven dayamak (yaş için) O, yetmişe merdiven dayadı. semerini dayamak sırtını dayamak dayanağı olmak dayanağı olmamak dayanamamak Artık daha fazla dayanamıyorum. dayandırılmak dayandırmak, istinat ettirmek anlamında: Fikirlerini daima gerçeklere dayandırır, oturtmak anlamında: yaslandırmak anlamında: dayanıklı olmak, güçlü anlamında:
to behave rudely. to be rough with [raf], to be hard on. You are very hard on them. to be tolerant towards. It was wrong of you to be tolerant towards them. to treat kindly. They always treated me very kindly. to behave prudently [prurdintli]. to have patience with. to be hard upon [ipon]. Don't be too hard upon your students. to reach for one's weapon [wepin]. to be aloof [ilu:f]. Why is he so aloof? to act irresponsibly [irisponsibli]. to play it safe [seyf]. You should play it safe and book your seats. to act fast/quickly. It was clever of him to act quickly. to be prompt in. to dillydally. This is not the time to dillydally. to be swollen [swouhn]. to prop up. to be based upon [beyst ipon]. It's all based upon a false rumour [ru:mi]. to present without delay [diley]. to shore up [so:rap]. to lean smth against. to be nearing sixty. I'm nearing sixty. to hold a pistol to smb's head. to lean smth against. to furnish fully [fo:nisJ. to present one's resignation [rezigney§in]. to be nearing. She's nearing seventy. to stable an animal [steybil]. to depend upon smb. to have a basis [beysis], to have no basis. to be unable to stand. / can't stand it any more. to be based on. to base on [beys]. He always bases his opinion on facts. to rest on. to make smth lean on. to be tough [taf].
dayanıksız
196
kolay hastalanmayan için: to be resistant [rizistint]. sağlam anlamında: to be strong, uzun kullanılış süresi olan: to last long. dayanıksız, güçsüz anlamında: to be weak [wi:k]. kolay hastalanan anlamında: to lack resistance [rizistms]. zayıf veya çürük anlamında: to be flimsy [flimzi], dayanılmak to be based on [beyst], dayanılmaz olmak to be unbearable. Bu acıya dayanılmaz. This pain is unbearable [anbeynbil]. to be in solidarity. dayanışmak dayanmak, çekici bir şeye karşı: to resist the temptation [tempteysm]. destek almak anlamında: to rely on [rilay]. dayanıklı olmak anlamında: to withstand. Bu bitki soğuğa dayanmaz, This plant will not withstand the cold. to withstand. bir durumu kaldırabilmek: Bu sıcağa kar mı dayanır? No fortune can withstand that sort of spending. Hazıra dağlar dayanmaz. (One can't go on living on one's savings.) to bear [be:]. Buna can dayanmaz. Flesh and blood can't bear it any longer. to stand. bir şeye katlanmak: Buna daha fazla dayanmam mümkün değil, This is more than I can possibly stand. bir noktaya gelmek anlamında: to rest. Mesele gelip oraya dayandı. The matter rested there. , saldırıya karşı koymak: to hold out. Garnizon daha ne kadar dayanabilir? How long can the garrison hold out [ge:risin]? Yalnız bir hafta daha dayanabilirler, They can hold out just another week. temeli teşkil etmek anlamında: to be based on [beyst]. Bunlar neye dayanıyor? What are these based on? to lie [lay]. Geleceğimiz, ziraatimizin gelişmesine dayanıyor. Our future lies in developing our agriculture. Her şey yapacağına dayanıyor, (Everything hinges on what you'll do.) uzun süre idare etmek anlamında: to last. Stoklar birkaç ay daha dayanır. The stocks will last a few more months. Yeni ayakkabılarım bir ay dayanmadı. My new shoes did not last out a month. Bu elbise sana uzun zaman dayanır, This dress will last you for a long time. bir kimseye yaslanmak: to rely on [rilay], bir şeye yaslanmak anlamında: to lean on/against [li:n], to stand. Ayaklarını aç ve duvara daya. Open your legs and lean against the wall. Şu kitaplık neden duvara dayanmıyor? Why doesn't that bookshelf stand against the wall? yetmek anlamında: to be enough. I birleşikler ve deyimler | acıya dayanmak to bear up [be:]. Çocuğunun ölüm acısına dayanamadı. She couldn't bear up the loss of her child. arkasına dayanmak to lie back [lay]. arkasını dayanmak to rely on [rilay]. bıçak kemiğe dayanmak to reach the limit [ri:c]. Bıçak kemiğe dayandı. This is the limit. duvara dayanmak to lean against the wall. ısıya dayanmak to resist heat [rizist]. kanuna dayanmak to be based on the law. kapıya dayanmak to pound on the door. Yumurta kapıya dayanmadan. (While there is still time.) Yumurta kapıya dayanınca. (At the last minute.)
dayanmamak
197
mahkemeye dayanmak sıkıya dayanmak sırtım dayanmak bir şeye: birisine: ...yaşma dayanmak
to end up in court, to stand hard work.
Yetmiş yaşına dayandı. yüreği dayanmak Buna yürek dayanmaz. dayanmamak Buna can dayanmaz. Hazıra dağlar dayanmaz. Zora dağlar dayanmaz.
to lean one's back against smth. to rely on the protection of smb. to be nearing. She is nearing seventy. to be unable to bear [be:]. (It's heartbreaking.) to be unable to standAast. It's more than flesh and blood can stand. Ready money won't last long. (Determination will overcome all obstacles.)
dayatmak, dayandırmak anlamında: kişi için: bir şey için: istediğini yaptırmakta direnmek: bir isteğe karşı direnmek: "Ben bunu giymem" dedi, dayattı. "Ben o parayı ödemem" diye dayattı.
to have smb lean on smth [li:n]. to have smth leaned on. to insist on having one's own way. to insist on. He insisted on not wearing it. He insisted that he would not pay. to find fault [fo:lt].
dazlamak debelenmek, to thrash about. çırpınmak anlamında: çırpınıp tepinmek anlamında: to struggle and kick about [stragil]. günah vs. için...: to welter [welti]. debriyaj yapmak to declutch [diklac]. dedikodu yapmak to gossip. dedirmek to have people say. dedirtmek to make one say. Böyle bir şeyi dedirtmem. / won't let anyone say such a thing. | birleşikler ve deyimler | aman dedirtmek to make one yield [yi:ld]. gık dedirtmemek not to give smb a chance to speak. illallah dedirtmek to make smb get fed up. pes dedirtmek to make smb give in. defedilmek to be driven away. defetmek to drive away [drayv]. savuşturmak anlamında: to repel [ripel]. defnedilmek to be buried [berid], defnetmek to bury [beri]. defolmak to go away. Defol! (Beat it!) defolu olmak, to be faulty [fo:lti]. bozuk veya sakat anlamında: Bu malların hepsi defolu. All these goods are faulty. defosu olmak anlamında: to be defective. to be flawed [flo:d]. kusurlu anlamında: to be deformed. deforme olmak değdirmek to have smth touch [tag]. değeri olmak to be worth [wo:th]. Bir değeri var mı? Is it worth anything? değeri olmamak to be worthless. Bu yazının değeri yok. This writing is worthless.
değerinde olmak
198
önem taşımamak anlamında: Bu konudaki düşüncelerinin bir değeri yok. değer taşımamak: Bir değeri yok mu? değerinde olmak Bu ülkede bir teneke su altın değerindedir. Bu, üç puan değerindedir. altın değerinde olmak: değerlendirmek, özünü belirtmek anlamında: Rapor, sanayinin karşılaştığı sorunları çok iyi değerlendiriyor. yararlı bir yolda kullanmak: Vaktinizi en iyi biçimde değerlendirmelisiniz. kıymetlendirmek: üstünde düşünmek anlamında: Başvurunuzu değerlendireceğiz. | birleşikler ve deyimler] bir bakışta değerlendirmek Genel durumu bir bakışta değerlendirebildi. durumu değerlendirmek Durumu, bizim için değerlendirebilir misiniz? fırsatı değerlendirmek Ele gelen bu fırsatı değerlendirmelisiniz. Bir çok turist bu eşsiz teklifi değerlendirdi.
to be of no account [lkaunt]. Her opinion is of no account on this subject. to have no value. Hasn't it any value [ve:lyu:]? to be worth [wo:th]. In this country a can of water is worth its weight of gold. It's worth three points [poynts]. to be worth its weight in gold [weyt]. to evaluate [iveilyueyt]. The report evaluates very well the problems facing the industry. to make profitable use of. You should make the most of your time. to add value to [ve:lyu:]. to think over. We shall think over your application. to size up [sayz ap]. He was able to size up the general situation in a second. to sum up the situation [samap]. Could you sum up the situation for us? to take advantage of [ldvarntic]. You must take advantage of this opportunity. Many tourists have taken advantage of this unique offer [yu:ni:k]. to act on an information [info:meygm]. Acting on an information, the police seized important quantities of arms [si:zd]. to appreciate [rprisieyt]. Real estates here have greatly appreciated. to be valuable [vedyubil]. (You mean so much to me.) (He is dear to us all.) His time is very valuable.
bir ihbarı değerlendirmek Bir ihbarı değerlendiren polis önemli miktarda silaha el koydu. değerlenmek Buradaki gayrimenkuller çok değerlendi. değerli olmak Benim için çok değerlisin. O, hepimiz için değerlidir. Onun vakti çok değerlidir. değersiz olmak, değeri olmayan için: to be worthless, önemsiz anlamında: to be insignificant, değinmek (kısaca) to touch on [tag]. İki önemli noktaya değinmek istiyorum. / want to make a few remarks on two important points. Ülkenin durumuna da kısaca değinmek istiyorum. I also want to touch on the state of the country. Son siparişinize değinmek isteriz. (We would like to refer to your last order.) değiş etmek to exchange [iksceync]. değiş tokuş etmek to barter. değişik olmak to be different. Bunlar o kadar değişik değil. These are not so different. değişiklik yapmak to make changes. Birkaç değişiklik yapacağım. /'// make a few changes. Değişiklik olsun diye dağa çıkalım. (Let's go up the mountain for a change.) değişken olmak to be variable [veriyibil].
değişmek
199
değişmek, başkalaşmak
anlamında: Bu yıl ne kadar da değişti! Zaman değişiyor, biz de. Burada hiçbir şey değişmez, başka biçime gelmek anlamında: Menii daha sık değişmeli. Sıcaklık derecesinin, saatten saate değişmemesi gerek.
to change [ge:nc]. How she has changed this year! Time changes and so do we. Nothing changes here. to vary [ve:ri]. The menu should vary more often [menyu:]. The temperature should not vary from hour to hour [temprigi]. It can't vary with everyone's whim. to exchange smth for smth [iksgeync]. to change [ge:nc]. Our address hasn't changed. No one can change their fate.
Bu, herkesin kaprisi ile değişemez. karşılıklı alıp vermek: aynı kalmamak anlamında: Adresimiz değişmedi. Alın yazısı değişmez. [birleşikler ve deyimler | to fall out with. külahları değişmek Sonra külahları değişiriz. Otherwise we'll fall out [athiwayz]. to change hands. sahibi değişmek Restoranın sahibi geçen yıl değişti. The restaurant changed hands last year. suratı değişmek to change expression [ikspre§in]. Suratı birden değişti. The expression on his face changed suddenly. değiştirilmek to be changed [ge:ncd]. to be exchanged. takas anlamında: Dereden geçerken at değiştirilmez. (You don't swap horses in midstream.) Defolu mallar derhal değiştirilir. Faulty goods are immediately exchanged. değiştirmek, değişikliğe uğratmak: to change [geync]. Üstünde anlaşılan hiçbir şeyi değiştiremem. / can't change anything agreed upon. to alter [o:lti]. Bu kararlar ülkedeki siyasi durumu değiştirecektir. These decisions will alter the political condition in the country. Siyasetimizi ikinci defa değiştiremeyiz. We can't alter our policy a second time. to vary [ve:ri]. Menüyü ara sıra değiştirmeye çalış. Try to vary the menu once in a while. Dağıtım hızını dilediğiniz gibi değiştirebilirsiniz, You can vary the speed of delivery at will. başka bir görünüme sokmak: to change. Para onu çok değiştirmiş. Money has changed him a lot. Kurt huyunu değiştirmez, tüyünü değiştirir, (Evil-doers will always remain evil-doers.) eski bir şeyi yenisiyle...: to trade in [treyd]. Ad değiştirerek Türkiye'den ayrıldı. He has left Turkey under an assumed name. Eski arabasını yenisi ile değiştirdi, He traded his car in for a new one. gözden geçirip...: to revise [rivayz]. Yeni bilgiler ışığında planı değiştirmeliyiz. In the light of the new information, we should revise the plan. to modify [modifay]. iyiye doğru bir değişim sağlamak: Tutumunu ne zaman değiştireceksin? When are you going to modify your attitude? yerine başkasını getirmek: to change. Müdürümüzü neden değiştirdiler? Why did they change our headmaster? Girişi değiştirmemiz gerek. We must modify the entrance. to replace [ripleys]. Onu başka bir şeyle değiştirmeniz mümkün. You can always replace it with something else. | birleşikler ve deyimler j ağız değiştirmek to change one's tune [tyu:n]. çamaşır değiştirmek to change one's linen [ge:nc].
değiştirtmek
200
din değiştirmek el değiştirmek Mülk, bir ayda üç defa el değiştirdi. Bu resim kaç defa el değiştirdi? fikrini değiştirmek Yaşlandıkça fikrini değiştirecektir. Satış konusunda yine fikrini değiştirdi. Fikrimi değiştirmeye çalışma! gömlek değiştirmek, yılan için: fikir için: Gömlek değiştirir gibi fikir değiştiriyor. gönül değiştirmek hava değiştirmek kararını değiştirmek Kararını değiştiren ne oldu? Hiçbir şey kararımı değiştiremez. kılıf değiştirmek kılık değiştirmek Kılık değiştirerek halk arasında dolaşmayı severdi. kıyafet değiştirmek kıyafetini değiştirmek lafı değiştirmek nağmeyi değiştirmek rotayı değiştirmek gemi için: kişi için: seyrini değiştirmek O karar, savaşın seyrini değiştirdi. taraf değiştirmek üstünü değiştirmek Resmi kabul için üstümü değiştirmeliyim. vites değiştirmek yer değiştirmek yerini değiştirmek yön değiştirmek değiştirtmek biçim ve görünüm bakımından: başkasını edinmek anlamında: değmek, a) değerinde olmak Doğrusu değdi. hoşa gitmek anlamında: Değdi doğrusu! eş değer olmak: Geçmiş zaman olur ki, hayali, cihan değer. b) temas etmek anlamında: Açık kaba it değer. Perdeler yere değiyor. Biraz değdi, o kadar. Az kaldı değecekti.
to change one's religion [rilicin], to change hands. The property has changed hands three times in one month. How many times has this picture changed hands? to change one's mind. She'll change her mind as she gets older. She has changed her mind again about the sale. Don't try to change my mind! to shed skin. to change one's opinion. She's very inconstant [inkonstrnt]. to change sweethearts. to move to another climate. to alter one's decision [o:lti]. What made her alter her decision [disijin]? Nothing will alter my decision [disijin]. to alter one's behaviour [biheyvyi:]. to disguise oneself [disgayz]. (He enjoyed to mix among the people incognito.) to disguise oneself. to change one's clothes [klouthz]. to change the subject [sabjikt]. to adopt a softer line/tone [toun]. to change course [ko:s]. to take a different task. to turn the tide [tayd]. That decision turned the tide of the war. to go over. to change. Vd better change for the reception. to shift gears [ci:z]. to exchange places, to shift. to change direction. to have smth changed, to have smth exchanged. to be worth [wo:th]. It was all worth it. to please [pli:z]. It was quite enjoyable. to be worth. (The memory of the past will seem most alluring [ilyu:ring].,) to touch [tag]. (One should not leave one's things unattended.) The curtains are touching the floor. It only touched it a little, that's all. (It was very close [klous].)
değmemek
201
|birleşikler ve deyimler] başı göğe değmek başı taşa değmek canına değmek eli değmek Elin
değmişken...
göz değmek nazar değmek Bu bebeğe nazar değdi. Nazar değmesin! (birine) nazarı değmek zahmete değmek Zahmete değdi mi? değmemek Değmez. Okunmaya değmez. Vaktimi harcamaya değmez. Aldığı aptes ürküttüğü kurbağaya değmez. | birleşikler ve deyimler | ayaklan yere değmemek dişine değmemek Dişe değmedi. günahına değmemek Bu, günahına değmez. habbe değmemek zahmete değmemek Zahmete değmez. değneklemek dehlemek dejenere etmek dejenere olmak dejenereleşmek deklare etmek Deklare edecek bir şeyim yok. delâlet etmek, yol göstermek anlamında: belirtmek anlamında: Bu, bir tek şeye delâlet edebilir. deldirmek deli etmek deli olmak Deli olmak işten bile değil. Bir adama kırk gün deli dersen deli olur. *bir şeye deli olmak *bir şey/kişi için deli divane olmak delik olmak Bu tencere delik. *cebi delik olmak Onun cebi deliktir. *kulağı delik olmak delik deşik etmek delik deşik olmak delilik etmek
to be overjoyed [ouvicoyd], to realize the hardship of life [riyilayz]. to please one greatly. to find time to do smth. While you're about it... to be affected by the evil eye. (for the evil eye) to be cast [ka:st]. The evil eye has been cast upon that baby. (Touch wood!) to cause smb misfortune by the evil eye. to be worth it. Was it worth the trouble? not to be worth. It's not worth while [wayl]. It's not worth reading. It's not worth my while. He has done more harm than good. to be walking on air. to be very little of. There was so little of it. not to be worth. The game is not worth the candle [ke:ndil], to be worthless. not to be worth it. It's not worth the trouble. to cane [keyn]. to urge on [o:c] (an animal). to make smth degenerate [dicemreyt]. to become degenerate [dicemrit]. to degenerate [dicemreyt]. to declare [dikle:]. I have nothing to declare. to guide [gayd]. to indicate. That can only indicate one thing. to have smth pierced [pirst]. to drive smb mad [drayv]. to be mad/crazy [kreyzi]. It drives one crazy. If you call a man mad long enough he will become one. to be crazy about. to be madly in love with. to have a hole. This saucepan has a hole in it. to be penniless. Money burns a hole in his pocket. to be alert [ilo:t]. to riddle with holes [ridil]. to be riddled with holes. to act foolishly.
delilik yapmak
202
delilik yapmak Sakın bir delilik yapmayın.
to commit an insane act [inseyn]. Avoid committing any insane acts [ivoyd].
delinmek delik oluşmak anlamında: akmak anlamında: Göğün dibi delinmiş. Kazan delindi. delirmek delirtmek Bu, insanı delirtmeye yeter. Sözlerin onu delirtmeye yetti. delisi olmak (bir şeyin) Bu çocuk futbol delisidir. delişmenlik etmek delmek, sivri uçlu bir şeyle: delik açmak anlamında: Bu, sıçan olmadan çuval delmeye benzer. Aç köpek fırın deler, ufak delikler dizisi olarak: delerek açmak anlamında: Buradan bir tünel delmemiz gerekecek, matkapla...: *bağnnı delmek *suyu mızrakla delmek demagoji yapmak demek, (ayrıca bak: dememek) düşünmek, sanmak anlamında: Bu işe ne dersin? Sisten gecikmiş olabilir mi dersiniz? Anlaşabilecekler mi, dersin? Gitsek mi? Ne dersin? Artık gelmez diyorduk. Ne dersin, kabul eder mi? Boğaza gezintiye ne dersiniz? Pazartesi mümkün değilse, Salıya ne dersiniz? ad vermek anlamında: Buna yemek denebilirse. Tencere tencereye dibin kara demiş. Bana ne cesaretle hırsız dersin? Ona konserve açacağı denir. Sporcu dediğin disiplinli olmalı. Buna dur demek gerek. İşte ben sorumsuzluk diye buna derim. Hükümet dediğin, böyle olmaz. Türkçede buna ne denir? Ona bizim kalemiz diyebilirsiniz. Biz buna gül deriz. Olmaz, olmaz deme. söylemek anlamında: Ne mutlu Türküm diyene! Ona bir diyeceğiniz var mı? Ne dese beğenirsin?
to be pierced [pirst], to leak [li:k], (It's raining dogs and cats.) The boiler is leaking [boyh]. to go mad. to drive one mad. It's enough to drive one crazy. Your remarks were enough to drive him mad. to be crazy about/over. That boy is crazy about football. to behave wildly. to pierce [pirs], to make a hole in. It's like doing sophisticated work while still an apprentice. A starving person will do everything. to perforate [po:fireyt]. to bore fbo:r]. We shall have to bore a tunnel through here. to drill, to be upset. to pierce the water with a lance [la:ns]. to engage in demagogy [demigoji]. to think. What do you think of that? Do you think he may have been delayed by the fog? Do you think they'll be able to agree? Shall we go? What do you think? We were thinking she wouldn't come any more. Will he accept, do you think? What about a trip to the Bosphorus? If Monday isn't possible, how about Tuesday? to call [ko:l]. //you could call that a meal [mi.l]. It's the case of the pot calling the kettle black. How dare you call me a thief? It's called a tin opener. Sportsmen should have some discipline. We must call it a halt [ho:lt]. That's what I call irresponsibility. That's not what one calls a government. What do you call that in Turkish? You can call if our fortress [fo.tris]. We call it a rose [rouz]. (Don't rule out the impossible.) to say smth, to tell smb smth. How happy is the person who can say he or she is a Turk [to:k]/ (Have you got any message for him?) You'll never guess what he said.
demek
203 Ne dersin? Ben, çok yaşlı derim. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Burada onun dediği olur. 'Helva' demesini de bilirim 'lıalva' demesini de. Bak sana ne diyeceğim... Baba, buna ne derdi? Ben sana demedim mi? Acıkan ne yemez, acıyan ne demez.
What can one say? She's too old, I should say. I don't know what to say. What he says goes here. I can speak politely but I also can speak very harshly when necessary [pilaytli]. I'll tell you what... What did father use to say to that? I told you so! The hungry will eat anything, the suffering will say anything. He shook his head as if to say impossible. I told you it won't work. They may say what they like. Since he said he would go, he's sure to do it. What are you saying? Do what the hodja says, not what he does. No one criticizes their own goods [kritisayziz]. Suppose we said yes. You may say what you please, it isn't right. to mean [mi:n]. Does that mean no? That means... What do you mean? What do you mean, "There isn't any"? To do so would mean death. What does that mean now? (What's all this about?) Just what do you mean by not doing the homework? That means we are rich! (It all boils down to...)
"İmkansız" der gibi başını salladı. Sana faydası olmayacağını demedim mi? Ne derlerse desinler! Değil mi ki, "Giderim" dedi, mutlaka gider. Siz, ne diyorsunuz? Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma. "Yoğurdum ekşidir" diyen olmadı. "Evet" desek, ne olur? Ne derseniz deyin, bu doğru değil, anlamına gelmek: Bu, "hayır" mı demek? Demek oluyor ki... Sen ne demek istiyorsun? Ne demek "yok"? Bunu yapmak ölüm demek olur. Bu, ne demek şimdi? Bütün bunlar ne demek oluyor? Ödevi yapmamak, ne demek? Desenize zengin olduk! Bu, şunu demeye gelir... | birleşikler ve deyimler | Aman derim! You'd better not do anything like that. Allah'ın dediği olur. (God does what He wills.) Allah birine "yürü kulum" deyince. When it's God's will that somebody shall make great progress. Ben yirmi diyeyim, siz deyiniz otuz. They were about twenty, maybe thirty. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler. Let bygones be bygones [baygo:nz]. Koyunun bulunmadığı yerde keçiye In the country of the blind the one-eyed is king. Abdurrahman Çelebi derler. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler. Treat a boor with respect until you get what you want. Leb demeden leblebiyi anlamak. To be able to read smb's thoughts [tho:ts]. Ne oldum dememeli ne olacağım demeli. Don't look back on your past success, look forward to the future. Ha deyince bulunmaz. You just can't find it on the spur of the moment. "Hırsızlar" diyen diyene. Everyone was shouting 'thieves' [thi:vz]. Selamünaleyküm demeden. Tactlessly and brusquely [braskli]. Şaka maka derken gerçekten oldu. At first it looked like a joke, now it's a reality. Deme! Really [ri:li]/ Diye diye. By saying repeatedly. Burada dediği dediktir. What he says goes here. Demek gelmiyorsun. So you're not coming. Desene, işler karıştı. Things have got complicated.
demek (ah deyip ah işitmek)
204
ah deyip ah işitmek Ah deme ki düşman oh demesin. aka ak, karaya kara demek aman demek armudun sapı, üzümün çöpü var demek Armudun sapı, üzümün çöpü var diyeceksen bu işi bırakalım. bir dediğini iki etmemek Bir dediğini iki etmezdi. bir dediği iki olmamak Bismillah demek canına tak demek dediği dedik olmak Dediği dediktir. dediğine gelmek demek olmak Bunu yapmak, ölüm demek. Bütün bunlar ne demek oluyor? demeye gelmek demeye getirmek Hayır demeye getirdi. diyeceği olmamak Diyeceğin bir şey yok mu? doğruya doğru, eğriye eğri demek elveda demek Bütün hayallerine elveda diyebilirsin. eyvallah demek Her şeye eyvallah demen mi gerek? gık demek (bir şeyden) höt demek illahlah demek iyiye iyi, kötüye kötü demek kafasına dank demek/etmek Kafama dank dedi. kör kadıya körsün demek oh demek rahatlama belirtisi olarak: beğenme belirtisi olarak: olmayacak duaya âmin demek Olmayacak duaya âmin denmez. Olmayacak duaya âmin dememi istiyorlar.
to be alone and helpless. Don't sigh lest your enemies rejoice [say]. to call a spade a spade [speyd]. to ask for mercy [mo:si]. to find fault with everything. If you're going to find fault with everything let's leave it at that. to fulfill smb's every wish. He never refused her anything. to be highly esteemed. to invoke the name of God. to be fed up. to be very obstinate [obstimt]. He is an obstinate fellow. to come around to one's point of view. to come to mean [mi:n]. To do so would mean death. (What's all this about?) to imply. to imply [implay]. (He as good as told us no.) to have nothing to say. Don't you have anything to say? to call a spade a spade. to bid good-bye. You can bid good-bye to all your dreams. to accept [iksept]. Must you agree with everything that is said? to be sick of smth. to bark at [ba:k]. to be fed up. to be forthright [fo:thrayt]. to dawn upon [do:n]. The truth dawned upon me. to call a spade a spade [speyd].
to sit back and take it easy [i:zi], to breathe a sigh of satisfaction [say]. to say amen for a futile prayer [fyurtayl]. It's no use saying amen for a futile prayer. (They want me to agree to an unrealistic scheme [ski:m].) to stop work. paydos demek pes demek to give in. sap derken, saman demek to talk nonsense. tavşana kaç, tazıya tut demek to run with the hare and hunt with the hounds. uf puf demek to sigh [say], dememek not to say, not to think. Selamünaleyküm demeden. Tactlessly and brusquely [braskli]. Dört çocuk annesi demezsin. You wouldn't suspect she is a mother of four. Ah deme ki düşman oh demesin. Don't sigh lest your enemies rejoice. Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. The hungry will eat anything, the suffering will say anything. Para diyor, başka bir şey demiyor. He thinks of nothing but money. Deme! You don't say!
demetlemek
205
Kar kış demeden çalışır. Büyükanne demezsin. Belâ geliyorum demez. Duyduk duymadık demeyin. Kimse ayranım ekşi demez. "Ne oldum?" dememeli, "Ne olacağım?" demeli.
He always works whether it be summer or winter. You wouldn't suspect she's a grandmother. Misfortune gives no warning. Do not claim later you were not aware of it. No one will run down their own goods. Don't look back on your past successes, look forward. Nuh der peygamber demez. He is as stubborn as a mule [myu:l]. Yaparsam bana da adam demesinler. I'll be damned if I do it [de:md]. Ibirleşikler ve deyimler] to be satisfied with what one gets. az çok dememek to have no effect [ifekt]. bana mısın dememek Bana mısın demedi. It had no effect at all. gece gündüz dememek to take no account of the time of the day. gık dememek not to object [obcekt]. Gık bile demedi. He accepted without any objection [obceksin], gözü üstünde kaşı var dememek not to raise any objection, paraya para dememek to spend money lavishly. tıs dememek ses bakımından: not to make the slightest noise. itiraz bakımından: not to raise the slightest objection. demetlemek to tie in bundles [bandil]. çiçek vs. için: to tie in bunches [bang]. demetlenmek to be tied in bundles [bandilz], demirlemek, gemi için: to anchor [e:nki]. Donanma istanbul önlerine gelip demirledi. The fleet anchored before Istanbul [e:nkid]. Gemi iç limanda demirlemiş. The ship is lying at anchor in the inner harbour. to bolt, kapı için: to bar. kol demirini takmak: demirleşmek to turn into iron [ayirn]. demlemek to brew [bru:]. demlendirmek to brew. demlenmek to be infused [infymzd]. demokratikleşmek to become democratic [dimokratik]. demokratikleştirmek to democratize [dimokntayz]. demokratlaşmak to become democratic. demokratlaştırmak to democratize. denemek, sınamak anlamında: to try [tray]. Denemeden bir zarar gelmez. There is no harm in trying. Denenmişi denemek olmaz. There is no need to try that which has been tried. Onu açmayı hiç denemedim. I've never tried to open it. Giyip denemeliyim. I should try it on. bir konuda denemek: to have a try. Zannedersem, deneyeceğim. / think I'll have a try. to have a go. Nasıl çalıştığını bilmiyorum, fakat deneyeceğim. / don't know how it works but I'll have a go. yeni bir şey için: to try out. kalkışmak anlamında: to attempt [itempt]. Kaçmayı deneme! Don't attempt to escape [iskeyp]. deney olarak: to test, to put to the test. Satın almadan makineyi denememiz gerek. We must put the machine to the test before buying it. Motoru iyice denedik. We have thoroughly tested the engine [encin].
denenmek
206
| birleşikler ve deyimler | bir denemek şansım denemek Rekoru kırmak zor ancak şansımı deneyeceğim.
to have a shot/crack at it. to take one's chance. (It's hard to break the record but I'll have a crack at it.) Buy a few and take your chance. to try one's hand at. He even tried his hand at publishing. to put smth to the test, to be tried [trayd].
Birkaç tane alıp şansını dene. bir şey yapmayı denemek Yayıncılık yapmayı bile denedi. bir şeyi denemek denenmek denetimsiz olmak to be without supervision [su:pövijm]. denetlemek, kontrol etmek anlamında: Firmaların faaliyetlerini kim denetledi? to control [kintroulj. Who has controlled the activities of the firms? nezaret etmek anlamında: Çocukları kim denetliyor? to supervise [su:povayz]. Who is supervising the children? teftiş etmek anlamında: to inspect [inspekt]. denetlenmek to be inspected. denetmek to have smb try smth. deney yapmak to experiment [iksperimint]. deneyimli olmak to be experienced [ikspiriymst], deneyimsiz olmak to be inexperienced [inikspiriymst], dengelemek to balance [be:lins], dengelenmek Enflasyon nihayeten dengeleniyor. to level off. Inflation is finally leveling off. dengeli olmak Her iki taraf iyi dengeliydi. to be balanced [bedinst]. Both sides were well-balanced. dengesiz olmak Bu rapor tamamen dengesiz. to be unbalanced [anbe:hnst]. This report is completely unbalanced. dengi olmak Bu insanlar senin dengin değil. to be one's equal [i:kwil]. These people are not your equal. Bu kız bu gencin dengi olamaz. to be a match [me:cj. This girl can't be a good match for that young man. denilmek, Böyle denilebilir. to be said. Raporda şöyle deniliyor:... (You could say so.) The report runs as follows:... Buna da oyun denilmez. to be called [ko:ld]. (You can't call that a game.) denk etmek to make into bales [beylz]. denk olmak Sakal bıyığa denk olmayınca, berber ne yapsın? to be equal [i:kwil]. (You can't expect first class work from inferior material [mitiryil].) denk yapmak to make a bundle. denklemek, balya için: denk duruma getirmek anlamında: eşit yapmak anlamında: denklenmek denkleşmek denkleştirmek, denk duruma getirmek anlamında: Bütçeyi denkleştirmekte zorluk çekiyoruz.
to tie smth in a bundle [bandil]. to balance [be:hns], to make equal [i:kwil]. to be tied up in bundles [bandilz]. to be balanced [be:lmst]. to balance. We have great difficulty in balancing the budget [bacit].
denmek
207 gereken miktarı sağlamak: to manage to find, to put together. Arabanın parasını bir türlü denkleştiremedik. Somehow we couldn't put together the money for the car.
denmek, denilmek anlamında: İşte otel diye buna denir. Buna ne denir? Bu alete balyoz denir. Bunlara pek el çantası denmez, söylenmek anlamında: Doğru söze ne denir? Yok denecek kadar az arkadaşı var. Yok denecek kadar az var. Yeni denebilir. Öyle denebilir. densizlenmek densizleşmek densizlik etmek denşirmek depo etmek depolamak Onları serin bir yerde depolamanız gerek. depolanmak Sıcak bir yerde depolanabilir mi? depolitize etmek deprenmek depreşmek depreştirmek canlandırmak anlamında: Bunların derdini depreştirmeyelim. derç etmek, içine sokmak anlamında: kaydetmek anlamında: derdest etmek derdi olmak Evladın var, derdin var. Büyük başın büyük derdi olur. Derdi ne imiş? derdinde olmak (bir şeyin) Kasap et derdinde, koyun can derdinde. derecelemek derecelendirmek derilenmek derinleşmek, derinlik bakımından: bilgi bakımından: ses bakımından: derinleştirmek derinletmek derk etmek derlemek, bir araya getirmek: sözlük vs için:
to be called [ko:ld]. (That's what one could call a hotel.) What is this called? This tool is called a sledge hammer [slec]. One can hardly call this a hanbag. to be said. What more can one say? (He has few friends.) (There is little, if any.) (It's as good as new.) One could say so. to act tactlessly [te:kthsli], to get tactless. to be tactless. to adulterate [idaltireyt]. to store [sto:]. to store [sto:]. You must store them in a cool place. to be stored [sto:d]. Could they be stored in a warm place? to depoliticize [dipilitisayz]. to struggle to get free [stragil]. to recur [riko:]. to cause a relapse [rile:ps], to renew [rinyu:]. Let's not awaken their sorrow [lweykin]. to insert [inso:t]. to inscribe [inskrayb], to seize [si:z]. to have trouble [trabil]. To have children is to have trouble. The bigger the head the bigger the trouble. What's his trouble? to be preoccupied with [prkokyupayd]. Everyone will view things from their point of view. to grade [greyd]. to be graded. (for the skin) to heal up [hi:l]. to become deep [di:p]. to deepen [di:pin]. to deepen, to deepen, to deepen. to understand [andistemd]. to collect [kilekt]. to compile [kimpayl].
208
derlenmek derlenmek, toplanmak anlamında: düzene girmek anlamında: derman olmak dermanı olmak Dermanım
yok.
dermansız olmak dermek derpiş etmek ders olmak Bu sana ders olsun. Bu, onlara iyi bir ders olur. Bu ceza sizlere iyi bir ders olsun. dersi olmak dert etmek (bir şeyi) Dert etme! *başma dert etmek dert olmak Dert değil! Bu çocuğun derdi ne? Devasız dert olmaz. | birleşikler ve deyimler] başı dertte olmak başına dert olmak (birinin) içine dert olmak yüreğine dert olmak Bu hakaret yıllarca yüreğimde dert oldu. dertlenmek dertleşmek İki satır dertleştik, karşılıklı dertlerini anlatmak: dertli olmak dertop etmek dertop olmak dertsiz olmak deruhte etmek desen yapmak destanlaşmak destek olmak Ona daima destek olmuşum. desteklemek, arka çıkmak anlamında: Gümrük Birliği konusunda hükümeti desteklemeye karar verdiler. Planı destekliyorlar mı, desteklemiyorlar mı? Hepimiz sizi destekleyeceğiz. Adamımızı mutlaka desteklemeliyiz.
to be compiled. to get organized [o:gmayzd]. to be a remedy [remidi]. to have the strength. I haven't got the strength. to be feeble [fi:bil]. to gather [ge:thi]. to bear in mind [maynd]. to learn one's lesson [lesin]. / hope you've learned your lesson. to serve one right [rayt]. It will serve them right. This punishment will serve you light. to have a lesson. to occupy oneself with [okyupay]. Don't give it another thought! to brood over [bru:d]. to be a bother to [bothi]. It's no bother. to be eating smb. What's eating that child? (There's a remedy for every trouble.) to be in trouble [trabil]. to be a thorn in smb's side, to be a thorn in one's flesh, to rankle [re:nkil]. That insult has rankled in my mind for years. to feel troubled [trabild]. to have a heart to heart talk with. We had a friendly chat. to air one's grievances to each other. to be sorrowful [sorouful]. to gather together. to curl oneself up [ko:l]. to be carefree [ke:fri:]. to undertake [anditeyk]. to draw [dro:]. to become legendary [lecindiri]. to stand by smb. I've always stood by him.
to back, to back up [be:k]. They've decided to side with the government on the question of the Customs Union. Are they backing the plan or not? We shall all back you up. We must back up our man without fail [feyl]. to stand by. Kriz sürecinde, eşini daima desteklemiştir. She always stood by her husband during the crisis [kraysis]. Hepimizin, seni destekleyeceğinden emin olabilirsiniz. You can be sure we shall all stand up for you. Her zaman başkanımızı destekleriz. We'll stand by our chairman any time.
destelemek
209
bir kararı...: Alacakları her kararı destekleyecek miyiz? onaylamak anlamında: Böyle bir programı desteklememiz mümkün değil, payanda vurmak anlamında: savunmak anlamında: Kadın haklarını daima desteklemişimdir. spor ve diğer faaliyetler için: Şirketimiz bu gibi faaliyetleri desteklemelidir, tarafını tutmak anlamında: İlle de bir partiyi desteklememiz mi gerek? yardım sağlamak anlamında: Terörist örgütlerini neden destekliyorlar? yıkılmak üzere olan bir şeyi: Bu duvarı yıkılmadan desteklememiz gerek. destelemek destelenmek deşarj olmak deşelemek deşifre edilmek Mesaj şimdiye kadar deşifre edilmemiştir. deşifre etmek deşifre olmak deşilmek deşmek, yara için: konuyu yeniden kurcalamak: | birleşikler ve deyimier | geçmişi deşmek Geçmişi deşmenin zamanı değil. karnını deşmek yarasını deşmek yarayı deşmek devalüasyon yapmak devam etmek, araba söz konusu ise: Lütfen yolunuza devam ediniz. Ne olursa olsun sürmeye devam ediniz, bırakılan yerden...: Bizim bıraktığımız yerden devam edin. çalgı söz konusu ise: Lütfen çalmaya devam ediniz, iş söz konusu ise: İşimize devam etmek zorundayız. İşimize devam edelim. kurs, toplantı vs. için: Derslere muntazaman devam ediyor musun? sürmek/sürüp gitmek anlamında: Devam edeceği kadar eder. Bu hep böyle devam etmeyecek.
to uphold [aphould]. Shall we uphold every decision they take? to endorse [indo:s]. We can't possibly endorse such a program. to prop up. to champion [ce:mpiym]. I've always championed the rights of women. to sponsor [sponsi]. Our firm should sponsor such activities. to side with [sayd]. Must we side with one party? to support [sipo:t]. Why do they support terrorist organizations? to shore up [so:]. We must shore up that wall before it collapses. to tie in sheaves [§i:vz]. to be tied in sheaves. to pour out one's feelings [po:]. to scratch up [skre:c]. to be decoded [dikoudid]. The message hasn't been decoded up to now. to decipher [disayfi]. to be decoded [dikoudid]. to be pierced [pkrst]. to lance [la:ns]. to open up. to rake up the past [reyk]. This is no time to rake up the past. to disembowel [disimbawil]. to touch a sore spot [so:]. to open a wound [wu:nd]. to devaluate [di:ve:lyueyt].
to drive on [drayv]. Please drive on. Just drive on, no matter what. to take up [teyk ap]. Just take up from where we left. to play on. Please play on. to get on with one's work. We have to get on with the work. Let's get on with it. to attend [itend]. Do you attend the courses regularly? to last. It will last as long as it does. This won't last forever. to continue [kmtinyu]. Havalar sıcak olmaya devam edecek. The weather will continue to be hot. En büyük sorunumuz olmaya devam ediyor. It's continuing to be our biggest problem.
devam ettirmek
210
Bu böyle devam edemez. Lütfen işinize devam ediniz. Haydi devam et. B/z kararlaştırdığımız gibi devam edeceğiz. bir şey yapmaya...: Aynı hatayı yapmaya devam ediyorlar. yoluna...: Lütfen yolunuza devam ediniz. yön bakımından: yürüyüş söz konusu ise: Biz durduk, fakat diğerleri devam ettiler. devam ettirmek, sürdürmek anlamında: Bu sevimli geleneği devam ettiriyorlar. devamsız olmak bir aradan sonra: Görüşmeleri devam ettirmeye karar verdik. devamı olmak devamlı olmak Bunu uzun zaman devam ettirebileceğimi sanmıyorum. deve yapmak devede kulak olmak , Onun katkısı, devede kulaktır. devindirmek devinmek devirmek, ağaç için: altını üstüne getirmek: bütünüyle içmek anlamında: kitap için: rüzgar için: Rüzgar caddedeki ağaçları devirdi, oburca yemek anlamında: Bir butu tek başına devirdi, yere yıkmak anlamında: yönetimi elinden almak: Hükümeti devirmeye kararlıydık.
to keep/go on. This can't go on like that. to carry on [ke:ri]. Please carry on with your work. to go ahead [med]. Go ahead. We shall go ahead as we've planned. to keep (on) on doing smth. They keep doing the same mistake. to move on [mu:v]. Would you move on, please? to keep straight on [ki:p streyt]. to walk on. We stopped but the others walked on. to keep up [ki:p ap]. They keep up this charming custom. to be irregular at work [iregyuh]. to resume [rizyu:m]. We have decided to resume the talks. to be continued, to be permanent [po:mimnt]. / don't think I can keep it up for long. to acquire fraudulently [fro:dyulmtli]. to be a drop in the bucket [bakit]. His contribution is a drop in the bucket. to put in motion [mousin]. to move [mu:v]. to fell a tree. to overturn [ouvitom]. to drink down. to finish reading a book. to blow down. The wind blew down the trees on our streets. to devour [divaur]. He devoured a rump by himself [ramp], to knock down [nok]. to overthrow. We were determined to overthrow the government.
| birleşikler ve deyimler | çam devirmek to blunder [blandi]. Bakan konuşmasında büyük bir çam devirdi. The minister blundered badly in his speech. Anlamadığın şeylerden bahsedersen büyük If you talk about things you don't understand çamlar devirirsin. you'll make bad blunders. dağları devirmek to succeed in doing hard things [siksi:d]. gözlerini devirmek to roll one's eyes. (birisine) to look daggers at [de:giz]. hükümeti devirmek to overthrow the government [gavinmint]. kesip devirmek to fell. vurup devirmek to fell. devleşmek to grow enormously [ino:misli], mecazi anlamda: to show prodigy [prodici].
devletleştirmek devletleştirmek devleştirilmek devralmak
211
to nationalize [ne:§inilayz], to get nationalized, to take over. Gelecek yıl görevlerini kim devralacak? Who will take over your duties next year? Ben orada değildim, görevi saat altıda devraldım. I wasn't there I took over duty at six. devretmek to turn over [to:nouvi].. Bakan iş ilişkilerini devretmek zorunda. The minister has to turn over his business interests. to hand over. yetki için: Yetkini kimseye devredemezsin. You can't hand over your authority to anyone. nesilden nesile...: to hand down. Bu ilkeleri gelecek nesillere devretmeliyiz. We must hand down these ideals to our posterity. to transfer [tre:nsfo:]. havale etmek anlamında: devrilmek, to capsize [ke:psayz]. alabora olmak anlamında: Tekne birden devrilip, ters döndü. The boat suddenly capsized. araç vs. için: to overturn [ouvito:n]. Araba bariyere çarpıp devrildi. The car hit the barrier and overturned. Araba devrilince, yol gösteren çok olur. (It's easy to be wise after the event [ivent]). hükümet vs. için: to be overthrown [ouvithroun]. 1972'de askeri bir darbe ile devrilmişti, It was overthrown by a military coup in 1972. iskambil vs. için: to tumble down [tambil]. İskambil kağıdı gibi devrildi, It tumbled down like a house of cards. yatay hale gelmek anlamında: to tip over [tipouvi]. Kâse devrildi ve şekerler etrafa saçıldı. The bowl tipped over and the sweets were scattered around [ske:tud]. Boyu devrilsin! May he drop dead! [ded]. to be transferred [tre:nsfo:d]. devrolmak devşirilmek, toplanmak anlamında: to be gathered [ge:thid]. katlanmak anlamında: to be folded up. devşirmek, toplamak anlamında: to gather [ge:thi]. Kızlar mı pamuğu devşirecek? Will the girls gather the cotton? to pick up [pikap]. Yakında meyveleri devşirecekler. They'll pick the fruit soon. Elim armut devşirmiyor ya! (Don't worry, I can fend for myself.) katlamak anlamında: to fold. deyimleşmek to become an idiom [idyim]. dezenfekte etmek to disinfect [disinfekt]. dıngıldatmak to clang [kle:ng]. dır dır etmek to nag. Sürekli dırdır eden bir karısı var. He has a wife who is always nagging him. dırdırlanmak to grumble [grambil]. dırıltı etmek to nag. dırlanmak to grumble. Dırlanacak ne var? What is there to grumble about? to be out. dışarıda olmak Sözüm meclisten dışarı. (Excuse the term [to:m].) to be outside of [autsayd], dışında olmak to be unusual [anyu:juwil]. *alışılagelmişin dışında olmak Bu istekler oldukça alışılagelmişin dışındaydı. These demands were quite unusual. vazife dışında olmak to be off duty [dyu:ti]. dışlamak to exclude [iksklu:d], parçalamak anlamında: to pull to shreds [sredz]. karıştırarak aramak anlamında: to turn a place upside down.
didiklemek
212
didiklemek, parça parça etmek anlamında: to tear to shreds [te:]. aramak anlamında: to turn a place upside down. to be picked to shreds [§redz], didilmek didinmek to toil up [toyl]. Bütün gün didinip durduk. We toiled up all day long. to pick on each other. didişmek to be obstinate [obstinit]. dik başlı olmak dik kafalı olmak to be hard-headed [ha:dhe:did]. İyi bir elemandır fakat biraz dik kafalı. He's a good staff member, if a bit hard-headed. to be outspoken. dik sözlü olmak (for one's hair) to stand on end. diken diken olmak (tüyleri) diken üstünde olmak to be on pins and needles [nkdilzj. O zamana kadar hepimiz diken üstündeydik. We were all on pins and needles until that time. dikili olmak, bitkiler için: to be planted. dikiş bakımından: to be stitched [stict]. Bunlar, küçük parçalardan dikili olur. They are made up of small patches stitched together. Senin ağzında torba dikili değil ya! (Why don't you speak openly?) to be erected [irektid]. taş vs. için: not to have a cent to one's name. dikili ağacı olmamak Bu zavallı adamın dikili ağacı yoktur. That poor man owns nothing. dikilmek, anıtlar için: to be erected [irektid]. Atatürk heykelleri her yerde dikilmiştir, Statues of Ataturk have been erected everywhere. ayakta durmak anlamında: to stand (still). Öyle dikilip durma. Don't just stand there. bitki için: to be planted, dikim bakımından: to be sewn [so:n], dimdik olmak anlamında: to be upright. Beni görünce oturduğu yerde dikildi. On seeing me, he sat upright. göz için: to be fixed on [fikst]. meydan okumak anlamında: to be defiant [difayint]. tüyler için: to bristle [brisil]. at için: to jib [cib], I birleşikler ve deyimler | to pester. baş ucuna dikilmek başına dikilmek to breathe down smb's neck [bri:th]. dikili ağacı olmamak to own nothing. Onun dikili ağacı yok. He doesn't own anything. to breathe down smb's neck [bri:th]. ensesinin dibine dikilmek to plant oneself in front of. karşısına dikilmek Hiç düşünmeden hırsızın karşısına dikildi. Without thinking, he planted himself in front of the thief [thi:f]. tepesine dikilmek to breathe down smb's neck [bri:th]. dikizlemek to spy on [spay]. dikkat etmek, dikkatli olmak anlamında: to be careful [ke:ful]. ilgisini çekmek anlamında: to pay attention to [itensin]. Burada olup bitenlere hiç dikkat etmez. He never pays attention to what is going around here. uyarı anlamında: to mind [maynd]. Hareketlerine dikkat et! Mind your manners! Boyaya dikkat edin! Mind the fresh paint [peynt].'
dikkat etmemek (bir şeye)
213
İşte senin dikkat edeceğin adam budur. Dikkat et! Kilona dikkat etmen gerek. "Dikkat et", diye bağırdım, fakat onu kurtaramadım. dikkat etmemek (bir şeye) dikkate değer olmak dikkate şayan olmak dikkatli olmak Her an gelebilirler, dikkatli olun.
to watch out [woe]. That's the man for you to watch. Watch out! You've got to watch your weight [weyt]. to look out [luk aut]. I yelled 'look out' but couldn't save him. to take no account [tkaunt], to be noteworthy [noutwo:thi]. to be worthy of notice [noutis]. to be on the look out. They may come any moment now, be on the look out. to be careless [ke:lis]. to be careless. They were unbelievably careless.
dikkatsiz olmak dikkatsizlik etmek İnanılmaz derecede dikkatsizlik ettiler. diklenmek, to stand erect [irekt], dik duruma gelmek: to be defiant [difaymt]. kafa tutmak anlamında: to challenge [ce:linc]. karşı gelmek anlamında: dikleşmek, to become steep [sti:p]. vaınaç bakımından: to get stubborn [stabm]. inatçılık etmek anlamında: to be obstinate [obstinit]. diklik etmek dikmek, to plant. bitkiler için: Biz onları sonbaharda dikeriz. We plant them in autumn [o:tim]. to erect [irekt]. dikine durdurmak anlamında: to throw up [throu]. dikine havaya atmak: to put up. direk vs. için: to sew [sou]. dikiş için: Terzi kendi söküğünü dikemez. We do not often use our knowledge for our own benefit. Bu düğmeyi dikebilir misiniz? Could you sew this button on? to stitch [stij]. dikiş atmak anlamında: Bu küçük parçaları bir arada dikebilirsin. You can stitch these small pieces together. to drink in one swing. içki için: to set up. kurmak, inşa etmek anlamında: to stitch [sticj. yara için: Doktor biraz sonra yarayı dikecek. The doctor will stitch the wound in a moment. to set down a ball (for playing). (top vs için) yere koymak | birleşikler ve deyimler | to plant trees. ağaç dikmek to assign smb to supervise smb [isayn]. başına dikmek (birinin) to erect a tombstone over. basma taş dikmek to cuckold [kakild]. boynuz dikmek to give a decisive reply [disaysiv]. cevabı dikmek dikiş dikmek to sew [sou]. Terzi kendi dikişini dikemez. (The cobbler's son usually goes barefoot.) to put up (a pole) [poul], direk dikmek to covet [kavit]. göz dikmek Başkasının ekmeğine neden göz dikiyorsun? Why do you covet someone else's job? to gaze fixedly [geyz], gözünü dikmek to erect smb's statue [ste:tyu:]. heykelini dikmek to drain the cup [dreyn]. kadehi dikmek
dikte etmek
214
kenarını dikmek (elbisenin) kisvesini kendi dikmek kulaklarım dikmek kuyruk dikmek nalları dikmek nöbetçi dikmek Yabancı banka şubelerine nöbetçi dikilmiştir. ocağına incir dikmek şişeyi dikmek taş dikmek tüy dikmek Bu, hepsine tüy dikti. üstüne tüy dikmek Bu, her şeyin üzerine tüy dikti. dikte etmek Bir mektubu dikte ederken oturamam. diktirmek, anıt için: bitkiler için: dikiş için: dil ebesi olmak dile gelmek, dile düşmek anlamında: konuşma yeteneği bakımından: dilediğini yapmak dileği olmak dilemek Allahım, ancak senden yardım dileriz. Annene iyi geceler dile. Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Size acil şifalar dilerim. Başarılı bir ders yılı dilerim. Size bol şans dilerim. Hoş vakit geçirmenizi dilerim. Bize katılmanızı candan diliyorum. Size mutluluklar dilerim. Daha nice mutlu yıllar dilerim. Size ve eşinize ömür boyu mutlu bir evlilik dilerim. Evliliğinizde uzun ve mutlu yıllar dilerim. Ömür boyu mutlu bir evlilik dilerim. Yakında sıhhatinize kavuşmanızı dilerim. Bol şanslar dilerim. Gelecek sefer daha şanslı olmanızı dilerim. Size acil şifalar dilerim. Taziyelerimi kabul etmenizi dilerim. Büyük kaybınız dolayısıyla, taziyemi kabul etmenizi dilerim. Yarışmada üstün başarı sağlamanızı dilerim. Verimli çalışmalar dilerim. Hayırlı yolculuklar dilerim.
to bind the edge of a garment [baynd]. to paddle one's own canoe [kmu:]. to prick up one's ears. to take to one's heels [hi:lz]. to die [day]. to post/station a guard [steyşın]. Guards were posted at branches of foreign banks. to break up smb's home. to drink straight from the bottle. to erect a stone. to cap it all [kep]. That caps it all. to make a situation worse. (This was the last straw). to dictate [dikteyt]. / can't sit when dictating a letter. to have smth erected [irektid]. to have smth planted, to have smth sewn [soun]. to be talkative [toıkıtiv]. to become object of gossip. to start to talk [to:k]. to do what one wishes [wisiz]. to have a wish. to beg. 0 Lord, we beg assitance of You alone. to bid. Bid your mother good night. to wish. Wish prosperity to others so that you may prosper too. Best wishes fora speedy recovery [rikaviri]. / wish you a successful school year. 1 wish you the best of luck [lak]. (Enjoy yourself.) (You are cordially invited to join us.) I wish you every happiness. Many happy returns of the day [ritö:nz]. / wish you and your wife/husband a happy married life [me:rid]. / wish you a long and happy married life. I wish you a happy married life. Best wishes for a speedy recovery [rikaviri]. / wish you the best of luck [lak]. / wish you better luck next time. Best wishes for a speedy recovery. Please accept my sympathy [sımpıthi]. Please accept my sincere condolences in your great loss [ktndoulmsiz]. My best wishes for success in the competition. With sincere wishes for your future success. Best wishes for a good voyage [voyic].
215
dilencilik yapmak |birleşikler ve deyimleri af dilemek affını dilemek
Af finizi dilerim. aman dilemek Savaşçılar ne aman dilediler, ne de verdiler. baş sağlığı dilemek Baş sağlığı dilerim. Ona tarafımdan baş sağlığı dileyiniz. ecir sabır dilemek hacet dilemek iyi şanslar dilemek özür dilemek Gidip ondan özür dilemeliyiz. Hatadan dolayı özür dileriz. Özür dilemek için artık çok geç. Bunun için çok özür dilerim. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Çok özür dilerim. Sizi beklettiğim için özür dilerim. Gecikmeden dolayı özür dileriz. Hatadan dolayı özür dileriz. şans dilemek Sınavlarınızda bol şanslar dilerim. Size bol şans dilerim. dilencilik yapmak dilendirmek dilenmek, sadaka söz konusu ise: istemek anlamında: dili uzun olmak dilim dilim etmek dilimlemek dilimlenmek dilinin altında bir şey olmak Dilinin altında bir şey olsa gerek. dilinin ucunda olmak diline pelesenk etmek dillenmek dillere destan olmak dilleşmek dilmek dilsiz olmak dimdik olmak dinamitlemek dinç olmak dinçleşmek dinçleştirmek dindar olmak dindaş olmak
to apologize [ipolicayz]. to beg one's pardon [pa:din], / beg your pardon. to ask for quarter [kwo:ti]. The fighters neither gave nor asked for quarter. to offer one's condolences [kindoulmsiz], (Please accept my condolences.) to sympathize [simpithayz]. (Please convey to him my sympathies.) to offer one's condolences. to pray for smth. to wish smb good luck [lak]. to apologize [ipolicayz]. We should go and apologize to her. Please accept our apology for the error. It's too late to apologize. to be sorry. I'm terribly sorry about that. Sorry to trouble you. I'm awfully sorry. Sorry to have kept you waiting. to regret, to express regret. We much regret the delay [diley]. We express our regret for the error [ e n ] . to wish smb good luck [lak], / wish you the best of luck in your exams. I wish you the best of luck. to go around begging. to reduce smb to begging. to beg (for), to ask for. to be insolent [insihnt]. to slice (slays), to cut into slices, to be sliced [slayst]. to hold smth back. You must be holding something back. to be on the tip of one's tongue [tang]. to keep on bringing up a subject [sabcikt], to begin to talk [to:k]. to become a byword [baywo:d]. to chat (with) [ce:t], to cut in strips. to be dumb [dam]. to be erect [irekt]. to dynamite [daymmayt]. to be full of vigour [vigi]. to become vigorous [vigins]. to invigorate [invigireyt]. to be pious [payis], to be devout [divaut]. to be co-religionist [kourilicinist].
dindirmek
216
dindirmek, kesmek anlamında: to stop. teskin etmek anlamında: to quieten [kwaytin]. *ağrısım dindirmek to relieve one's pain [peyn]. Bu, ağrılarınızı bir müddet dindirecektir. It will relieve your pain for some time. *kan dindirmek to stem the blood [blad]. *susuzluğunu dindirmek to quench one's thirst [kwenc]. dingildemek, korkmak anlamında: to tremble with fear [fi:]. sallanmak anlamında: to sway. takırdamak anlamında: to rattle [retil]. dinginleşmek to calm down [ka:m]. dinlemek to listen [lisin]. Hiçbir şey dinlemeyecek kadar yorgunum. I'm too tired to listen to anything. Bizi nezaketen dinledi. He listened to us out of politeness. to hear [hi:]. Söyleyeceklerini dinleyelim bakalım. Let's hear what she has to say. to pay attention. Ne söylesen, dinleyen olmuyor. Whatever you say nobody pays attention. (tıpta) kulağını dayamak sureliyle: to auscultate [o:skilteyt]. radyo için: to tune in [tyu:n]. Dinleyici istekleri programını dinliyorsunuz. You're tuned in to the listeners' choice program [coys]. [ birleşikler ve deyimler | Hocanın söylediğini dinle, gittiği yola gitme. Do what the hodja says, not what he does. Kendi söyler, kendi dinler. He mumbles incoherently to himself. başım dinlemek to rest. can kulağıyla dinlemek to listen with rapt attention [iten§m]. dümen dinlemek to answer the helm, gizlice dinlemek to eavesdrop [kvzdrop]. kaçak dinlemek (konuşmaları) to tap (a telephone), kafasını dinlemek to rest oneself. kalbinin sesini dinlemek to obey the dictate of one's heart. kana kana dinlemek (birini) to hang on smb's lips. koyun kaval dinler gibi dinlemek to listen without understanding. kös dinlemek not to pay any attention [iten§in]. lâf dinlemek to listen to what one is being told. nasihat dinlemek to listen to advice [ldvays]. Kimsenin nasihatini dinlemez. He never listens to anyone's advice. öğüt dinlemek to take smb's advice. pür dikkat dinlemek to be all ears. to listen in. radyoyu dinlemek to listen to reason [ri:zin]. söz dinlemek Söz dinlemeyen birine ne söylenir? What do you tell someone who refuses to listen to reason? Söz dinlese yüreğim yanmaz. If only he listened it wouldn't grieve me. itaat etmek anlamında: to obey [oubey]. sözünü dinlemek to take one's advice [ldvays]. Sözümü dinle, kabul etme. Take my advice, don't accept. Sakalım yok ki, sözüm dinlensin. Nobody would listen to me because of my age. yarım kulakla dinlemek not to pay any attention to what is said. dinlememek not to listen. aman zaman dinlememek to be implacable [imple:kibil]. ferman dinlememek to do as one pleases [pli:ziz]. Gönül ferman dinlemez. The heart obeys no law or decree [dikri:].
dinlendirmek kimseyi dinlememek söz dinlememek
217
to heed no one. not to listen to reason, to be perverse. Aç insan, söz dinlemez. A hungry person will not listen to reason. Çocuklar, birden söz dinlemez oldular. The children suddenly became perverse [pivo:s]. Çocukların söz dinlememelerinden bıktım. I'm tired of the children not listening. dinlendirmek, to let rest. raiıar ettirmek anlamında: yorgunluğunu gidermek: to refresh (oneself). Bu buzlu çay sizi dinlendirecektir. This iced tea will refresh you [ayst], to mature [mityu:]. şarap için: arazi için: to let fallow [fe:lou], kafasını dinlendirmek: to rest oneself. dinlenmek, rahat etmek anlamında: to take a rest, to get some rest. Şu anda oyuncular dinleniyor. The players are having a rest at the moment. söz geçirmek anlamında: to be listened to. şarap için: to mature [mityu:]. to make smb listen to. dinletmek Sözümü dinletmesini bilirim. / know how to make myself listened to. Ne yaptımsa, laf dinletemedim. No matter what I did, I couldn't convince him. dinmek, hastalık için: to abate [ibeyt]. to pass off. ağrı için: Ağrı yavaş yavaş diniyor. The pain is slowly passing off. to blow over [blou]. fırtına için: Fırtına yakında diner. The storm will soon blow over. to subside [stbsayd], rüzgar vs. ıçııı: to subside, duygu için: to let up. yağmur, kar vs. için: Bu kar hiç dineceğe benzemiyor, It doesn't seem this snow is going to let up. to stop. genel anlamda: Yarına kadar yağmur dinmiş olur. It will have stopped raining by tomorrow. to club with a rifle butt [klab]. dipçiklemek to be clubbed with a rifle butt [rayfil]. dipçiklenmek to be full of life [layf]. dipdiri olmak to be capable [keypibil], dirayetli olmak to be incapable [inkeypibil]. dirayetsiz olmak diremek, to support [sipo:t]. dayamak anlamında: to resist [rizist]. karşı koymak anlamında: to insist. ısrar etmek anlamında: to put one's foot down. *ayak diremek to be resistant [rizistmt]. dirençli olmak to have no resistance [rizistms]. dirençsiz olmak to winnow [winou]. direnlemek to resist [rizist]. direnmek We sliall resist whatever the outcome. Netice ne olursa olsun direneceğiz. to stand up. You must all stand up to that man. Bu adama karşı hepiniz direnmelisiniz. to put up a fight [fayt]. I'm not going to surrender without putting Direnmeden teslim olmaya niyetim yok. up a fight. They won't be able to hold out for long now. Artık daha fazla direnemezler.
diretmek
218
diretmek, inal etmek anlamında: ısrar etmek anlamında: görüşünde...: Şirket bu konuda görüşünde diretiyor.
to insist. to persist [pisist]. to stand by one's view. The firm stands by its view on this matter.
diri' duruma gelmek: ölümden sonra...: yeniden canlanmak: Gamlı yürek ölmese de ditilmez.
to return to life [rito:n]. to resurrect [rezirekt], to revive [rivayv]. The grieved heart will not die but won't recover either [rikavi].
dirilmek,
*öiüp ölüp dirilmek to go through great pains [peynz]. çok acı çekmek anlamında: to have a close brush with death [bra§]. ölüm tehlikesi geçirmek: diriltmek, to set smth on its legs again. diri duruma getirmek anlamında: to resuscitate [risasiteytjl. hayata döndürmek: to revive [rivayv]. Yeniden canlandırmak: to elbow. dirseklemek to have discipline. disiplinli olmak Öğrenci dediğin, biraz disiplinli olmalı. Students should have some sort of discipline. to lack discipline [le:k]. disiplinsiz olmak diskalifiye etmek to disqualify [diskuolifay]. diskalifiye olmak to be disqualified [diskuolifayd]. dişine göre olmak to be to one's taste [teyst]. dişlemek to nibble [nibil]. dişlenmek to become powerful [pau:ful]. dişli olmak to be powerful. ditmek, to shred. lime lime etmek anlamında: to tear up [te:]. küçük parçalara ayırmak: to tease [ti:z]. (yün ve pamuk için) taramak: to go crazy [kreyzi]. divane olmak to be infatuated with [infe:tyueytid]. divanesi olmak dizdirmek, to have smth typeset [taypset]. dizgi bakımından: to have smth strung on a cord. ipliğe geçirmek anlamında: to have smth arranged in order [ireyncd]. sıralatmak anlamında: to fall on one's knees [ni:z]. dize gelmek dizginlemek, to bridle [braydil]. at için: to curb [ko:b]. frenlemek anlamında: dizginlenmek, to be bridled [braydild]. dizgin takılmak: to be curbed [ko:bd], frenlenmek anlamında: to line up [layn ap]. dizi dizi olmak to arrange in a row [ireync]. dizilemek dizilmek, to line up [layn ap]. sıraya girmek anlamında: Halk kralı görmek için sokaklara dizildi. The crowd lined up the streets to see the King. Mescid yapılmadan körler dizildi, (Some eager people are taking it for granted.) to be lined up. sıraya konmak anlamında: Oyun, ancak bütün pullar dizildikten The play begins only after all the pieces have sonra başlar. been placed on the board.
dizlemek
219
ipliğe geçirilmek anlamında: to be strung (on). to arrange [ireync]. sıralanmak anlamında: Bütün bu kitapların yeniden dizilmesi gerek. All these books must be re-arranged. I birleşikler ve deyimler | to be shot. kurşuna dizilmek O, şafakta kurşuna dizilecek. He is to be shot at dawn [do:n]. saf saf dizilmek to stand in rows [rouz]. to be lined up like peas in a pod. to sink up to one's knees [ni:z]. dizlemek dizmek, to lay out [ley], düzenlemek anlamında: to string/thread, ipliğe geçirmek anlamında: to line up. sıralamak anlamında: to set. yazı için: to thread beads [thred] [bi:dz]. *boncuk dizmek to execute by firing squad [eksikyu:t], *kurşuna dizmek Kaçarken yakalanan asker, kurşuna dizilir. A soldier caught running away is shot. doğmak, to be born [bo:n]. dünyaya gelmek anlamında: Fakir bir köylü anneden doğdu. He was born from a poor peasant mother. Bütün insanlar özgür ve haklar bakımından All human beings are born free and equal eşit olarak doğar. in rights. to originate [iricineyt]. çıkmak anlamında: Kan davası küçük bir kavgadan doğmuştu. The blood feud originated in a petty quarrel. to breed [bri:d]. Merhametten maraz doğar. Misplaced compassion breeds evil [i:vil]. Doğacak sonuçlara katlanmalısın. (You'll have to bear the consequences.) Birlikten güç doğar. (Union makes strength [yu:nym].j Korku, bilgisizlikten doğar. Fear springs from ignorance [igmrms]. to rise [rayz]. güneş, ay vs. için: Öksüz hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş. If one is born unlucky, anything one does is doomed to failure [feylyi]. to arise from [irayz]. ortaya çıkmak anlamında: İhtilâf doğarsa... Should a disagreement arise... to break [breyk]. gun için: Gün doğmadan, neler doğar. Before the day breaks a lot might happen. Gün doğuyor. Day is breaking. | birleşikler ve deyimler | Doğma büyüme İstanbullu idi. He was a native of Istanbul, born and bred. to be born out of wedlock. evlilik dışında doğmak fırsat doğmak to arise (for an opportunity). Bize altın bir fırsat doğdu. A golden opportunity has arisen for us. to have a presentiment [prizentimmt]. gönlüne doğmak gün doğmak to be a great day for. Bankacılara gün doğdu. It's a great day for the bankers. Karaborsacılara gün doğdu. It's a great chance for the black marketeers. hayata yeniden doğmak to take a new lease of life [li:s]. içine doğmak to have a hunch [hang]. Kabul edeceği içime doğdu. / had a hunch that he would accept. to have a presentiment [prizentimmt]. Birşeylerin yanlış gittiği, içime doğdu. / had the presentiment that something was amiss. to have a sudden impulse to [impals]. içinden doğmak to be born under a lucky star [laki]. kadir gecesi doğmak Sen kadir gecesi doğmuşsun. You're a very lucky person.
doğramak
220
to have a presentiment [prizentimmt]. kalbine doğmak to be bom disabled [diseybild]. sakat doğmak to be bom by Caesarean section [sizeriyin] [sek§in]. sezaryenle doğmak to be bom under a lucky star. şanslı doğmak to rise up very early. üstüne güneş doğmak yeniden doğmak to be bom again [lgeyn]. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. (I feel like a new man.) doğramak, to cut up [kat ap], keserek: to cut into slices [slaystz], dilim şeklinde: to hash [he:sj. kıymak anlamında: to dice [days], küçük küpler biçiminde: soğan vs. için: to chop up [cop]. Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir. It's the one who chops the onion, not the one who eats it who knows how bitter it is. to carve [ka:v]. tahta için: | birleşikler ve deyimler] Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına. What you put in your pot will come into your spoon. to make great promises. bol doğramak kanına ekmek doğramak to cause and benefit from smb's misfortune. ufak ufak doğramak to shred. sonrasını soğan doğramak not to pursue a matter [pisyu]. Sonrasını, soğan doğra! Don't pursue the matter. doğranmak, to ache painfully [eyk], ağrı bakımından: to be chopped [copt]. kesilmek anlamında: to be carved [ka:vd]. tahta için: doğru olmak, to be honest [onist]. dürüst anlamında: to be accurate [e:kyurit]. gerçeğe uygun anlamında: Bu saat doğru mu? Is that clock accurate? kurala uygun veya hatasız: to be correct [kirekt]. Hesap doğru değil. The calculation is not correct. Sen bunu gerçekten doğru mu buluyorsun? Do you really consider it correct? yalan olmayan için: to be true. Doğru! That's true. Bu doğru olamaz. It can't be true. | birleşikler ve deyimler] doğru olanı yapmak to do the right thing [rayt]. Sen doğru olanı yaptın. You did the right thing. doğru yolda olmak to be on the right tract [tre:k]. Polis doğru yolda olduklarını sanıyor. The police think they are on the right track. özü sözü doğru olmak to be honest. Özü sözü doğrudur. He is an honest person. doğrulamak to bear out [be:]. The evidence doesn't bear out the police report. Deliller, polis raporunu doğrulamıyor. to confirm [kinfo:m]. This confirms what she has told us. Bu, bize söylediklerini doğruluyor. to prove right [pru:v]. Time and events have proved that I was right. Zaman ve olaylar beni doğruladı. to verify [verifay], doğruluğunu araştırmak: to be confirmed [kmfd:md]. doğrulanmak
doğrulmak
221
doğrulmak, düz duruma gelmek: düzelmek anlamında: toparlanmak anlamında: doğrultmak, doğru duruma getirmek: düzeltmek anlamında: yön bulmak anlamında: yöneltmek anlamında: Tüfeğini kalabalığa doğrulttu. *belini doğrultmak doğrultusunda olmak Karar, parti politikası doğrultusundadır. doğum yapmak doğurmak, doğum yapmak anlamında: Ona yedi çocuk doğurdu. Anası Kadir Gecesi doğurmuş, neden olmak anlamında: yol açmak anlamında: sebep olmak: | birleşikler ve deyimler | Ala keçi her zaman püsküllü oğlak doğurmaz. Anan seni bugün için doğurdu. Dağ doğura doğura bir fare doğurdu. dokuz doğurmak doğurtmak dokumak, bez ve kumaş bakımından: meyveleri vurarak indirmek: *ince eleyip sık dokumak O, ince eleyip sık dokur. *mekik dokumak Bir tramvay Taksim Galatasaray arası mekik dokuyor. dokunaklı olmak dokundurmak *laf dokundurmak *kılına dokundurtmamak dokunmak, bez ve kumaş için: Bunlar burada artık dokunmuyor, bozmak anlamında: değinmek anlamında: Konuşmasında, yine mevcud düşmanlığa dokundu.
to be straightened [streytind]. to be put right [rayt]. to sit up. to straighten [streytin]. to put right [rayt]. to find one's way. to direct [dayrekt]. He directed his gun towards the crowd. to recover [rikavi], to be in line with [layn]. The decision is in line with the policy of the party [disijm]. to give birth [bö:th] to. to give birth [bö:th]. (She has borne him seven children.) He is a very lucky person [laki]. to engender [incendi]. to breed [bri:d], to lead to [li:d]. A well-done task doesn't always give a good result. (This is the day you were born for.) The mountain has given birth to a mouse. to fret with impatience [impeyşms]. to assist a mother to give birth [bö:th]. to weave [wi:v]. to knock down fruit (from a tree). to split hairs [he:z]. (He is very meticulous [mitikyuhs].) to shuttle [satıl], to travel back and forth. A tram shuttles between Taksim and Galatasaray. to be touching [taçing]. to hint at. to make a barbed remark about, not to let anyone lay a finger on.
to be woven [wouvm]. These are not woven here any more. to disturb [disto:b]. to point out to. In his speech he pointed out again to the existing enmity. değmek anlamında: to touch [taç]. Sana taşla vurana, sen ekmekle dokun. (Answer injury with kindness [kayndnis].) el sürmek anlamında: to touch [taç]. karıştırmak anlamında: to meddle with [medil]. sataşmak anlamında: to tease [ti:z]. Şu adamcağıza dokunmayınız. Don't tease that poor fellow. tesir etmek: to affect, to be touched [tact]. Bu kadının sözleri bana çok dokundu. I was deeply touched by that woman's words.
dokunmamak
222
yiyecek için: Biber bana dokunuyor. \ birleşikler ve deyimler | asabına dokunmak bamteline dokunmak can alıcı noktaya dokunmak faydası dokunmak Bunun, kimseye faydası dokunmaz. Belki de diğerlerine faydası dokunabilir. Gerçeği saklamanın, kimseye bir faydası dokunmaz. gayretine dokunmak hassas teline dokunmak hayrı dokunmak iyiliği dokunmak kalbe dokunmak kanma dokunmak kılına dokunmak kibirine dokunmak midesine dokunmak namusuna dokunmak onuruna dokunmak sinirine dokunmak Bu kadının her hali sinirime dokunuyor. Şu program artık sinirime dokunmaya başladı. Bu pazarlamacı sinirime dokunuyor. tetiğe dokunmak ucu dokunmak ucu birine dokunmak Bu işin ucu bana dokundu. yararı dokunmak yarasına dokunmak yardımı dokunmak zararı dokunmak Bunun, bize çok zararı dokunur. Bunun, kimseye zararı dokunmaz. zülfü yâre dokunmak dokunmamak Yerinizde olsam bunlara dokunmazdım. Sigortaya dokunma, yangın çıkarmak mı istiyorsun? Dokunma! Dokunmayın! Su içene yılan bile dokunmaz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. | birleşikler ve deyimler | faydası dokunmamak Kimseye faydası dokunmaz. kılına dokunmamak suya sabuna dokunmamak dokunulmak Buraya hiç dokunulmadı. dokutmak
not to agree with [lgri]. Pepper doesn't agree with me. to get on one's nerves [novz]. to touch one on a sore spot [so:]. to touch the right chord [ko:d]. to be of benefit to. This won't be of benefit to anyone. It might well be of service to the others. to help smb to. It won't help anyone to hide the truth. to stimulate to greater effort [stimyuleyt]. to touch smb on their tender spot. to be of help to. to be of use to [yu:s]. to hurt smb's feelings [fklingz]. to make one's blood boil [boyl]. to lay a finger on [ley]. to wound smb's pride [prayd]. to upset one's stomach [stamik]. to touch smb's honour [oni]. to hurt smb's pride [prayd]. to get on one's nerves [novz]. Everything about this woman gets on my nerves. This program is beginning to get on my nerves. (This salesman gives me a pain in the neck.) to squeeze the trigger [skwi:z]. to cause smb damage [ko:z]. to affect smb [lfekt]. (In the end, I was the one who suffered.) to benefit smb. to touch smb on his tender spot. to be of some help. to do harm [ha:m]. It will do us a lot of harm. It would do no one any harm. to step on a bigwig's toe [tou]. to leave alone. //1 were you I would leave these alone. Leave that fuse alone, do you want to start afire here? Hands off! Keep your hands off! You don't attack even an enemy who is drinking. Let the snake that does me no harm live. to be to no one's advantage [idvamtic]. It's to no one's advantage. not to injure smb in any way. to avoid taking sides [saydz]. to be touched [tact]. Nothing was touched here. to have smth woven.
dolamak
223
dolamak, iplik için: kollar irin: [birleşikler ve deyimler| başına dolamak diline dolamak parmağına dolamak dolandırılmak dolandırmak, aldatmak anlamında: Bu insanlar hükümeti dolandırıyorlar. Halkı dolandırmanıza izin veremeyiz. Korkarım, sizi dolandırdılar. dolaştırmak anlamında:
to wind into a spool [waynd], to wrap one's arms (around). to saddle smb with [se:dil], to repeat smth constantly. to be excessively concerned about. to be swindled. to defraud [difro:d]. These people are defrauding the government. to swindle. We can't let you swindle the people. Vm afraid you've been swindled. to show smb around.
dolanmak, çevresinde dönmek anlamında: gelişigüzel gezmek: (iplik için) karışmak anlamında: saıılmak anlamında: \ birleşikler ve deyimler | ayağına dolanmak, engel olmak anlamında: geri tepmek anlamında: ortalıkta dolanmak Bütün gün ortalıkta dolanıp durdu. dolaşık olmak, dolambaçlı anlamında: içinden çıkılmaz anlamında: (ip, saç vs. için) karışık: yol için: dolaşılmak Burada dolaşılmaz. dolaşmak, başka yönden gitmek anlamında: Köpekle dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak yeğdir, haber, söylenti vs. için: Fabrikanın kapanacağı haberi dolaşmaya başladı. (iplik vs. için) birbirine karışmak: yürüyüşe çıkmak: (kan vs. için) akmak anlamında: otomobille...: Otomobille şöyle bir dolaşacağız, bir yerleri gezmek anlamında: Akşama kadar şehri dolaştık, hastalıktan sonra: Çok yakında ayağa kalkıp dolaşabilecektir, gezinmek anlamında: Biz şöyle dolaşıyorduk. Şehrin şurasını burasını şöyle dolaştık, parti işleri için: Parti üyeleri kapı kapı dolaşarak yeni bilgi topladılar. kötü bir amaçla:
to go round. to wander about. to get entangled [intemgild], to wind round [waynd].
to obstruct [lbstraktj. to boomerang [bunnremg]. to hang around. He's been hanging around all day. to be sinuous [sinyus]. to be intricate [intrikit], to be entangled [inte:ngild], to be tortuous [to:tyu:s]. to wander [wondi], to loiter [loyti]. (No loitering here) [loytiring], to walk around. It's worth going around a bush to avoid a dog. to go around. The word went around that the factory was to close [klouz], to get entangled [inte:ngild]. to take a walk [wo:k]. to circulate [so:kyuleyt]. to go for a drive [drayv]. We'll just go for a drive. to walk about. We walked about in the city until the evening. to get about. He'll be able to get about very soon. to wander about, to stroll about. We were just wandering about. We just strolled the city. to canvass [ke:nvis]. Party members have canvassed from door to door to secure new information. to be on the prowl [praul].
dolaşmak (ağızdan ağıza)
224
| birleşikler ve deyimler | ağızdan ağıza dolaşmak arkasında dolaşmak avare dolaşmak Bütün gün avare dolaşıyor. avare avare dolaşmak Arkadaşlarıyla avare avare dolaşıyor. ayağı dolaşmak ayağına dolaşmak geri tepmek anlamında: vapılan kötülük başına gelmek: Ettiği kötülük ayaklarına dolaştı. ayağında dolaşmak ayak altında dolaşmak Lütfen, ayak altında dolaşma! ayakları birbirine dolaşmak ayaklarına dolaşmak (birinin) aylak aylak dolaşmak çarşı pazar dolaşmak çevresini dolaşmak dere tepe dolaşmak dili dolaşmak dillerde dolaşmak söylenti için: Evliliği ile ilgili bir söylenti dillerde dolaşıyor. ' Çirkin bir dedikodu dillerde dolaşıyor. dolaşıp durmak dönüp dolaşmak dört dolaşmak eli ayağı dolaşmak elden ele dolaşmak eteği ayağına dolaşmak geçinip dolaşmak hastaları dolaşmak 5u anda doktor hastalan dolaşıyor.
to circulate [so:kyuleyt], to chase after [geys], to hang about [he:ng]. He just hangs about all day. to fool around [fu:l]. He fools around with his friends. to trip over one's feet.
to backfire [be:kfayi]. to pay for. She paid very dearly for her misdeeds. to be in the way. to get in smb's way. Please do not get in the way. to stumble over one's feet [stambil]. to be a hindrance [hindnns], to saunter about [so:nti], to go shopping. to go round about. to wander over hill and dale. to be tongue tied [tayd], to be in the limelight [laymlayt]. to go about. There is a rumour going about her marriage. There's an ugly rumour going about. to hang about [he.ng]. to walk back and forth. to be in a quandary [kwondiri]. to be unable to do anything right. to pass from hand to hand. to get clumsy [klamzi]. to ramble [re:mbil], to go round the patients. At the moment the doctor is going round the patients. to wander about [wondi], haymana beygiri gibi dolaşmak kapı kapı dolaşmak to go from door to door. Kapı kapı dolaşmana gerek yok. You don't have to go round from door to door. O kapı senin, bu kapı benim, dolaştık. We wandered everywhere. to be promiscuous [promiskyu:s]. kucaktan kucağa dolaşmak kulaktan kulağa dolaşmak to secretly pass on. orası senin, burası benim, dolaşmak to saunter [so:nti] about. önünde ardında dolaşmak to follow smb everywhere. ötede beride dolaşmak to stroll around. peşinde dolaşmak to go around with smb. semt semt dolaşmak to wander around every neighbourhood. sinsi sinsi dolaşmak to be on the prowl [praul]. o sokak senin, bu sokak benim, dolaşmak to walk about from street to street. şurada burada dolaşmak to roam here and there. tebdili kıyafet dolaşmak to travel incognito [inkognitou]. Padişahlar sık sık tebdili kıyafet dolaşırlardı. The sultans very often used to travel incognito. sürre devesi gibi dolaşmak to loaf about with an air of being busy. tepe bayır dolaşmak to go up hill and down dale [deyl].
dolaştırmak
225
üç aşağı, beş yukarı dolaşmak ülkeyi dolaşmak yükseklerde dolaşmak dolaştırmak, tabak ve yemek için: Lütfen sandviçleri dolaştırın, bir yeri gezdirmek anlamında: Sekreterim size etrafı dolaştıracaktır, yürüyüşe çıkarmak anlamında: Köpeği biraz dolaştırır mısın? (ip vs. için) birbirine karıştırmak: *elden ele dolaştırmak Lütfen pastaları elden ele dolaştırınız. dolaştırılmak Burada köpek dolaştırılmaz. '•'•elden ele dolaştırmak: Bu, öyle elden ele dolaştırılacak bir şey değil. doldurmak, dolu duruma getirmek: Küçük çocuk ceplerini şekerle doldurdu. Annen sepeti yiyecekle doldurmuş. ağzına kadar...: Depoyu doldurunuz. akü için: ateşli silah için: Silahını doldur ve sakin ol. benzin deposu için: çukur için: dolma için: Daima pirinçle doldurulur. dilekçe, fiş vs. için: Bunları üç nüsha olarak doldurunuz. Adayların dolduracağı dilekçe yok mu? bir kabı...: Şişeleri bir makine dolduruyor. bir kimseyi (iyi duygularla): Gençlerin kafalarını sevgiyle dolduralım. bir kimseyi (başkası için kötü düşüncelerle): tamamlamak anlamında: yaş için: Kızı yirmi yaşını doldurdu. |birleşikler ve deyimler] ağzına kadar doldurmak ağız ağıza doldurmak Şu bardakları ağız ağıza doldurmayınız. armayı doldurmak boğaz doldurmak (bitkiler için) boş bir yeri doldurmak boşluğu doldurmak boşlukları doldurmak cebini doldurmak
to pace back and forth [peys], to travel around the country [kantri], to aim high [eym], to pass on. Please pass on the sandwiches. to show smb around. My secretary will show you around. to take smb for a walk. Could you take the dog for a little walk? to entangle [intemgil]. to pass round/down. Please pass the cakes round. to be taken for a walk, to walk. Walking of dogs forbidden [ f i b i d i n ] . That is not something that could be passed from hand to hand [pa:st], to fill. The little boy filled his pockets with sweets to load [loud]. Your mother loaded the basket with food. to fill up. Fill it up. to charge (a battery) [ f a x ] , to load [loud]. Just load your gun and keep quiet. to fill the tank [te:nk]. to fill up. to stuff [staf]. It's always stuffed with rice [rays], to fill in. Fill these in triplicate [triplikit]. Isn't there any application for candidates to fill in [kemdideyts]? to fill. A machine fills the bottles [misi:n]. to imbue with [imbyu:]. Let's imbue the mind of the young with love. to turn smb against [lgeynst]. to complete [kimplkt]. to turn [to:n]. Her daughter has turned twenty. to fill up. to fill to the brim. Don't fill these glasses to the brim. to tauten the rigging [tortin]. to heap up earth [hi:p]. to fill a vacancy [veykinsi]. to fill the gap. to fill in the blanks. to line one's pockets [layn].
doldurmamak
226
çile doldurmak denizi doldurmak dilekçe doldurmak diş doldurmak eksiği doldurmak göz doldurmak gününü doldurmak hüküm bakımından: bir'süre için: vadesi gelmek anlamında: kafasını doldurmak (birinin) Bu saçma masallarla kafasını doldurma. kesesini doldurmak kulağını doldurmak (birinin) küpünü doldurmak Yağmur yağarken küpünü doldurmak. postuna saman doldurmak Güvenme dostuna, saman doldurur postuna. tepeleme doldurmak testiyi doldurmak Su akarken testiyi doldur. tıka basa doldurmak Çocuk ceplerini şekerle tıka basa doldurdu. tüfeği doldurmak İnsan temizleyeceği tüfeği doldurmaz. yerjni doldurmak zaman doldurmak doldurmamak Ceviz kabuğunu doldurmaz. Kimse kimsenin çukurunu doldurmaz. Bunlar incir çekirdeğini doldurmaz. Kimse kimsenin mezarını doldurmaz. doldurulmak Bunlar üç nüsha olarak doldurulacak. Daima pirinçle doldurulur. Bizde hâlâ elle dolduruluyor. dolmak, dolu duruma gelmek anlamında: Bugün salon dolmadı. Salon çok erkenden dolmuştu.
to undergo a period of severe trial [trayil]. to reclaim land from the sea [rikleym]. to fill in an application [e:plikey§in]. to fill/stop a tooth, to fill the gap. to look good. to complete one's sentence [sentms]. to finish a term [to:m], to fall due [dyu:]. to stuff smb's head. Don't stuff his head with these silly tales. to feather one's own nest [fethi]. to prime smb [praym]. to line one's pockets [layn]. (Make hay while the sun shines [§aynz].j to betray a friend [bitrey]. Know the people you befriend very well. to heap [hi:p]. to fill one's coffer [kofi]. Fill the pitcher while the water is flowing. to cram [kre:m]. The boy crammed the sweets into his pockets. to load a gun. One doesn't load a gun one is going to clean. to fill a post, to fill the time, not to fill. It's quite unimportant. Everyone is to fill his own grave [greyv]. These are trifling [trayfling]. No one will ever fill the grave of another. to be filled, to be stuffed [staff]. These are to be filled in triplicate. It's always stuffed with rice [rays]. They are still filled by hand here.
to fill (up). The hall hasn't filled today [ho:l]. The auditorium had filled up very early. to get full. Depo hâlâ dolmadı mı? Hasn't the tank got full yet? Yılların ihmali sonucu Haliç çamurla doldu. As a result of years of neglect the Golden Horn has filled up with mud. Dilencinin torbası dolmaz. A beggar's bag never gets full. koku, ses vs. için: to fill up. süre için: to be up [ap]. Süre doldu. Time is up. tamamlanmak anlamında: to be over/up. I birleşikler ve deyimler | Doluya koydum olmadı, boşa koydum dolmadı. (I was unable to find a solution.) Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. (However hard you try, it just doesn't work.) Bir tepe yıkılır, bir dere dolar. (One man's loss is another man's gain.) çilesi dolmak to have one's suffering come to an end.
dolu olmak
227
dolup taşmak Merkez bütün gün ziyaretçilerle dolup taştı. gözleri dolmak kulakları dolmak miadı dolmak kontrat vs. için: eşya için: pabucuna kum dolmak süresi dolmak vadesi dolmak vakti dolmak
to be packed with [pe:kt]. The Centre was packed with visitors all day long [vizitiz]. to have one's eyes full of tears [ti:z], to be fed up with hearing the same thing.
to expire [ikspayi]. to become worn out [wo:n aut]. to be very uneasy [ani:zi]. to expire [ikspayi]. to be due [dyu:], to fall due. to be up [ap]. Vakit doldu. Time is up.
dolu olmak, to be full. dolmuş durumda anlamında: Ağzın dolu iken konuşma. Don't talk with your mouth full. Elim dolu, görmüyor musun? Can't you see my hands are full? Depo hemen hemen dolu. The tank is almost full. boş vakti olmamak: to be busy [bizi]. Onun her dakikası doludur, He is a very busy man. boş yeri olmamak: to be full. Bu akşam bütün masalar dolu. All the tables are full tonight. sayıca çok anlamında: to be plenty. Bunlardan piyasada dolu. There are plenty on the market. ateşli silahlar için: to be loaded [loudid]. Tabanca dolu olsa gerek. The gun must be loaded. to be filled with [fild]. - ile dolu olmak: Bazı fıçılar şarapla dolu idi. Some barrels were filled with wine [wayn]. to be full of. Sokaklar, silâhlı askerlerle dolu idi. The streets were full of armed soldiers. Gazeteler Zeki Müren'in ölüm haberiyle dolu idi. The newspapers were full of news about Zeki Miiren's death [deth]. Hayat sürprizlerle dolu. Life is full of surprises [siprayziz]. to be crowded with [kraudid]. Yazın güney sahillerimiz turistlerle dolu olur. Our southern cities are crowded with tourists in summer. to abound with [ibaund]. Bu nehirler bir zamanlar balıklarla doluydu. These rivers used to abound with fish. to be infested with. Ev haşaratla doluydu. The house was infested with insects. to bristle with [brisil]. Mesele zorluklarla dolu. The problem bristles with difficulties. to be fraught [fro:t]. Tehlikelerle dolu bir yolculuktu. It was a voyage fraught with danger. to be beset [biset]. Onun görevi güçlüklerle doluydu. His was a task beset with difficulties. Biz zorluklar ve tuzaklarla dolu bir yolu seçtik. We have chosen a road beset with difficulties and traps. | birleşikler ve deyimler] to be brimful of smth. ağız ağıza dolu olmak (bir şeyle) to be full to the brim. ağzına kadar dolu olmak dopdolu olmak to be filled to the brim. eli kolu dolu olmak to have one's hands full. gözleri dolu olmak to have one's eyes fill with tears.
doluşmak güçlüklerle dolu olmak hayat dolu olmak hıncahınç dolu olmak nefretle dolu olmak
228
to be fraught with difficulties [fro:t], to be full of life [layfj. to be overcrowded [ouvikrawdid]. to be filled with hate [heyt]. İçleri nefretle doluydu. They were filled with hate. to be filled with love. sevgiyle dolu olmak şevkle dolu olmak to be filled with enthusiasm [inthyu:ziye:zm]. O gün hepimiz şevkle doluyduk. We were all filled with enthusiasm that day. to be up to the hilt. tepeleme dolu olmak tıka basa dolu olmak yiyecek bakımından: to be replete [ripli:t] with. kişiler için: to be packed with [pe:kt]. Salon tıka basa doluydu. The hall was packed out. tıklım tıklım dolu olmak to be full to overflowing. ümitle dolu olmak to be filled with hope [houp]. O gün hepimiz ümitle doluyduk. We were all filled with hope that day. üzüntü ile dolu olmak to be full of sorrow [sorou]. yüreği dolu olmak to be full of bitterness (over). zorluklarla dolu olmak to be fraught with difficulties. doluşmak to crowd into [kraud]. domalmak çıkıntı yapmak anlamında: to bulge [bale]. çömelmek anlamında: to squat down in a humped position, domaltmak to make smth bulge. domuzlaşmak , hainlik bakımından: to act maliciously [miligisli]. inatçılık bakımından: to be obstinate [obstimt]. domuzluk etmek to behave like a pig. donakalmak to be petrified [petrifayd]. *dehşetten donakalmak to be petrified with horror [hon]. *korkudan donakalmak to be petrified with fear [fi:]. Hepimiz donakaldık. We were all petrified. Manzara karşısında donakaldım. (I was aghast at the scene [iga:st].) donamak to decorate [dekireyt]. donanmak, bezenmek anlamında: to be decorated [dekrreytid]. giyinip kuşanmak anlamında: to dress up. ışıklarla bezenmek: to be illuminated [ilyu:mineyt]. teçhizat bakımından: to be equipped [ikwipt]. donatdmak giyim bakımından: to be dressed up [drest ap]. süs bakımından: to be adorned [ido:nd]. teçhizat bakımından: to be equipped [ikwipt]. donatmak, bezemek anlamında: to deck out. gemi için: to rig. giydirmek anlamında: to dress, provide smb with clothes [pnvayd]. ışık bakımından: to illuminate [ilyu:mineyt]. garnitür olarak: to garnish [garnisj. sağlamak anlamında: to furnish [fo:nisJ. Sizi ihtiyacınız olan her şeyle donatacağız, We shall furnish you with everything you need. sofra için: to set a table lavishly, süs bakımından: to decorate [dekireyt]. teçhizat bakımından: to equip [ikwip].
donattırmak
229
*gemi donatmak * sofra donatmak donattırmak dondurmak, donmasını sağlamak: (içecek için) buz gibi soğutmak: jile, yağ vs. için: katılaşmasını sağlamak: bir seviyede tutmak anlamında: ücret, fiyat vs. için: *fiyatlan dondurmak Bakanlık tüm fiyatları üç ay için dondurdu. *ücretleri dondurmak Kimse ücretleri dondurmaya cesaret edemez. donmak, buz tutmak anlamında: Havuzdaki su dün gece dondu. hava için: Dışarısı donuyor. katılaşmak anlamında: a-çimento vs. için: Bu havada çabuk donar. b- yağ vs. için: Tabağınızdaki yağ donmaya başladı. soğuktan ölmek anlamında: Bu havada, insan yolda donar, çok üşümek anlamında: Ayaklarım ve ellerim donuyor. Donuyorum. | birleşikler ve deyimler | iliklerine kadar donmak kam donmak korkudan kanı donmak Korkudan kanım dondu. soğuktan donmak takır takır donmak donuk olmak, donmuş anlamında: canlılığı olmayan anlamında: cilâsız anlamında: parlaklığı olmayan: renkler için:. donuklaşmak, cilâ bakımından: renk bakımından: donuna etmek donuna yapmak mecazi anlamda: dopdolu olmak doping yapmak doping etkisi yapmak Hükümetin açıklaması doping etkisi yapacaktır. doruklamak
to rig a ship. to spread a lavish table [le:vi§], to have smth equipped [ikwipt]. to freeze [fri:z]. to chill [gil]. to congeal [kmci:l]. to let set. to fix [fiks]. to freeze [fri:z]. to freeze prices [praysiz]. The ministry has frozen all prices for three months. to freeze wages [weyciz]. No one will dare to freeze the wages. to freeze (over) [fri:z]. The water in the pond froze last night. to freeze. It's freezing outside. to set. It will quickly set in this weather. to congeal [kinci:!]. The fat in your plate has started to congeal. to freeze to death. You'll freeze to death on the way in this weather. to freeze. My feet and hands are freezing. (I feel very cold.) to be frozen to the bone [boun]. to be horrified [horifayd]. to make one's blood run cold. It made my blood run cold. to be blue with cold, to freeze solid. to to to to to
be frozen [frouzin]. be lifeless [layflis]. be lusterless [lastilis], be mat [me:t]. be dull [dal].
to become lusterless. to get dull. to soil one's underwear [andiwe:]. to soil one's underwear [soyil]. to be very frightened [fraytind]. to be chock-full [cokful], to dope [doup]. to have the effect of a shot in the arm. The government's declaration will have the effect of a shot in the arm. to fill to overflowing.
doruklaşmak
230
doruklaşmak dost edinmek dost olmak Ben Evren'lerin bir dostuyum. Eski düşman dost olmaz. Atasına düşman olan evladına dost olamaz. Düşenin dostu olmaz. Mal, adamın hem dostu, hem düşmanıdır.
to reach a peak [pi:k]. to make friends. to be/become friends. I'm a friend of the Evrens. An old enemy will never be a true friend. An enemy to the forefathers will never be a friend to the son. People in trouble have no friends. Wealth can be one's best friend as well as one's worst enemy. Dead men and the absent are always in the wrong.
Ölen ile gidenin dostu olmaz. | birleşikler ve deyimler] can dostu olmak to be a sincere friend [sinsi:]. iyi gün dostu olmak to be a fair weather friend [fe:]. kara gün dostu olmak to be a friend in need [ni:d]. dostluk etmek to be friends (with). dosyalamak to file [fayl]. dosyalanmak to be filed [fayld]. Bütün bu mektupların dosyalanması gerek. All these must be filed away. doygun olmak to be satiated [sey§ieytid]. doymak, to eat/have one's fill. yemek bakımından: Teşekkür ederim, ben doydum. Thank you, I had my fill. Acıkan doymam, susayan kanmanı sanır. The hungry think they'll never have enough to eat, the thirsty not enough to drink. Orada doyuncaya kadar yemek yiyebilirsin. You can eat there to your heart's content. Doğduğun yere bakma, doyduğun yere bak. Home is where one is fed not where one is born. kanmak anlamında: to be satiated [seysjeytid]. Bu insanlar doymak bilmez. These people are insatiable [inseysj:bil]. tatmin olmak anlamında: to be satisfied [se:tisfaydj. [birleşikler ve deyimler | to be quite satisfied, gözü doymak to eat one's fill. karnı doymak Çocukların karnı doydu mu? Have the children eaten their fill? Abdalın karnı doyunca gözü kapıda olur. After an opportunist gets what he wants he'll move somewhere else. İnsanın, bunlarla karnı doymaz ki! You can't satisfy your hunger with these. doymamak to be unsatiated [anseysieytid]. [birleşikler ve deyimler| duvağına doymamak to be widowed young [widoud]. gençliğine doymamak to die young [day]. tadına hiç doymamak not to pall on one [po:l]. insan bu keyfin tadına hiç doymuyor. This delight never palls on one [dilayt]. doyulmak to satisfy one's hunger [se:tisfay]. Hiç iki sandviçle doyulur mu? Is it possible to satisfy one's hunger with two sandwiches? doyulmamak not to have enough of [inaf]. Size doyulmaz. One can't have enough of your company. doyum olmamak (bir şeye) not to have enough of. Tadına doyum olmaz. One can't have enough of it. Oranın güzelliğine doyum olmaz. (You never get tired of the scenery.) Size doyum olmaz. One can never have enough of your company. doyurmak, to fill up. açlığını gidermek: Birkaç sandviç beni doyurmaz. A few sandwiches won't fill me up.
doyurucu olmak
231
beslemek anlamında: to nourish [narisj. geçindirmek anlamında: to feed [fi:d]. inandırıcı olmak: to convince [kinvins], tatmin etmek anlamında: to satisfy [setisfay]. yaşamını sağlamak anlamında: to support [sipo:t]. yeterli olmak: to satiate [seygieyt], kimya bakımından: to saturate [se:crreyt], (birleşikler ve deyimler | gözünü doyurmak (birinin) to give a lot just to satisfy smb. Gözünü toprak doyursun! (What a greedy person!) insanın gözünü bir avuç toprak doyurur. A handful of dust will satisfy the greedy in the grave [greyv]. karın doyurmak to fill one's stomach [stamik]. Kuru lâf katın doyurmaz. Empty promises won't fill one's stomach. Boş lâf karın doyurmaz. Empty words do not fill a stomach. Boş söz karın doyurmaz. (Fair words butter no parsnips [pa:snips].) to eat one's fill. karnını doyurmak Bu parayla biz ancak karnımızı doyurabiliriz. (We can live only from hand to mouth with this money.) doyurucu olmak, to be filling. yemek bakımından: to be satisfactory [setisfektiri]. tatminkâr anlamında: Bu cevap doyurucu olmaktan çok uzak. This answer is far from being satisfactory. to be convincing [kmvinsing]. inandırıcı anlamında: dökmek, to shed. gözyaşı için: to pour [po:]. (bir kaba) boşaltmak anlamında: Elime biraz su döker misiniz? Could you pour some water on my hands? to empty [emti]. bir kabı boşaltmak anlamında: Kül tablasını dökebilir misiniz? Could you empty the ashtray? to cast [ka:st]. bir kalıba döküm yapmak: to spill. kaza ile dökmek anlamında: Gazetenin üzerine sütü kim döktü? Who has spilt the milk on the newspaper? to get measles [mi:ziz], kızamık için: to have spots break out [breyk aut]. teninde kırmızı lekeler çıkmak: to let the hair hang freely. (saç için) salmak anlamında: to flunk [flank]. sınıfta bırakmak anlamında: Hoca sınıfın yarısını döktü. The teacher has flunked half of the class. to erupt [irapt]. sivilce için: to moult [moult], tüy veya deri değiştirmek: to shed, ağaç yaprakları için: to cast off. yılanın derisi için: [birleşikler ve deyimler [ to work hard. alın teri dökmek ayağına su dökmek Ayağına sıcak su mu dökelim, soğuk su mu? (How nice of you to come and see us!) bakla dökmek to tell fortunes by throwing beans [fo:cmz], çıban dökmek to be covered with boils [boylz]. çiçek dökmek to have small pox. dem dökmek to menstruate [menstru:eyt]. denize dökmek to dump into the sea [damp]. Ucuza satmaktansa, elmaları denize döktüler. Rather than sell them cheap, they have dumped the apples into the sea. Nanköre iyilik etmek, gülsuyunu denize Kindness to ungrateful people is wasted kindness [kayndnis]. dökmektir.
dökmek (derdini birine)
232
derdini dökmek (birine) dert dökmek dil dökmek diller dökmek ecel teri dökmek eline su dökmemek O sizin elinize asla su dökemez. göz nuru dökmek gözyaşı dökmek sahte gözyaşları dökmek harman dökmek helme dökmek hesaba dökmek içini dökmek Uzun süredir içimi dökmek istiyordum. işi -e dökmek işi alaya dökmek işi oyuna dökmek işi resmiyete dökmek işi şahsiyete dökmek kağıda dökmek Bütün bunları kağula dökmek gerek. kalıba dökmek kan dökmek kırıp dökmek kirlj çamaşırları ortaya dökmek köküne kibrit suyu dökmek kor dökmek kurşun dökmek
to pour out one's grief to smb [gri:fj. to talk about one's trouble [trabil]. to blandish [ble:ndisj. to try to persuade smb [pisweyd], to be in mortal fear [fi:]. not to hold a candle to [kemdil]. He can't possibly hold a candle to you. to engage in eye-straining work [ingeyc]. to shed tears [ti:z]. to shed crocodile tears [kroktdayl]. to thresh. to become thick or jelly-like. to write out the financial aspect [fine:n§il]. to get it off one's chest [cest]. / wanted to get it off my chest for a long time. to turn smth into. to turn the matter into a joke [couk]. to take it as a game [geym]. to make it official [ifi§il]. to turn a matter into an attack on personalities. to put down in black and white. We must put down all this on paper. to cast [ka:st]. to shed blood [blad]. to destroy. to wash one's dirty linen in public [pablik]. to exterminate [iksto.nineyt]. to fashion a bed of glowing coal [koul]. to pour molten lead into cold water to break an evil spell. kurt dökmek to pass worms [wb':mz]. kurtlarını dökmek to sow one's wild oats. küçük su dökmek to urinate [yurineyt]. lokma dökmek to make pieces of fried batter for distribution. lokmasını dökmek (birinin) to make and distribute pieces of sweet fried batter in memory of a dead person. mayın dökmek to lay mines [mayns]. meydana dökmek to make smth public [pablik]. ortaya dökmek to disclose [disklouz]. para dökmek to pour out money [po:]. Bu projeye dünyanın parasını döktük. We've poured out a lot of money into this project [procekt]. remil dökmek to tell fortune in sand [ftxcin]. resmiyete dökmek (işi) to adopt an official attitude [e:tityu:d]. sahte gözyaşı dökmek to shed crocodile tears [krokidayl]. sayıp dökmek to spill it out. Karşılaştıkları tüm sorunları sayıp döktü. He spilled out all the problems he faced. sevinçten gözyaşı dökmek to weep for joy. soğuk ter dökmek to break out in a cold sweat [swet]. sokağa dökmek halkı: to cause the public to take to the streets. para için: to throw money away. su dökmek to urinate [yurineyt]. büyük su dökmek: to empty the bowels [bawilz].
233
döktürmek
süt dökmüş kedi gibi olmak şahsiyete dökmek şakaya dökmek ter dökmek didinmek anlamında: tüy dökmek, kuşlar için: dört ayaklılar için: yaş dökmek yazıya dökmek Tekliflerini resmen yazıya dökmelerini istedik. yem dökmek yüzsuyu dökmek döktürmek, .5/vı için: döküm bakımından: yazı vs. için: *soğuk terler döktürmek dökülmek, akarsular için: çok eskimiş anlamında: döküm söz konusu ise: harap durumda olmak: meyve için: Fırtınada meyvelerin çoğu döküldü, perişan durumda olmak: saç için: Saçları üstten çok döküldü. sınav için:
Bütün sınıf sınavda döküldü.
sıvı için: taşmak anlamında: yaprak için: yemek ve gıda için: Okulda çok fazla yemek dökülüyor. |birleşikler ve deyimleri ağzından dökülmek Ağzından dökülüyor. başından aşağı kaynar sular dökülmek Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. denize dökülmek dişleri dökülmek Dişlerinin yarısı kırılıp dökülmek, kibar görünmeye çalışmak: çok eskimek anlamında: kırıklık duymak: ortaya dökülmek pul pul dökülmek saçı dökülmek saçılıp dökülmek sapır sapır dökülmek
dökülmüş.
to keep quiet with a guilty conscience [konsins] to personalize (a discussion) [po:smalayz], to turn smth into a joke [couk], to sweat [swet], to toil [toyl], to moult, to shed. to shed tears [ti:z], to put into writing [rayting]. We asked them to put their proposals down officially in black and white. to make empty promises. to humiliate oneself [hyuimilieyt], to have smth poured [po:d], to have smth cast [ka:st], to write /speak well and easily. to make smb break out in a cold sweat. to empty into [empti]. to fall apart [ipa:t]. to be cast [ka:st]. to be in ruin, to drop off. Most of the fruit dropped off in the storm. to be miserable [miznbil]. to thin out. His hair has become very thin at the top. to fail, to flunk [flank]. The whole class flunked the exam [flankt]. to be poured [po:d]. to spill over. to be shed. to be thrown away. Too much food is thrown away at school. to talk unwillingly. He is saying it half-heartedly [ha:f ha:tidli]. to have a terrible shock. / got a terrible shock. I felt very ashamed and ill at ease [i:z]. to run into the sea. to lose one's teeth [lu:z]. He has lost half his teeth. to act in a refined way [rifaynd]. to fall apart [ipa:t]. to ache all over [eyk], to be revealed [rividd], to flake off [fleyk], to lose one's hair [lu:z], to spare no expense [spe:]. to fall in great quantities.
dökümünü yapmak
234
sokağa dökülmek işaret verilince, halk sokağa döküldü. tepesinden aşağı kaynar sular dökülmek tohumu dökülmek üstü başı dökülmek üstünden dökülmek Bu palto üstünden dökülüyor. yollara dökülmek O gece hepimiz yollara döküldük. dökümünü yapmak Kartlardaki tüm adların dökümünü yapın. dökünmek *soyunup dökünmek döllemek döllenmek döndürmek, dönmesini sağlamak: eksen el rafın da...: geri çevirmek anlamında: içi dışına çevirmek: kararından...: yönetmek anlamında: Bu işi tek başına döndürüyor. | birleşikler ve deyimler] başını döndürmek Bu gürültü başımı döndürüyor. Başarısı, başını döndürdü.
to rush out into the streets. At the signal, the people took to the streets. to be left stunned [stand]. to reach menopause. to be in tatters. (for clothes) not to suit well [syu:t]. This overcoat is too big for you. to come out into the streets. That night everyone came out into the streets. to list. List all the names on the cards [ka:dz]. to throw water over oneself, to change with comfortable clothes [kamfitibl]. to inseminate [insemineyt]. to be inseminated [insemineytid]. to turn round, to rotate [routeyt]. to send back, to turn inside out. to make smb reverse their decision [desijin], to run. He runs the business by himself. to make one's head spin. This noise is making my head spin. to go to one's head. His success went to his head. to raise an uproar [apro:]. to make a mess of smth. to intrigue [intri:g]. to spin. to intrigue against, to mess up. to go back on one's word, to begin to decline [diklayn]. to mill around.
curcunaya döndürmek çorbaya döndürmek dalavere döndürmek fırıl fırıl döndürmek fırıldak döndürmek ırgat pazarına döndürmek döneklik etmek dönelmek dönenmek dönmek, to turn into [to:n], to become. andırmak, benzemek anlamında: This place has turned into a nursery school. Burası anaokuluna döndü. This thing has turned into a carnival [kamivil]. Bu iş karnavala döndü. (/ feel like a fish out of water.) Sudan çıkmış balığa döndüm. (He was overjoyed [ouvijoyd].) Mal bulmuş mağribiye döndü, to return to [rito:n]. ara verilen bir şeye...: to run. çekip çevirmek anlamında: Mills will not run on carried water. Taşıma suyla değirmen dönmez. Does anyone know how this house is run? Bu ev acaba nasıl döner, bilen var mı? to change [ceync]. değişmek anlamında: The weather has changed. Hava döndü. to convert to [kinvo:t]. din değiştirmek anlamında: to be afoot [ifu:t]. dolan, dalavere söz konusuysa: What's afoot here? Burada neler dönüyor? Something is afoot here. Burada bir şeyler dönüyor. (There is something going in the air.) Ortada bir şeyler dönüyor. We know pretty well what's going on here. Burada neler döndüğünü pekala biliyoruz.
dönmek
235 etrafında hareket etmek: geri çevrilmek anlamında: geri gelmek/gitmek anlamında: Ben oraya katiyyen dönmem. Bunlar tekrar işlerine dönemezler mi? Yakında dönerim. Şimdi burada değil, saat 4'te döner. Saat beşten önce dönmez. Cuma'ya kadar dönmezler. Bir polis memuru ile birlikte döndü. Kimse yaya dönmek istemiyor. Erken yol alan, çabuk döner. Yanlış hesap Bağdat'tan döner. kendi ekseni üzerinde...: Çok hızlı dönüyor. Hikaye bir CIA ajanı etrafında dönüyor. Dökme su ile değirmen dönmez.
sapmak anlamında: söz, anlaşma vs. için: Bir anlaşmadan, dönmeniz mümkün değil. kişiler için: yön bakımından: Işıklarda sağa dönünüz. yol için: Üst geçitten sonra yol sağa dönüyor. |birleşikler ve deyimleri Ölmek var dönmek yok. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Dönüp dönüp aynı şeyi tekrarlıyorsun. adama dönmek aleyhine dönmek arapsaçına dönmek arkasını dönmek Arkamı döner dönmez... birisine arkasını dönmek başı dönmek başladığı yere dönmek Başladığımız noktaya döndük. beyninden vurulmuşa dönmek bostan beygiri gibi dönmek yürüyüş bakımından: iş bakımından: cin çarpmışa dönmek çeteleye dönmek çorbaya dönmek çılgına dönmek çöle dönmek çöpe dönmek davula dönmek
to turn round [to:n]. to be sent back, to come/go back. never go back there. Can't they go back to work? to be back. I'll be back soon. He's out, he'll be back at four. He won't be back before five. to get back. They won't get back before Friday. to return [rito:n]. He returned accompanied by a police officer. Nobody wants to walk back. (The sooner you start the sooner you finish.) (An error will sooner or later come to light.) to spin. It's spinning too fast. to revolve. The story revolves around a CIA agent[eycm\]. (You can't turn the wheel of a mill with water from pails [peylz].) to swerve [swo:v]. to back out. You can't possibly back out of an agreement. to turn into/to become, to turn [to:]. Turn right at the lights. to bend. The road bends to the right after the overpass. There's no turning back even if it means death. We shall go about our task, come what may. You keep repeating the same thing. to become presentable [prizentibil]. to turn to one's disadvantage [disidvamtic]. to turn into a mess. to turn one's back. The moment I turned my back... to turn one's back on. to feel giddy/dizzy. to be back where one was. We are back just where we were. to be thunderstruck [thandistrak]. to walk aimlessly round and round. to get caught in a routine job [ko:t]. to be overwhelmed (by one's troubles). to be very nicked and cut. to become a mess. to be enraged [inreycd]. to turn into waste land [weyst]. to get very thin. to swell.
dönmek (deliye)
236
to be beside oneself [bisayd]. deliye dönmek Annesi, üzüntüsünden deliye dönmüştü. His mother was beside herself with grief. to feel like a fish out of water. denizden çıkmış balığa dönmek dili dönmek to be able to explain one's aim well. Dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. / tried to explain as best as I could. dininden dönmek to abjure one's religion [rilicm]. Hâlâ dininden dönen insanlar var. People still abjure their religion [ibeur]. dolap beygiri gibi dönüp durmak to be caught in a monotonous routine. dolap dönmek to be afoot [ifu:t]. Burada bir dolap dönüyor. There's something afoot here. to mill around. dönüp durmak dört dönmek to search everywhere for [so:c]. dut yemiş bülbüle dönmek to be tongue-tied [tangtayd]. eli boş dönmek to return empty-handed. eski alışkanlıklarına dönmek to fall back to one's old habits. to revert to [rivckt]. eski haline dönmek to hover around smb [hovi]. etrafında dört dönmek to spin like a teetotum. fırıl fırıl dönmek geri dönmek, Atılan ok, geri dönmez. (What's done cannot be undone [andan].) Baktın deli, dön geri. Avoid crazy people [kreyzi]. to be back [be:k]. Müdür birazdan geri döner. The manager will be back soon. to return [rito:n]. Bir gün bu güzel yerleri yeniden görmek için One day we shall return to see these beautiful geri döneceğiz. places again. to turn back [to:n]. Önde bir bariyer var, geri dönün. There's a roadblock ahead, turn back. to drive back. araba ile: yürüyerek: to walk back. Yaya dönmek zorunda kaldık. We had to walk back. tersyüz geri dönmek: to return empty-handed. gözleri dönmek to be furious with anger [e:ngi], gözleri kan çanağına dönmek to have bloodshot eyes. gözü dönmek to be blind with anger [blaynd]. halvete dönmek to become very hot. havraya dönmek to become crowded and noisy. hiddetten çılgına dönmek to be mad with rage [reyc]. iğne ipliğe dönmek to become skin and bones [bounz]. ikrardan dönmek to withdraw one's promise. kadınlar hamamına dönmek to become very noisy. kafası dönmek to feel dizzy. kalbura dönmek to be riddled [ridild]. Zavallı adam kalbura dündü. The poor fellow was riddled with bullets. kefekiye dönmek to become riddled with holes. kömürcü çırağına dönmek to get black with grime [graym], köşeyi dönmek to turn the corner [ko:ni]. kuşa dönmek to be messed up while being shortened. mahalle kahvesine dönmek to become disorderly [diso:diIi]. mal bulmuş mağribiye dönmek to be overjoyed [ouvicoyd]. maymuna dönmek to become ridiculous [ridikyulis]. gülünç duruma düşmek: uslanmak anlamında: to become tame [teym]. mezbahaya dönmek to become a scene of carnage [kamic]. muma dönmek to become subdued [sibdyu:d].
dönmek/dönmemek
237
nişandan dönmek to break off an engagement [ingeycmint], öfkeden deliye dönmek to be beside oneself. papaza dönmek to be badly in need of a hair cut. para dönmek (for bribes) to be given. Burada büyük paralar dönüyor. Huge bribes are given here [braybz]. to become battered [be:ttrd]. postekiye dönmek sadete dönmek to return to the point. sağa/sola dönmek to turn to the right/left. sıçana dönmek to get soaked to the skin [soukt]. sözünden dönmek to go back on one's word. Hayatta sözümden dönmemişim. / have never gone back on my word. to retract [ritre:kt]. Artık sözünden dönemezsin. You can't retract now. to be like a fish out of water. sudan çıkmış balığa dönmek suyu çekilmiş değirmene dönmek to become completely useless. şansı dönmek talihi iyiyken kötü olmak: (one's luck) to take a turn for the worse, talihi kötüyken iyi olmak: (one's luck) to take a turn for the better, şaşkın şaşkın dönmek to mill around. şaşkına dönmek to be dumfounded [damfaundid]. tersi dönmek to lose one's bearings [be:ringz]. tersine dönmek to take a bad turn [tb:n]. tersyüzüne dönmek to turn back, topaç gibi dönmek to spin like a top. verilen sözden dönmek to back down. Verdiğim sözden dönmeyeceğim. I'm not going to back down on my promise. Hükümet, işçilere verdiği sözden dönemez. The government can't draw back from what it promised the workers. virajı dönmek to go round a bend. to roll and toss in bed. yatakta dönüp durmak Bütün gece yatakta dönüp durdum. / tossed in bed all night long [tost]. to walk back. yaya dönmek Korkarım, yaya dönmek zorundayız. I'm afraid we have to walk back. yangın yerine dönmek to turn into a madhouse. yemininden dönmek to break a vow [vau]. yıldırımla vurulmuşa dönmek to be thunderstruck [thandistrak]. yüzgeri dönmek to face about [feys]. dönmemek [birleşikler ve deyimleri to stick to one's guns [ganz]. dediğinden dönmemek Delillere rağmen dediklerinden dönmediler. They stuck to their guns in spite of the evidence. dili dönmemek, amacını anlatamamak anlamında: to be unable to explain one's aim well. telâffuz edememek anlamında: to be unable to pronounce [pnnauns] a word. sözünden dönmemek to stand by one's word. Biz sözümüzden dönmeyiz. We shall stand by our word. to keep one's word. İnşallah sözlerinden dönmezler. / hope they will keep their word. dönülmek, geriye doğru: to go back. Zararın neresinden dönülse kârdır. (It's never too late to mend.) to turn. sağa veya sola doğru: Sağa dönülmez. No right turn. Buradan sola dönülmez. You can't turn left from here.
dönüm noktasında olmak
238
dönüm noktasında olmak Türkiye bugün dönüm noktasındadır. dönüş yapmak Ringden uzak birkaç yıldan sonra, bir dönüş yapmak istiyor. Bu merhaleden sonra, hükümet artış dönüş yapamaz. *kesin dönüş yapmak Birçok işçi kesin dönüş yapma hazırlığı içindedir. *U dönüşü yapmak dönüşmek *altma dönüşmek *etrafmda fır dönüşmek dönüştürmek dönüştürülmek Eski saray bir otele dönüştürülüyor. dört köşe olmak dörtlemek döşemek, genel
anlamda
kaplamak:
boru vs için: halı vs. için: bir evi gerekli eşya ile: kaldırım
taşı
yaymak
1
için:
anlamında:
| birleşikler ve deyimler j boru döşemek çakıl döşemek dayayıp döşemek demiryolu döşemek döşek döşemek halı döşemek kablo döşemek kaldırım döşemek karo döşemek muşamba döşemek parke döşemek döşenmek, azarlamak genel ev
anlamında:
anlamda:
için:
halı vs. için:
to be at a turning-point. Turkey is at a turning-point today. to make a comeback. After years of absence from the ring, he wants to make a comeback. to draw back. The government can't draw back after this point. to make a definite comeback. Many workers are getting ready to make a definite comeback. to make/take a U-turn [yu:to:n]. to turn into. to turn to gold. to hover around [hovi], to transform smth into. to be converted into [kinvo:tid]. The old palace is being converted into a hotel. to be extremely pleased [pli:zd]. to make four. to cover [kavi]. to lay [ley], to spread [spred]. to furnish [fb:nisj. to pave [peyv]. to lay [ley]. to install plumbing [insto:l]. to pave with pebbles [pebilz]. to furnish a house completely. to lay down a railway. to spread a bed [spred]. to lay a carpet [ka:pet]. to lay a cable [keybil]. to lay down paving stones [peyving]. to pave with tiles [taylz]. to lay linoleum. to parquet [pa:kit]. to to to to
scold [skold]. be laid down [led], be furnished [fo:ni§t]. be spread [spred].
döşetmek, bir
to have smth furnished, to have smb furnish smth. to have smb beaten [bi:tin]. to have smb beat smb [bi:t]. to tattoo [te:tu:].
yeri:
birisine:
dövdürmek dövdürtmek dövme yapmak dövmek,
to pound [paund]. to beat [bi:t]. bir kişiyi: to beat up. Onu karanlık bir sokakta fena halde dövdüler. They beat him up badly in a dark street [bi:t].
dalgalar halı,
için:
çamaşır vs.
için:
dövülmek
239
metal için çekiçle vurmak: to forge [fox], tahıl için: to thresh [thre:§]. topa tutmak anlamında: to shell, to pound at. Toplar bütün gün surları dövüp durdu. All day long the guns pounded at the walls. toz durumuna getirmek: to pound [paund]. sopa ile...: to flog. yumurta vs. için çırpmak: to beat [bi:t]. Ibirleşikler ve deyimleri Eşeğe gücü yetmeyen, semerini döver. He that cannot beat his donkey will take his revenge on the saddle [sedil]. Kedinin kabahatim önüne koyarlar, öyle döverler. (One should know exactly why one is being punished [pani§t].j Eli bağlı olanı kim olsa döver. Anyone will hit a person whose hands are tied. başım dövmek to pound one's head in despair [dispe:]. demir dövmek to work iron [ayin]. dizlerini dövmek to repent bitterly. Kızını dövmeyen, dizini döver. (Spare the rod and spoil the child.) evire çevire dövmek to thrash soundly [saundli]. harman dövmek to thresh grain [greyn]. Harman dövmek keçinin işi değil. (Important jobs need qualified people.) havanda su dövmek to beat the air [e:]. Onun tek yaptığı, havanda su dövmektir. All he is doing is merely beating the air. eşek sudan gelinceye kadar dövmek to give smb a good thrashing, kahve dövmek to pound up coffee, öldüresiye dövmek to beat to death. tepesinde havan dövmek to remind smb constantly of smth. dövülmek to be beaten [bi.hn]. Demir tavında dövülür. Strike the iron while it is hot. dövünmek to beat one's breast [brest]. *boşuna dövünmek to cry over spilt milk. dövüşmek to have a fight, to fight [fayt]. İnsan kardeşiyle dövüşür mü? Does one fight against a brother? | birleşikler ve deyimler | kıran kırana dövüşmek to fight with all one's might [mayt], kıyasıya dövüşmek to fight to the bitter end. Kıyasıya dövüşmeye kararlıyız. We are determined to fight it out to the bitter end. sonuna kadar dövüşmek to fight to a finish. teke tek dövüşmek to fight man to man. dövüştürmek to pit fighters against each other. *atla arpayı dövüştürmek to set friends at loggerheads. dramatize etmek to dramatize [dra:mitayz]. dua etmek to pray [prey], Yatmadan önce her gece dua ederim. / pray every night before going to bed. Allah'a..: to pray to God. Savaşın bitmesi için Allah'a dua ettik. We prayed to God that the war might end. yemekten önce şükran duası: to say grace [greys]. işlerin iyi gitmesi için: to keep one's fingers crossed [krost]. Dua edelim ki, eczane açık olsun. / hope the pharmacy is open, let's keep our fingers crossed [krost]. *hayır dua etmek to bless. duba gibi olmak to be/become very fat. dublaj yapmak to dub [dab]. duble etmek (giysiler için) to line [layn] (a garment), duçar olmak to be exposed to [ikspouzed].
duldalamak
240
duldalamak duldalanmak dumanlamak, duman salmak anlamında: balık, et vs. için: dumanlı duruma getirmek: dumanlanmak, dumanlı duruma gelmek: et ve balık için: gözler için: *gözü dumanlanmak *kafası dumanlanmak dumanlı olmak, bulanık anlamında: dumanla örtülü olarak: sisle örtülü olarak: *gözü dumanlı olmak duraklamak, arada bir durmak anlamında: duraksamak anlamında: kısa bir süre için: Konuşmacı biraz durakladı, sonra sözlerine devam etti. durma noktasına gelmek: Bu bölümde iş, hiçbir zaman duraklamaz. duraklatmak duraksamak Görevimi gerektiği gibi duraksamadan yaptım.
to shelter. to take refuge [refyux]. to smoke [smouk], give out smoke. to cure [kyu:]. to fill (a place) with smoke. to get smoky [smouki]. to be smoked [smoukt]. to become cloudy. to be blind with rage [reyc]. to become confused [kinfyu:zd]. to to to to
be be be be
turbid [tö:bid], smoky [smouki]. misty. blind with rage [blaynd] [reyc].
to stop once in a while [wayl]. to falter [fo:lti]. to pause [po:z]. The speaker paused for a while, then went on with his speech. to come to a stop/standstill. There is never a stoppage of work in this section. to bring smth to a stanstill. to hesitate [heziteyt]. I've carried out my task without hesitation [heziteyşın],
duralamak, arada bir durmak anlamında: to stop once in a while [way)], kısa bir süre için durmak: to pause [po:z]. durma noktasına gelmek: to come to a stop. durdurmak, genel anlamında: to stop. Bu kanamayı mutlaka durdurmalıyız. We must absolutely stop that bleeding. Durdurun şunu. Stop it. akış bakımından: to check [çek]. Kazandaki sızıntıyı nasıl durdurabildiniz? How were you able to check the leak in the boiler? Hükümet göçmen akınını durdurmaya kararlıdır. The government is determined to check the flow of immigrants. to suspend [sispend]. geçici olarak: Hükümet tüm ithalatı durdurmuştur. The government has suspended all imports. ödemeler vs. için: to suspend. Tüm ödemeleri durdurun. Suspend all payments. trafik için: to hold up. *işi durdurmak to walk out. Kimse işi böyle durduramaz. Nobody can just walk out like that. Korkarım, yarın işi durduruyoruz. I'm afraid we are walking out tomorrow. durmak beklemek anlamında: to wait [weyt]. Durdu durdu, istediğini aldı. He got what he wanted after waiting long. birinde veya bir yerde olmak: to keep [ki:p]. O bende duruyor. I'm keeping it. Kova, küçük dolapta durur. The pail is kept in the small cupboard.
durmak (bir şeyi yapıp)
241
bulunmak anlamında: O eski ev, orada hâlâ duruyor. dinmek anlamında: Rüzgar durdu. Deniz biraz durdu. Bu yağmurun duracağı yok. görünmek anlamında: Bu daha koyu gibi duruyor, hareketsiz kalmak anlamında: Annelerinin mezarının başında uzun müddet durdular. işlemez olmak anlamında: Tüm faaliyet durmuş durumda, kalmak anlamında: Orada fazla durmayacağız. kısa bir süre için: Nefes almak için biraz durduk. saat için: Saat yine durdu. son vermek anlamında (eylem için) Bu adamın duracağı yok. Neden durduk? Dur!
to be. The old house is still there. to die down [day]. The wind has died down [dayd]. The sea has died down a bit. This rain is not about to die down. to look. This one looks darker. to stand. They stood beside their mother's grave for a long time. to be at a standstill. All activities are at a standstill. to stay. We shan't stay long there. to pause [po:z]. We paused a little for breath [breth]. to run down. The clock has run down again [lgeyn]. to stop. That man is not about to stop. Why did ve stop? Stop! to cease [si:s]. Yağmur durdu. The rain has ceased [si:st]. Ona sataşmadan duramıyorsun, değil mi? (You can't help teasing her, can you?) to last. varlığını sürdürmek anlamında: Dünya durdukça. As long as the world lasts. to pull up. taşıt için: Otelin önünde durur musun? Could you pull up in front of the hotel? Lütfen köşede durur musunuz? Could you please pull up at the corner? yoluna ara vermek anlamında: to stop. Benzincide kısa bir süre için duracağız. We'll slop for a short time at the petrol station. Otobüsün geçtiğimiz durakta durmasını mı istiyordunuz? Did you want the bus to stop at the previous bus stop? Araba, yolun ortasında duruverdi. The car suddenly stopped in the middle of the road. Bazen çay için orada dururuz. We sometimes stop therefor some tea. |devamlılık belirten şekli) Hep bir şeyler yer durur. She is always eating something. to keep/go on doing smth. bir şeyi yapıp durmak Durmadan şunu tekrarlayıp durma. Don't keep repeating that continually. ağlayıp durmak to keep on crying [kraying]. Bu çocuk bütün gün ağlayıp duruyor. That child keeps crying all day long. bakıp durmak to keep on looking. dolaşıp durmak to hang about. dönüp durmak to wander about. Bütün gün dolap beygiri gibi dönüp durdu. He spent the whole day wandering about. düşünüp durmak to brood over [bru:d], kıpırdayıp durmak to fidget [ficit]. Öyle kıpırdayıp durma! Don't fidget. konuşup durmak to keep on talking. yanıp durmak to burn away [bo:n]. yazıp durmak to keep on writing. Bütün gün yazdı durdu. He spent the whole day writing.
durmak (aç)
242
| birleşikler ve deyimler | Dur bakalım, sen neden bahsediyorsun? Arkadaşlar ne güne duruyor? Koşmak şöyle dursun, burada yürümek imkansız. Akacak kan, damarda durmaz. Hak deyince, akan sular durur. Doğru söze akan sular durur. Durup dururken neden ayrılmak istesin? Ingilizceyi şöyle dursun, Türkçeyi doğru dürüst konuşamaz. aç durmak aklı durmak ayak parmakları üzerinde durmak ayakta durmak başında durmak birdenbire durmak boş durmak işsiz kalmak anlamında: çalışmamak anlamında: yapacak bir şeyi olmamak canlı durmak dengede durmak dışında durmak Bu işin dışında durmanı tavsiye ederim. dik durmak ' Boş çuval ayakta dik durmaz. dimdik durmak divan durmak doğru durmak, dik anlamında: uslu anlamında: el pençe divan durmak Bu adamın önünde bütün gün el pençe divan durmak mümkün değil. eli boş durmak ferma durmak geri durmak kaçınmak anlamında: çekilmek anlamında: Lütfen geri durun! güzel durmak ham armut gibi boğazına durmak hareketsiz durmak Çocukların mağazada hareketsiz durmaları zor. hazırol vaziyetinde durmak iki ayağının üzerinde durmak iki ayağının üzerinde durmayı ne zaman öğreneceksin? kafası durmak karşı durmak kenarda durmak ortada durmak
Hold on! What are you talking about? What are friends for? It's impossible to walk here, let alone run. Blood fated to be shed will be shed. When truth has been expressed, there is nothing to add. It's useless to argue against truth. Why should he suddenly want to leave? He can't speak Turkish properly, let alone English. to go without food [fu:d]. to be dumbfounded [damfaundid]. to stand on tiptoe [tiptou]. to stand. to stand watch (over) [woe], to stop short. to be without a job/work, to remain idle [aydil]. to have no work to do. to be true to nature [neyci]. to balance [be:lms]. to keep out. / advise you to keep out of this. to stand upright [aprayt]. An empty sack cannot stand upright. to stand upright. to stand in a respectful position [pizisrn]. to stand upright [aprayt]. to keep quiet [kwayit], to be at the peck and call of smb. / can't possibly be at this man's peck and call all day. to remain idle [aydil]. to set.
to abstain [lbsteyn]. to keep back. Please keep back! to become. to hinder smb's effort, to stand still. It is hard for children to stand still in a store [sto:]. to stand at attention [iten§in]. to stand on one's own feet. When are you going to learn to stand on your own feet? (one's mind) to be dead [ded]. Kafam durdu. My mind is dead. to resist [rizist]. to stand aside [isayd]. to lie around [lay iraund]. Yıllardır ortada duruyordu. It has being lying around for years [laying].
durmak (put gibi) put gibi durmak rahat durmak askerlikte:
243 to stand like a post [poust],
to stand at ease [i:z]. Rahat dur! At ease! hareketsiz anlamında: not to fidget [ficit]. Lütfen rahat durunuz. Please do not fidget. to behave oneself [biheyv], uslu anlamında: to be vigilant [vicihnt], sak durmak to stand on its hind legs, salta durmak to present arms. selam durmak selama durmak to rise respectfully [rispektfuli]. sıkı durmak to hold fast. Sıkı durun! (Sit tight!) to stand like a post [poust]. sırık gibi durmak to stand back to back. sırt sırta durmak to keep/stand aloof [ilu:f]. soğuk durmak to keep one's promise [promis]. sözünde durmak Ödeyeceğini söylediyse, sözünde durur. If he said he would pay he'll keep his promise. to abide by one's word [ibayd]. Ne olursa olsun, daima sözünüzde durun. Always abide by your word, come what may. to keep one's word. Sözlerinde durmaları önemlidir. It's important that they keep their words. to keep one's head above water. su üzerinde durmak susta durmak, to stand on its hind legs [haynd]. hayvanlar için: kişiler için: to stand to heel [hi:l]. toy durmak to stand upright briefly [briifli]. tetikte durmak to be vigilant [vicihnt]. uslu durmak to keep quiet [kwayit]. uzak durmak to steer clear of [kli:]. Bu garip insanlardan uzak dur. Keep clear of these strange people [streync]. to keep away. Kafeslerden uzak durunuz! Keep away from the cages [keyciz]. to keep out of. Belâdan uzak durmaya çalış. Try to keep out of trouble [trabil]. to lie low [lay]. *dikkatlerden uzak durmak Bir müddet dikkatlerden uzak durmalısın. You should lie low for a while [wayl]. to give a matter a lot of thought [tho:t]. üstünde durmak to insist. üzerinde durmak Önemli değildi, ancak müdür bunun üzerinde durdu. It wasn't important but the manager insisted on it. to stress on. Üzerinde durmanız gereken konu budur. This is the subject we should stress on. Detaylar üzerinde çok duruyorlar. They lay too much stress on details [diteylz]. to stand on. Protokol üzerinde neden bu kadar duruyor? Why does he stand so much on protocole? to concentrate on [konsintreyt]. Şekilden fazla, fonksiyon üzerinde daha We should concentrate more on function than fazla durmalıyız. on form [fanksm]. to dwell upon. Şu güven konusu üzerinde biraz duralım. Let's dwell a little on the subject of trust. Bu sorun üzerinde durursan, iyi edersin. You had better dwell on that problem. to enlarge upon [ M a x ] . *üzerinde uzun uzun durmak Bu konu üzerinde uzun uzun durmak isterim. I'd like to enlarge upon this subject. to fulfill one's promise [promis]. vaadinde durmak to look out of place [pleys]. yama gibi durmak
durmamak zınk diye durmak zihni durmak durmamak
244 to stop dead [ded]. (one's brain) to stop working. not to stop. The pain never stopped [stopt].
Ağrı hiç durmadı. [birleşikler ve deyimler] Bu çocuğun eli dursa, ayağı durmaz. That child won't stay still for a minute. Köpek bağlasan durmaz. (It's not even fit for a dog to live in.) Boş çuval ayakta durmaz. An empty sac will not stand upright. Yalan ile iman bir yerde durmaz. (Deceit and faith do not go together.) cebinde para durmamak (for money) to burn a hole in one's pocket. Cebinde hiç para durmaz. Money burns a hole in his pocket [bo:nz]. to be fickle [fikil]. bir dalda durmamak to talk incessantly [insesmtli]. dili durmamak içi durmamak to feel bound to do smth [baund]. sözünde durmamak to break one's promise [promis]. Bu ikinci defa sözünde durmadı. It's the second time he has broken his promise. Ya sözünde durmazsa? (What if he doesn't keep his promise?) Hiç bir zaman sözlerinde durmamışlardır. They have never abode by their promise [lboud]. to back down on one's promise. Neden sözünde durmadın? Why ever did you back down on your promise? üstünde durmamak to let it pass. Üstünde durmaya değmez. It's not worth it, let it pass. to play down. üzerinde durmamak Muhalefet, skandal üzerinde durmadı. The opposition played down the scandal. verilen sözde durmamak to break a promise [promis]. yerinde durmamak not to keep still. Öyle bir çocuk ki, yerinde durmaz. A boy who can't just keep still. yüze duramamak to be unable to refuse [refyu:z]. duraksamak to hesitate [heziteyt]. durulamak to rinse [rins]. durulanmak to be rinsed [rinst]. durulaşmak to be clear [kli:]. durulmak, su vs. için: to become clear and limpid. sükun bulmak anlamında: to quiet down, to become quiet [kwayit]. Ortalık duruldu. The situation has become quiet. uslanmak anlamında: to become calm. yağış, kar vs. için: to subside [sibsayd]. dibe çökmek anlamında: to settle to the bottom [setil]. durultmak to make smth clear. durumda olmak to be in a position to [pizi§m]. Onları yargılayacak durumda değilim. I'm not in a position to judge them [cac]. Söyleyecek durumda değilim. I'm not in a position to say. Fiyatlar bu durumdayken, ucuz sayılır. (Prices being what they are, it's considered cheap.) Herkes yerini almış durumda. (Everyone has taken their places.) | birleşikler ve deyimler | avantajlı durumda olmak to be in an advantageous position. durmuş durumda olmak to be at a standstill. Başkentte hayat durmuş durumda. Life is at a standstill in the capital. elverişsiz durumda olmak to be at a disadvantage [disidva:ntic]. fena durumda olmak to be in bad condition. güç durumda olmak to be in a jam [je:m]. harap durumda olmak to lie waste [lay weyst], iyi durumda olmak to be in good condition [kmdi§in].
durumunda olmak
245
to be in excellent state [eksilint]. to be in a sore state [so:]. The economy is in a sore state. to get worse, to be worse off. The middle class is worse off today. to be in a predicament [pridikimmt]. to be hard pressed [prest]. to be at a loss. to be in a difficult position [pizi§m]. to be hard up. to be in a position to [pizifin]. You're not in a position to argue about it. They are in no position to ask for anything. We are in no position to do such a thing. He is in a position to accept or refuse it. I wouldn't like to be in your position. to confront one another [kmfrant]. to stop suddenly [sadinli]. The bus suddenly stopped on the slope [sloup]. to have/take a shower [§awi]. to hobble [hobil]. to put the bridal veil on [braydil veyl]. to become a bride [brayd].. to be sensitive. These children are very sensitive. to be insensible [insensibil]. This child is insensible to cold. to be insensitive. Bu insanlar hakarete karşı duyarsız. These people are insensitive to insults. to be desensitized [disensitayzd], duyarsızlaşmak to desensitize [disensitayz]. duyarsızlaştırmak to move [mu:v]. duygulandırmak duygulanmak to be moved [mu:vd]. Sözlerinden çok duygulandım. / was deeply moved by his remarks. to be touched [tact]. iyiliğinden çok duygulandık. We were very touched by her kindness. to be emotional [imou§inil]. duygulu olmak to be ambivalent [e:mbivihnt]. *çelişik duygulu olmak duygusal olmak to be sentimental. duygusu olmak to have a feeling [fi:ling]. Tuhaf bir duygum vardı. / had a strange feeling. to be insensitive to. duygusuz olmak duymak, (ayrıca bak: duymamak) to hear [hi:]. ses almak anlamında: Kedi en hafif sesi duyabiliyor. The cat can hear the slightest sound. Bir çığlık duyar gibi oldum. I thought I heard a scream [skri:m]. Ben duymadan içeri girmiş, He went in without me hearing him. to hear. işitmek anlamında: Haberi duyunca surat astı. His face lengthened when he heard the news. Kötü haberi duymuşsundur. You will have heard the bad news. Duyduklarıma göre, gelmeyecek. From what I hear, he is not coming. Senin hakkında kötü şeyler duyuyorum. I've been hearing things about you. çok iyi durumda olmak kötü durumda olmak Ekonomi çok kötü durumda. daha kötü duruma gelmek: maddi durum bakımından: Bugün orta halli aileler daha kötü durumda. müşkül durumda olmak sıkışık durumda olmak şaşırmış durumda olmak zor durumda olmak para bakımından: durumunda olmak Bunu tartışacak durumunda değilsin. Hiçbir şey isteyecek durumunda değiller. Böyle bir şey yapacak durumunda değiliz. Bunu kabul etme veya reddetme yetki ve durumundadır. Senin durumunda olmak istemezdim. duruşmak duruvermek Otobüs yokuşta duruverdi. duş yapmak duşaklamak duvaklamak duvaklanmak duyarlı olmak Bu çocuklar çok duyarlı olurlar. duyarsız olmak Bu çocuk soğuğa karşı duyarsız.
duymak (acı) öğrenmek
246 anlamında:
Bunu kimden duydun? Sağır sultan bile duydu. dokunma vs. duyularla ilgili: Hiç bir şey duymuyorum. sezmek anlamında: haber almak anlamında: idare bunu nasıl duydu? Bunu duyarsa, işimiz bitik. Bütün bu duyduklarım ne demek oluyor? I birleşikler ve deyimler | Duyduk duymadık demeyin! Bir elinin verdiğini öbür elin duymasın. acı duymak ağır duymak Kulakları ağır duyar. ağızdan çıkanı kulağı duymamak Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? alaka duymak endişe duymak Güvenliğinden bayağı endişe duyuyorum. gereksinme duymak Neden buna gereksinme duyuyorsun? gurur duymak ' Okulumla gurur duyuyorum.
to hear. Who did you hear it from? Everyone has heard and known about it. to feel [fi:l]. / don't feel anything. to sense [sens], to get wind of. How did the management get wind of that? to hear. // he hears of this we have had it. What's all this I've been hearing?
Do not claim later not to have heard. One should not talk about the help given. to suffer [safi]. to be hard of hearing. He is hard of hearing. not to realize what one is saying. Do you hear what you're saying? to be interested in. to be concerned for [kinso:nd]. I'm quite concerned for her safety [seyfti], to need. Why do you need it? to feel proud of [praud]. / feel proud of my school. to take pride in [prayd]. Başarımızla büyük gurur duyuyor. He takes great pride in our achievement. hayranlık duymak to feel admiration for [e:dmirey§m]. Ona büyük hayranlık duyuyoruz. We admire him very much [ldmayi]. haz duymak to feel great pleasure [pleji]. heyecan duymak to get a kick out of [kik]. hicap duymak to feel ashamed [íseymd]. huşu duymak to be in awe [o:]. Manzara karşısında büyük huşu duyduk. We were all awed by the sight. ıstırap duymak to suffer [safi]. ihtiyaç duymak to feel the need for. Bir çocuk, bir adamınki kadar yiyeceğe ihtiyaç duymaz. A child doesn't need as much food as a man. ilgi duymak to be interested in. istek duymak to feel a desire for [dizayi]. kıvanç duymak to take pride in [prayd]. Talebelerimle kıvanç duyuyorum. / take pride in my students [styu.'dmts]. kuşku duymak to feel suspicious [sispi§is]. Onun hakkında neden kuşku duyuyorsun? Why do you feel suspicious about him? to take a dim view of. Şirketin geleceğinden kuşku duymaktayım. / take a dim view of the company's future. memnunluk duymak to take pleasure [pleji] in. minnet duymak to feel an obligation [obligey^in]. nedamet duymak to regret. onur duymak to feel honoured [omd]. özlem duymak to long for. Deniz kenarındaki kasabama özlem duyuyorum. / long for my town on the sea coast. Sakin bir hayata daima özlem duymuştur. She has always longed for a quiet life. övünç duymak to feel proud of [praud].
duymak/duymamak
247
pişmanlık duymak Yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duymuyorum. rahatsızlık duymak sahne korkusu duymak saygı duymak Bu hükümete hiç saygı duymuyorum. Hepimiz ona saygı duyardık. sempati duymak yakınlık anlamında: şükran duymak utanç duymak Bir Alman olarak utanç duyuyorum. üzüntü duymak Yaptıklarından dolayı üzüntü duymuyor mu? Yardım edememekten üzüntü duyarım. vicdan azabı duymak yakınlık duymak yokluğu duymak zevk duymak Golf oynamaktan zevk duymuyorum. duymamak Ben bunu duymamış olayım. Sağırdır, sizi duyamaz. Sağır duymaz, uydururmuş. * ağzından çıkanı kulağı duymamak Ağzından çıkanı kulağın duymuyor. *ruhu bile duymamak Ruhları bile duymaz. duymamazlıktan gelmek duyulmak, işitilmek anlamında: Şimdiye kadar böyle bir şey duyulmuş değil. Bu ne duyulmuş ne de görülmüş. Onun birine küfretmesi duyulmuş değil. meydana çıkmak: Kara haber tez duyulur. Kötü haber çabuk duyulur. duyurmak *sesini duyurmak Sonunda sesimi duyurabildim. duyurulmak Bu, kimseye duruyulmayacak. düello yapmak *söz düellosu yapmak düğmelemek düğüm olmak düğümlemek düğümlenmek sorunlar bakımından: Maalesef görüşmeler düğümlendi. *boğazı düğümlenmek Mektubu okurken boğazım düğümlendi. düğün etmek
to feel regret. I feel no regret for what I have done. to feel i l l at ease [i:z], to feel stage fright [frayt]. to feel respect for [rispekt]. / don't feel any respect for this government. We all respected him. to feel sympathy for [simpithi]. to feel attracted to [itre:ktid], to feel grateful [greytful], to feel ashamed [iseymd]. As a German I feel ashamed. to feel sorry for. Doesn't he feel sorry for what he has done? I'd hate not to be able to help [heyt]. to feel remorse [rimo:s]. to feel close to [klous]. to miss. to enjoy. / don't enjoy playing golf. not to hear [hi:]. I'll pretend not to have heard it [hd.d]. He is deaf, he can't hear you [def]. What a deaf person will say is what he or she thinks he or she has heard. not to realize what one is saying [riyilayz]. You don't realize what you're saying. not to notice anything [noutis]. They won't even notice a thing. to turn a deaf ear. to be heard [ho.d]. Such a thing has never been heard of up to now. This is unheard of [anho:d]. He was never heard cursing anyone [ko:sing]. to transpire [tremspayi]. (Bad news travels fast.) (Bad news spreads fast.) to announce [inauns]. to make oneself heard. / managed finally to make myself heard. to be announced [maunst]. Nobody is to hear of this. to have a duel [dyu:wil]. to have a duel of words. to button up [batin]. to become knotted [notid]. to knot [not]. to become knotted. to be tangled [temgild]. Unfortunately the negotiations became tangled. to have a lump in one's throat [throut]. As I read the letter I had a lump in my throat. to rejoice [rijoys].
248
düğün bayram etmek düğün bayram etmek
Kambersiz düğün olmaz. dümdüz etmek dümtek yapmak dürmek dürüm dürüm dürmek dürtmek, hafifçe itmek anlamında: tahrik etmek anlamında: dirsekle...: para için:
to feast [fi:st]. We can't possibly leave him out. to flatten [fletin]. to keep time, to roll smth up. to roll smth up. to prod [prod], to incite [insayt], to elbow. to burn a hole in one's pocket. Money burnt a hole in his pocket. to be tempted to do smth [temptid]. to prod continually [kmtinyuwih]. to goad [goud].
Para onu dürttü. *şeytan dürtmek dürtüklemek harekele geçirmek anlamında: dürtülmek, itilmek anlamında: to be prodded [prodid]. tahrik edilmek anlamında: to be incited [insaytid], dürtüşmek to prod one another [inathi]. dürtüştürmek to keep goading smb. dürülmek to be rolled up. dürüst olmak to be honest [onist]. Eski düşman dost olmaz, olsa da dürüst olmaz. Do not trust an old enemy who has become a friend. Kendine karşı dürüst olmaya çalış. Try to be true to yourself. düşeyazmak to be on the verge of falling [vo:c]. düş kırıcı olmak to be disappointing [disipoynting]. düşkün olmak to be addicted to [e:diktid]. Korkarım arkadaşınız uyuşturucu maddeye düşkündür. I'm afraid your friend is addicted to drugs. to be attached to [ite:ct]. Çocuklarına çok düşkündür. She is very attached to her children. to be in love with. Kızımız bebeğine çok düşkündür. Our daughter is in love with her doll. to be given to. İçkiye düşkündür. He's given to driking. [birleşikler ve deyimler] to be fond of good food. boğazına düşkün olmak canına düşkün olmak to take a great care of oneself. fırsat düşkünü olmak to be an opportunist [opityu:nist]. içkiye düşkün olmak to be addicted to drink [erdiktid]. kadın düşkünü olmak to be a womanizer [wuminayzi]. kıyafetine düşkün olmak to be particular about one's dress [pitikyuli]. kumara düşkün olmak to be addicted to gambling [ge:mbling], nefsine düşkün olmak to be self-indulgent [indalcint]. tatlıya düşkün olmak to have a sweet tooth [swi:t tu:th]. Aşırı derecede tatlıya düşkündür. He indulges too much in sweet things [indalciz]. düşkünleşmek to fall upon hard times [taymz]. düşlemek to dream of [dri:m]. düşman olmak to be/become an enemy [enimi]. Kişi bilmediğinin düşmanıdır. (People hate what they can't understand.) Silah, sahibine bile düşmandır. A weapon can be the enemy even of its owner. Mal, adama hem dost, hem düşmandır. Wealth can be one's best friend as well as one's enemy. Eski dost düşman olmaz. Once a friend, always a friend. Atasına düşman olan, evladına dost olmaz. An enemy to the forefathers cannot be a friend to the son.
düşmek
249
Bu çocuk, bir gün sana düşman olacaktır. Hükümdar bu ulusal savaşın amansız bir düşmanı oldu. [birleşikler ve deyimleri birbirlerine düşman olmak Sakın aldanma, bu ikisi birbirlerine düşmandır. can düşmanı olmak Bu iki aile birbirinin can düşmanı. pilav düşmanı olmak düşmek, aşağıya doğru inmek anlamında: Çatıdan bir şey düştü. Kapıdan atsalar, bacadan düşer. Armut, dalının dibine düşer, iğne atsan, yere düşmez. Armut piş, ağzıma düş. Damdan düşen, damdan düşenin halini bilir. Ha düştü, ha düşecek. ateş, basınç için: Ateşi düştü. birden düşmek anlamında: Bildiriden sonra araba fiyatları birden düştü. bebek için: fiyat için: Şu anda bütün fiyatlar düşüyor. güçsüz ve yoksul düşmek anlamında: Düşmez kalkmaz bir Allah var. Kendi düşen ağlamaz. hapishane vs. gibi yerlere: hesaptan çıkarmak anlamında: Masraflar düştükten sonra... hızlı ve ani bir düşüş için: Bu sabah borsada fiyatlar birden düştü. hükümet sözkonusu ise: kelime için: eksik kalmak Burada üç kelime düşmüştür. kayık vs.den düşmek: Kayıktan nasıl düştü? iktidardan...: payına denk gelmek anlamında: Herkese iki defter düşüyor. Dazlayan daza düşer, kel başlı kıza düşer. sarkmak anlamında: Bu pantolon devamlı düşüyor. satışlar için: Bu mevsim nedense satışlar çok düştü. sıcaklık vs. için:
One day that boy will turn against you. The sovereign became the inexorable enemy of the national struggle [ineksmbil]. to hate each other [heyt]. (Don't be deceived, there is no love lost between these two.) to be mortal enemies. These two families are bitter enemies. to be a great rice eater. to fall down [fo:l]. Something fell from the roof [ru:f]. (You can't get rid of this man.) (A child will resemble his ancestors.) (It's very crowded.) To expect things to fall into one's lap. Only those who have suffered similar misfortunes will understand. It may fall any moment [moummt]. to go down. His fever is down. to slump [slamp]. After the announcement prices of cars have slumped. to be aborted [ibo:tid]. to fall, to go down. All the prices are going down at the moment. to fall on hard times. God alone is immune from the vicissitudes of life [visisityu:d]. Everyone has to bear the consequence of their acts [konsikwms]. to end up in. to deduct [didakt]. After deducing the expenses... [didyu:sing], to tumble down [tambil]. Prices on the stock exchange have tumbled down this morning. to be brought down [bro:t]. to be left out. Three words have been left out here. to fall out of. How did she fall out of the boat [bout]? to fall from power [pawi]. to fall to one's lot. (Everyone will get two books.) Fastidious people will end up getting what they have sought to avoid [ívoyd], to sag. These trousers keep falling. to drop off. Sales have dropped off dramatically this year. to decrease [di:kri:s].
düşmek (açmaza)
250
şehir, kale vs. için: tarih söz konusu ise: Cumaya düşüyor. anlamında: Buraya bir damla yağmur düşmedi. ver bakımından: Karakolun soluna düşüyor. Caddenin biraz aşağısına düşer. Balmumcu ne yana düşer? Yolun bu tarafına düşer. yere çakılmak anlamında: Geçen hafta aynı tipten bir uçak denize düşmüştü. yağmak
yere yıkılmak anlamında: Ayağı kayıp düştü. Merkep bile bir düştüğü yere bir daha düşmez. Üflesen düşecektim. | birleşikler ve deyimler j Haddine mi düştü? Ne hale düştük? Suratından düşen bin parça. Tasası ona mı düştü? Ne yayacağımızı bilemez duruma düştük. Hık demiş burnundan düşmüş. Sana mı düşmüş? açmaza düşmek adamına düşmek Tam adamına düştün. ağma düşmek ağıza düşmek alacağı düşmek arda düşmek ardına düşmek arka üstü düşmek arkasına düşmek aşağı düşmek fiyatlar için: Fiyatlar çok aşağı düştü. aşağıya düşmek ateşi düşmek Ateşi düştü. ayağa düşmek ayakları üstüne düşmek aykırı düşmek başı derde düşmek başının derdine düşmek baygın düşmek ben düşmek birbirine düşmek birisine düşmek
to fall [fori], to fall on. It falls on Friday [fraydi]. to fall, to drop. Not a drop of rain fell here. to lie [lay]. It lies on the left of the police station. It's a little further down the street. Whereabouts is Balmumcu? It's on this side of the road. to crash [kre:sj. Last month an aircraft of the same type crashed into the sea. to fall. He slipped and fell [slipt]. The ass itself will not fall twice on the same spot. You could have knocked me with a feather.
Who does he think he is? What has befallen us? She was very sour-faced [feyst]. Why should he worry? We were at a loss what to do. He is a chip of the old block. Is it incumbent on you [inkambmt]? to fall into a trap. to find the right man. You found the very man for the job [faund], to be trapped [tre:pt]. to be in everybody's mouth [mauth]. to begin to ripen [raypin]. to lag behind. to fall behind. to fall on one's back. to pursue [pisyu:]. to fall. to decline [diklayn]. Prices have declined sharply [praysiz]. to fall down. to have one's fever go down. His fever is down [fi:vi]. to get into the hands of the rabble [re:bil]. to fall on one's feet. to be contrary [kontnri]. to get into trouble [trabil]. to have enough trouble of one's own. to get very tired [tayid]. to develop. to start quarrelling. to fall on smb. It fell on me to announce the news. Haberi vermek bana düştü. to be for smb to. It's not for you to say it. Bunu söylemek size düşmez.
düşmek (bîtap)
251
to be incumbent [inkambint] on smb. It's not incumbent on us to tell them what they must do. Başbakanınızı yargılamak bana düşmez. It's not for me to judge your prime minister. to devolve on [divolv]. devralmak/devretmek suretiyle: Burasını idare etmek artık sizlere düşüyor. From now on it devolves on you to run this place. to get exhausted [igzoistid]. bîtap düşmek to get worn down [wo:n], bitkin düşmek to be concerned with food [kmsd'.nd]. boğaz derdine düşmek to be in a state of depression [dipre§m]. bunalıma düşmek burnu düşmek (koklayanın) to stink. Bu öyle bir koku ki, koklayanın burnu düşer. It stinks awfully [o:fili]. burnundan düşmek Hık demiş, babasının burnundan düşmüş. She's the spitting image of her father. Burnundan düşen bin parça. He is in the worst of moods [mudz], to struggle for one's life [stragil]. can derdine düşmek to fight for one's life [layf]. can kaygısına düşmek to be exhausted [igzo:stid]. cansız düşmek to get warmer, cemre düşmek to plop into. cup diye düşmek to get separated from [sepireytid]. cüda düşmek çamura düşmek to fall into adversity [idvo:siti], çaptan düşmek to decline [diklayn], çarpıp düşmek to fall over smth. Karanlıkta bir sehpaya çarpıp düştüm. / fell over a stand in the dark. (for dew) to fall. çığ düşmek to be improper. çiğ düşmek to find oneself in difficulties. çukura düşmek (mecazi anlamda) to fall into error [en]. dalâlete düşmek to fall on hard times. dara düşmek to find oneself in a difficult situation. (başı) dara düşmek to deduct the tare of [didakt] [te:]. darasını düşmek to be in a destitute condition. darlara düşmek to fall on hard times. darlığa düşmek Güvenme varlığa, düşersin darlığa. Do not rely on wealth, one day you'll fall on hard times. to lose its value [vedyu]. değerden düşmek to go down in value. değeri düşmek to be horrified [horifayd]. dehşete düşmek Herkes dehşete düşmüştü. Everyone was struck with horror [horo:]. to be terrified [terifayd]. Silahlı adamlar karşısında çocuklar dehşete The children were terrified at the sight of the düştüler. armed men [sayt], to fall overboard. denize düşmek Denize düşen yılana sarılır. (A drowning person will clutch at a straw.) to fall into trouble [trabil]. derde düşmek derdine düşmek to be taken up with [teykin]. bir şeyin...: to be occupied with one's own troubles. kendi...: to become the subject of a scandal [sabcikt]. dile düşmek not to cease talking about [si:s]. dilinden düşmemek Vatan, Sakarya dilinden hiç düşmüyor. He never ceases talking about that patriotic stuff [peytriotik staf]. to be on everybody's tongue [tang]. dillere düşmek Ne yapmaları gerektiğini söylemek bize düşmez.
düşmek (dizine)
252
to trail smb [treyl]. dizine düşmek (birinin) to land on one's feet, dört ayak üstüne düşmek to fall on all fours. kedi gibi...: Kedi gibi her zaman dört ayak üzerine düşüyor. He always emerges successfully from difficulties. to be bedridden. döşeğe düşmek to be reduced to [ridyu:st]. duruma düşmek Sokakta dilenecek duruma düştük. We were reduced to begging in the streets. to ask for the hand of a girl on behalf of another. dünür düşmek (bir kıza) to fall to the enemy. düşmanın eline düşmek Liman düşmanın eline düşmemeli. The port should not fall to the enemy. to be crippled by old age [kripild]. elden ayaktan düşmek to fall under one's control [kintroul]. eline düşmek İlk, kale ellerine düştü. First the fort fell under their control. to be at the mercy of [mo:si]. birine muhtaç olmak anlamında: Yakında tefecilerin eline düşersin. You'll soon be at the mercy of the loan sharks. to fall into one's lap. pişmiş armut gibi eline düşmek: to be taken prisoner [prizm]. esir düşmek eteğine düşmek to entreat smb [intri:t]. fakir düşmek to be reduced to poverty [ridyu:st]. Ülke çok fakir bir hale düştü. The country was reduced to extreme poverty. to be heedless [hi:dlis] of. gaflete düşmek to develop an umbilical hernia [ho:nyi]. göbeği düşmek (for a shadow) to fall upon. gölge düşmek to fail from favour [feyvi]. gözden düşmek to get a cataract [ke:tire:kt]. göze ak düşmek to be in a foreign land [fo:rin]. gurbet ellere düşmek to be in a foreign land. gurbete düşmek to get weak. güçten düşmek to be covered with ridicule [ridikyu:l]. gülünç bir duruma düşmek to fail in health [feyl] [helth]. halden düşmek to get weak [wi:k]. halsiz düşmek to land in prison [prizm]. hapse düşmek hasta düşmek to get ill. to fall into error [en], hataya düşmek to be astounded. hayrete düşmek to be deducted from an account [lkaunt]. hesaptan düşmek to be no longer valid. hükümden düşmek to have some dealings with the government. hükümet kapısına düşmek to suffer emotionally [imou§mli]. içine ateş düşmek içine kurt düşmek to have a misgiving. to fall into disagreement. ihtilafa düşmek to become of secondary importance. ikinci plana düşmek (for a job) to fall to smb. iş düşmek (birine) to have to do smth oneself. iş başa düşmek (for smb) to take over. iş dayıya düşmek İş dayıya düştü. It's time for an expert to take over the job. to become the subject of endless discussions. iş medreseye düşmek işi düşmek (birisine) to have recourse to smb [riko:s]. işin arkasına düşmek to follow up a matter [me:ti]. •işportaya düşmek to lose value [ve:lyu:]. itibardan düşmek to be discredited [diskreditid]. kapana düşmek to fall into a trap. karasevdaya düşmek to be hopelessly in love [houplisli]. karıya kıza düşmek to be a womanizer [wummayzi].
düşmek (kayıttan)
253
kayıttan düşmek kazdığı çukura kendi düşmek kendi derdine düşmek kendi kazdığı kuyuya düşmek kır düşmek kırağı düşmek kıymetten düşmek Altın çamura düşmekle kıymetten düşmez. kötü duruma düşmek kötü yola düşmek kredisi düşmek kucağına düşmek (birinin) kuşkuya düşmek kuvvetten düşmek küçük düşmek küme düşmek laf düşmemek ligden düşmek mahkemeye düşmek kişiler için: ihtilâf için: maskesi düşmek medreseye düşmek meydana düşmek münasebet düşmek nikâh düşmek ocağına düşmek (birinin) oltaya düşmek öne düşmek önüne düşmek (birinin) Saçı ak mı, kara mı, önüne düşünce görür. Düş önüme. ortalığa düşmek paçarız düşmek pahadan düşmek pat diye düşmek Adamcağız "pat" diye yere düştü. payına düşmek payına düşeni yapmak Kimse burada tam olarak payına düşeni yapmıyor. Herkes payına düşeni yapmalıdır. peresine düşmek peşine düşmek kişiler için: bir şeyin...: piyasaya düşmek pişmiş armut gibi eline düşmek pusuya düşmek rağbetten düşmek rahmet düşmek saçma ak düşmek safsataya düşmek sapa düşmek
to delete an entry [di:li:t]. to fall into one's own trap. to be preoccupied with one's troubles. to fall into one's own trap [tre:p]. to go grey. to frost. to depreciate [dipri:sieyt]. Gold will lose nothing of its value by falling in the mud. to sink low. to stray from the straight [streyt]. to lose one's standing [lu:z]. to find oneself in the midst of one's enemies. to get suspicious [sispi§is]. to lose strength [lu:z]. to feel humiliated [hyu:milieytid]. to be relegated [religeytid]. not to get the chance to speak [ca:ns]. to drop out of the league [li:g]. to go to court [ko:t]. to be taken to court, to be unmasked. to become the subject of endless debate. to volunteer one's service [vohnti:]. (for an occasion) to arise [ikeyjin]. to be lawfully permissible [lorfuli]. to be at the mercy of [mo:si]. to take the bait [beyt]. to lead the way [li:d]. to show smb the way. He'll sure learn soon what's what. Come along with me. to become a whore [ho:]. to get entangled in smth [inte:ngild]. to fall in value [ve:lyu:]. to slump. The poor man slumped on to the floor [slampt]. to fall to one's lot. to do one's share [se:]. Nobody is here doing their full share [se:]. Everyone must do their share. to happen at the right time. to follow smb around. to try to get smth done. to be on the market everywhere. to fall into one's lap. to be ambushed [e:mbu§t]. to be no longer in demand. to rain. (for one's hair) to begin to turn grey, to use foolish arguments [a:gyu:mints], to be off the main road [meyn].
254
düşmek (sefalete)
sefalete düşmek sevdasına düşmek sığa düşmek sıkıntıya düşmek, zorluk bakımından: Merak etmeyin, sıkıntıya düşmez. para bakımından: sırası düşmek Şimdi sırası düştü. soğuk düşmek sokağa düşmek, bayağı anlamında: bir kadın için: söz düşmemek (birine) suya düşmek Bankayı kurtarma planları suya düştü. Parasızlıktan dolayı proje suya düştü.
Bütün ümitlerim suya düştü. şanına düşmek şehit düşmek Çanakkale'de şehit düştü. din uğrunda: şüpheye düşmek telaşa düşmek tenakuza düşmek tepe taklak düşmek tepe üstü düşmek ters düşmek Bütün bunlar kendi prensiplerine ters düşüyor. Fikirleriniz neden birbirine ters düşüyor? Netice ümit ettiklerimize ters düştü. tezata düşmek tutsak düşmek tuzağa düşmek Tuzağa düşmeyecek kadar akıllıdır. Kurduğu tuzağa kendi düştü. umutsuzluğa düşmek Önemli olan, umutsuzluğa düşmemek. uygun düşmek uymak anlamında: Bu, partinin programı ile uygun düşmez, elverişli olmak anlamında: Her nedense o gaye için uygun düşmedi. Oraya bir kadın atanması pek uygun düşmüştür. yakışmak anlamında: uzak düşmek (birbirinden)
to be reduced to poverty [poviti]. to develop a passion for [pe:§in]. to be driven into shallow water [§e:lou], to get into difficulties. Don't worry, he won't get into difficulties. to be hard up for money. to be the right time. Now is the right moment for it [moumint]. to be out of place. to become very common and cheap, to become a whore [ho:], not to be intitled to speak [intaytild]. to come to nothing. The plans to rescue the bank have come to nothing. to fall through [thru:]. The project fell through because of shortage of money [sp:tic]. to end in smoke [smouk]. All my hopes ended in smoke [smouk], to befit smb's dignity. to be killed in action [e:ksin]. He was killed in action at Gallipoli. to fall martyr [ma:ti]. to become suspicious [sispi§is]. to be alarmed. to contradict oneself. to fall on one's head. to topple over. to run counter to [kaunti]. All this runs counter to his own principles. to be opposed fipouzd]. Why are your ideas always opposed? to be contrary [kontnri]. The result has turned contrary to our expectations [ikspektey§in]. to contradict oneself [kontndikt]. to become a prisoner of war [prizim]. to fall into a trap [tre:p]. He is too wise to fall into that trap. He fell into his own trap. to lose heart [ha:t]. The important thing is not to lose heart [lu:z]. to be compatible with [kimpe:tibil]. This isn't compatible with the program of the party. to be suitable [syu:tibil]. Somehow it wasn't suitable for that purpose. to be appropriate [lproupriyit]. The appointment of a woman there is very appropriate. to agree/go with. to be a long way from (one another).
düşük olmak
255
üstüne düşmek, ilgilenmek anlamında: to be interested in. ısrar etmek anlamında: to persist in [pisist]. iş bakımından: to work hard at. velveleye vermek anlamında: to fuss over [fas]. Üstüne düşmeye gerek yok. There is no need to fuss over it. yön bakımından: to land on. Kediler daima dört ayak üstüne düşer. A cat will always land on its four feet. üstünden düşmek (bir şeyin) to fall off. Bisikletinden düştü. He fell off the bicycle [baysikil], üzerine düşmek, to be incumbent on [inkambmt]. ilgilendirmek anlamında: Bu, tüm personelin üzerine düşen bir görevdir. This is incumbent on all our staff. Rejimi korumak görevi hepimize düşer. It's incumbent on all of us to protect the regime [reyji:m]. endişelenmek anlamında: to be very concerned [kinsdmd]. bir şeyle uğraşmak: to press for. vazife düşmek to be incumbent on [inkambint]. İlk önce üzerinize düşen vazifeyi yapın. You should start first doing the duties incumbent on you. to grow thin. vücuttan düşmek yalancılıktan düşmek to pretend to fall. Yalancılıktan düştü. She pretended to have fallen. to be mistaken [misteykm]. yanılgıya düşmek yanlış düşmek to get the wrong number. Yanlış düştü. You've got the wrong number. yatağa düşmek to take to bed. yenik düşmek to be defeated [difi:tid]. yere düşmek to fall to the ground [graund]. yoksul düşmek to become impoverished [impovirift]. yola düşmek to set off/out. yollara düşmek to set forth. Halk yollara düştü. (The people poured out on to the roads.) yolu düşmek to happen/change on. Oralara yolunuz düşerse... (If you happen to go that way...) yoluna düşmek to set out for. yorgun argın düşmek to be dead tired [tayid]. yüreğine od düşmek to be deeply grieved [grkvd]. yüz üstü düşmek to fall flat on the face [feys]. yüzü koyun düşmek to fall flat on one's face. Adamcağız yüzü koyun düştü. (The poor man tumbled face down.) to get weak. zayıf düşmek zevkine uygun düşmek to find smth to one's taste [teyst]. zıt düşmek to be the opposite of [opizit]. zora düşmek to be in a difficult position [pozi§m]. düşük olmak, sarkmış anlamında: to be sagging [se:ging]. az anlamında: to be low. Fiyatlar düşük. Prices are low. Basınç çok düşük. The pressure is very low [pre§i], kalite vs için: to be inferior [infiriyi]. Kalitesi muhakkak düşüktür. The quality is certainly inferior. to be very talkative [to:ketiv]. *çenesi düşük olmak to be crestfallen [krestfo:hn]. *süngüsü düşük olmak
düşük yapmak
256
düşük yapmak düşünceli olmak, düşünceye dalmak anlamında: kaygılı anlamında: saygılı ve kibar anlamında: düşüncesi olmak düşüncesinde olmak Buradan taşınmak düşüncesinde değiliz. düşüncesiz olmak düşüncesizlik etmek O mektubu yazmakla düşüncesizlik etti. düşündürmek Bu olay beni uzun uzun düşündürdü. Asıl beni düşündüren, mesai değil. düşündürücü olmak Verdikleri cevap düşündürücü. düşünmek, bir şeyi, bir konuyu vs.: Bunu bir süredir düşünüyoruz. Biraz daha düşününce, gitmeye karar verdim. Bu konuyu artık düşünmek istemiyorum. Düşünmeden cevap verme, bir çare bulmaya çalışmak: Daha iyi bir çözüm düşünemiyorum. Onu geri almanın bir yolunu düşünüp bulurum, olmuş gibi addetmek: Sanki ona yardım etmeye mecburmuşuz gibi düşünüyor. görüşü taşımak anlamında: Kimse öyle düşünmeyecek. Yakında farklı düşüneceksin, hayalinde canlandırmak: Düşün bir kere, bu parayla ne yapabiliriz. Gerisini sen düşün. Şöyle bir düşün! Şimdi düşünüyorum da, o zaman çok toyduk. Doğacak fırsatları bir düşün! inanmak anlamında: Bu konuda neler düşündüğümü biliyorsun. O, öyle düşünmüyor, kafasından geçirmek anlamında: Onu satmayı düşünüyorsanız, şimdi satın. Ne düşünüyorsun? Doğrusu, hiç düşünmedim. Onları affetmeyi hiç düşündün mü? kaygılanmak anlamında: Sen beni düşünme. Bu kadar düşünme! sanmak anlamında: Bizi hatırlayacağını düşünmedim. İyi olacağını düşündüm. Düşündüğün gibi değil, tasarlamak anlamında: Yarını düşünmek zorundayım. Ne yapacağımı daha düşünmedim.
to miscarry [miskerri]. to be lost in thought [tho:t]. to be worried [warid]. to be considerate [kmsidirit]. to have an idea [aydiyi]. to have the intention of [internum]. We have no intention of moving from here. to be inconsiderate [inkuisidirit]. to act tactlessly [teiktlisli]. It was tactless of her to write that letter. to set one thinking. This incident set me thinking [insidint]. It's not the working hours that makes me think. to give one pause to think [po:z]. Their answer gives one pause to think. to think. We've been thinking about it for some time. On further reflection I've decided to go. I don't want to think about this any more. Don't answer without thinking. to think. / can't think of a better solution. I'll think out a way of getting it back. to take it for granted. He takes it for granted that we would always help him. to think. Nobody will think so. You'll think differently soon. to think. Just think what we could do with this money. (Put that in your pipe and smoke it.) Just think about it! Come to think of it, we were too green then. Think of the opportunities we shall have. to feel about. You know how I feel about it. That's not how he thinks. to contemplate [kontempleyt]. //you're contemplating selling it, do it now. (A penny for your thoughts [tho:ts].) To tell you the truth, I haven't given it a thought. Have you thought of forgiving them? to worry about [wari]. (Don't bother about me.) You're worrying too much. to think. / didn't think he would remember us. I thought it would be good. It's not what you think. to plan, to decide [disayd]. / have to plan for the future. I haven't decided what to do.
düşünmek/düşünmemek (-den başka bir şey)
257
Böyle bir şey düşünmemiştim. Oraya gitmeyi düşünmüyorum, tereddüt etmek anlamında: O kadar parayı verme hususunda düşünürüm, bir şey yapmayı: Yazı Londra'da geçirmeyi düşünüyorum. Bu parayla hisse senedi almayı düşünüyor. Bir araba almayı düşünüyordum. Onları affetmeyi düşünür müsün? Herhalde evi satmayı düşünmüyorsun, değil mi? Onları davet etmeyi hiç düşünmüyorum. birleşikler ve deyimler] -den başka bir şey düşünmemek derin derin düşünmek düşünüp taşınmak Bu konuyu düşünüp taşındım ve bir karara vardım.
to have in mind [maynd]. / didn't have in mind anything of the sort. to consider [kinsidi]. I'm not considering going there. to hesitate about doing smth [heziteyt], I would hesitate about giving that much money. to be thinking of doing smth. I'm thinking of spending the summer in London. He's thinking of buying shares with the money. I was thinking of buying a car [ka:]. Would you think about forgiving them? You're not thinking of selling the house, are you? I'm not thinking of inviting them [invayting].
to think of nothing but. to be immersed in deep thought [imo:st]. to think over. I've thought the matter over and I've reached a decision [disijin]. to look ahead. ilerisini düşünmek to weigh all considerations [kmsidireyfin]. ilerisini gerisini düşünmek to think over. enikonu düşünmek Konuyu enikonu düşünmek istiyor. He wants to think over the matter [me:ti]. to ponder. etraflıca düşünmek işkembesini düşünmek to think only of one's stomach [stamik]. iyice düşünmek to think twice [tways]. Parayı ona emanet etmeden önce, iyice düşün. Think twice before you entrust him with the money. to think over. Bu konuyu iyice düşünmem gerek. /'// have to think this matter over. Bir karar vermeden önce, iyice düşün. You had better think it over before taking any decision [disijin]. to brood over [bru:d]. kara kara düşünmek Talihsizliğini kara kara düşünüp duruyor. He's brooding over his misfortune [misfo:cin]. Bunun üzerinde kara kara düşünmeye gerek yok. There is no need to brood over this. bir kez daha düşünmek to think twice about [tways]. Yerinizde olsam, bu teklifi kabul etmeden önce // J were you I'd think twice before accepting bir kez daha düşünürdüm. the offer [iksept]. to brood (over) [bru:d]. kötü kötü düşünmek to brood unhappily. kukumav gibi düşünmek to think about a matter long and hard. külahını önüne koyup düşünmek to consider carefully before acting [kinsidi], önünü, ardını düşünmek pis pis düşünmek to brood [bru:d]. sonrasını düşünmek to consider how things may end. sonunu düşünmek to think of the consequences [konsikwinsiz]. Bir işe başlamadan, sonunu düşün. Before you begin a task think of the end. tekrar düşünmek to think again. Bu işi tekrar düşününce, hiç de fena değil. Now that I come to think of it, it's not bad at all. to think the opposite [opizit]. tersini düşünmek Bir zamanlar tersini düşünürdüm. / used to think the opposite. uzun uzadıya düşünmek to think at great length. uzun uzun düşünmek to ponder. üstünde düşünmek to think over smth. Başvurunuz üstünde düşüneceğiz. We'll think over your application [e:plikey§m].
düşünmemek
258
üzerinde düşünmek düşünmemek | birleşikler ve deyimler | - den başka bir şey düşünmemek Sen paradan başka bir şey düşünemez misin? ilerisini gerisini düşünmemek önünü ardını düşünmemek düşünülmek Bir ödül olarak düşünülmemişti. Böyle bir iş için düşünülmedi. Biraz düşünülecek olursa, faydası olur. düşürmek, düşmesine yol açmak: Şapkanızı düşürdünüz. gebelik sö: konusu ise: hükümet söz konusu ise: Bu, altı ay içinde düşürülen ikinci hükümet. fiyat için: Fiyatı neden düşürelim? Faizleri aniden düşürmek ekonomik iyileşme getirmez. solucan söz konusu ise: ' uçak için: Sivil bir uçağı nasıl düşürebilirler? ucuza ele geçirmek: | birleşikler ve deyimler j ağına düşürmek birbirine düşürmek Âlemi birbirine düşürmek istiyor. Âlemi birbirine düşürmeyi iyi biliyorsun. çocuk düşürmek değerini düşürmek dehşete düşürmek Kafatasları turistleri dehşete düşürdü. Gördüklerim beni dehşete düşürdü. elden düşürmek fırsatını düşürmek fiyatı düşürmek Fiyatı fazla düşüremezler. gölge düşürmek Onun taraf tutan müdahalesi, toplantıya gölge düşürdü. hayrete düşürmek hesaptan düşürmek itibardan düşürmek izini düşürmek kapana düşürmek
to consider [kınsidı].
to think of nothing but. Can't you think of anything but money? to be rash [re:§]. to act thoughtlessly, to be intended. It was not intended as a reward [riwo.d]. to be designed for [dizaynd]. It's not designed for such a use. to think of. Come to think of it, it could be of some use. to drop. You have dropped your hat [dropt]. to miscarry [miskeiri]. to bring down. This is the second government to be brought down in six months. to reduce [ridyu:s]. Why should we reduce the price? (A sudden drop in the interest rate will produce no economic recovery.) to pass. to shoot/bring down. How can they shoot down a civilian plane? to get smth at a bargain [ba:gin], to entrap. to set people at loggerheads [logihedz]. He wants to set people against one another. to play off one person against another. You know very well how to play off people against one another. to have a miscarriage [miske:ric]. to devalue [di:ve:lyu]. to strike terror into [ strayk]. The skulls struck terror into the tourists. to shock [§ok]. / was shocked by what I saw. to get a bargain. to seize an opportunity [opityumiti]. to lower the price [prays]. They can't lower the price too much. to cast a shadow [sedou]. His biased interventions cast a shadow on the meeting [bayist], to bewilder. to deduct [didakt]. to discredit. to project (a figure [figi].) to entrap.
düşürmek/düşürmemek
259
kendini küçük düşürmek Kendinizi küçük düşürmeyin. küçük düşürmek Sizi resmen küçük düşürdüler. maskesini düşürmek bir münasebet düşürmek pusuya düşürmek sıra düşürmek solucan düşürmek şüpheye düşürmek tansiyonu düşürmek tarih düşürmek taş düşürmek böbrek için: safra kesesi için: tavına düşürmek telaşa düşürmek tereddüte düşürmek Sözleri bizi tereddüte düşürdü. tuzağa düşürmek umutsuzluğa düşürmek Bu insanları umutsuzluğa düşürüyorsunuz. vurup düşürmek düşürmemek *ağzından düşürmemek *dilinden düşürmemek Bu konuyu dilinden hiç düşürmez.
to demean oneself [dimkn]. Do not demean yourself. to humiliate [hyu:milieyt]. They certainly humiliated you. to unmask. to find a suitable occasion [ikeyjin]. to ambush [e:mbu§]. to find a favourable opportunity [opityu:niti]. to pass a worm [wo:m]. to cast doubt on [daut]. to lower the blood pressure [pre§i]. to compose a chronogram [kimpouz].
to pass a kidney stone [kidni stoun]. to pass a gall stone [go:l], to find the right time for. to put smb in a flurry [flo:ri]. to make smb hesitate [heziteyt]. It was his words that made us hesitate. to entrap/trap. to drive to despair [dispe:]. You're driving these people to despair. to knock down [nok]. not to let smth fall [fed]. to constantly talk about smth. to bring up smth repeatedly [ripktidli]. He repeatedly brings up that subject. not to cease talking about [si:s]. O günleri dilinden hiç düşürmüyor. He never ceases talking about those days. to use smth continually [kmtinyuili]. *elinden düşürmemek düşürülmek to be dropped [dropt]. genel anlamda: to be decreased [dikrkst], fiyat vs. için: to bring down. hükümet için: düz olmak, to be flat. ayakkabı vs. için: to be straight [streyt]. kıvrımlı olmayan anlamında: to be level [levil]. yatay durumda olmak to be even [i:vm]. yüzeyinde çıkıntı olmayan: to improve [impruiv]. düzelmek Bir müddet sonra işler düzeldi. After a while things improved. to come right. Sonunda her şey düzelecek. Everything will come right in the end. Merak etmeyin her şey yakında düzelecek. Don't worry, everything will be all right soon. to pick up. İşler düzeliyor gibi görünüyor. Business seems to be picking up. to work out all right. Sonunda herşey düzelivevdi. Everything just worked out all right in the end. to take a turn for the better. İşler düzelmeye başladı. Things are taking a turn for the better. I birleşikler ve deyimler j to recover one's morale [mora:l]. maneviyatı düzelmek to recover one's morale. morali düzelmek Morali düzeldi gibi görünüyor. He seems to have recovered his morale.
düzeltilmek ortalık düzelmek
260 (for law and order) to return [ritd:n]. Law and order seems to have returned. to be corrected [kirektid], to correct [kirekt]. Kelimelerde düzeltme yapmayınız. Do not correct any words. Ortalık düzeldi gibi.
düzeltilmek düzeltme yapmak düzeltmek,
ayar için: bozulduğunu gidermek anlamında: çıkıntılar için: düzgün duruma getirmek: İslah etmek anlamında: kıvrımlar için: kravat vs. için: Lütfen kravatınızı düzeltiniz. tanzim etmek anlamında: tashih (kitap vs.) için: ufak tefek değişiklikler için: yanlışlar için: yassı hale getirmek anlamında: [birleşikler ve deyimler| aralarını düzeltmek davranışlarını düzeltmek Burada kalmak istiyorsan, davranışlarını düzeltmen gerek. kesip düzeltmek Fitilin ucunu kesip düzeltmek gerek. tezkiyesini düzeltmek yanlışı düzeltmek yatağı düzeltmek düzenbaz olmak düzenlemek, baskın için: Polis depoya bir baskın düzenledi. çek için: Adıma iki çek düzenleyebilir misin? darbe vs. için: Darbeyi düzenleyenin kim olduğu bilinmiyor. düzen vermek anlamında: festival, oturum vs. için: gizlice ve sinsice anlamında: Görevleri, dost olmayan hükümetlerin devrilmesini düzenlemektir. müzik için: Bu parçayı bu şekilde kim düzenledi? plan için: Odalar çok iyi düzenlenmiş. program için: Onlar için bir program düzenlerim, tanzim etmek anlamında: Toplantı için bir gün düzenleyecektir, tertip etmek anlamında: Sendikalar, bir miting düzenlemeye karar verdiler.
to adjust [icast]. to rectify [rektifay]. to smooth [smu:th]. to arrange [rreync]. to improve [impruiv]. to straighten [streytin]. to adjust [icast]. Adjust your tie, please. to arrange [rreync], to proof read [pru:f]. to alter [o:lti]. to correct [kirekt]. to level off. to reconcile [rekmsayl]. to mend one's ways. You should mend your ways, if you want to stay here. to trim. We had better trim the wick. to mend one's ways. to set right. to make the bed. to be an impostor [imposti]. to raid [reyd]. The police raided the storehouse. to make out. Could you make out two cheques in my name? to mastermind [marstimaynd]. It's not known who masterminded the coup [ku:]. to put in order. to hold. to engineer [encini:]. Their task was to engineer the overthrow of non-friendly governments. to arrange [rreync]. Who has arranged this piece this way? to lay out [ley aut]. The rooms are very well laid out [led], to draw up. I'll draw up a schedule for them [sedyurl]. to arrange [rreync]. She is going to arrange a day for the meeting. to organize [o:ginayz]. The trade unions have decided to organize a public meeting.
düzenlenmek
261
düzenlenmek, tanzim edilmek anlamında: Biri gizli, iki ayrı protokol düzenlendi. tertip edilmek anlamında: düzenli olmak, yerli yerinde anlamında: muntazam olmak düzensiz olmak, düzenli olmayan anlamında: intizamsız anlamında: sistemi olmayan anlamında: uyumsuz anlamında: düzgün olmak Yeni yapılan yol çok düzgün. *eli yüzü düzgün olmak düzlemek, yassı hale getirmek anlamında: çıkıntılar söz konusu ise: düzleşmek, çıkıntılar için: kıvrımlar için: yassı hale gelmek anlamında: düzleştirmek, doğrultmak anlamında: yassı hale getirmek: düzletmek düzmek, bir araya getirmek anlamında: düzene sokmak anlamında: oluşturmak anlamında: sahtesini yapmak sıralamak anlamında: uydurmak anlamında: | birleşikler ve deyimler | çeyiz düzmek çulu düzmek sandık düzmek tüylerini düzmek kuş sözkonusu ise: dört ayaklılar için: düzülmek, düzene sokulmak: sıralanmak anlamında: sahtesi yapılmak: *yola düzülmek
to be arranged [ireyncd]. One regarded as confidential, two protocoles were drawn up. to be organized [o:ginazd]. to be in order [o:di]. to be neat [ni:t]. to be in disorder [diso:di]. to be untidy [antaydi]. to be irregular [iregyuli]. to be out of tune [tyu:n]. to be smooth [smu:th]. The newly built road is very smoot to be fairly pretty [fe:li]. to level. to smooth. to become smooth [smu:th]. to become straight [streyt]. to become level. to straighten [streytin]. to level. to make level. to bring together. to put in order. to make up. to forge [fo:c]. to arrange [rreync]. to invent. to prepare a trousseau [tru:sou]. to become well-dressed [drest]. to gather things for the hope-chest. to preen [pri:n]. to smooth its fur [fo:]. to to to to
be put in order [o:di]. be arranged [ireyncd]. be forged [fo:cd]. set out on a journey [cd:ni].
ebadında olmak ebelemek (oyunda) ebedî olmak ebedîleşmek ebedîleştirmek ebrulamak eda etmek, borç bakımından: görev bakımından: ededurmak Sen hesabı kontrol ededur, ben beklerim. edegelmek edememek, bir kimseyle edememek: O hiç kimseyle edemez. bir şeysiz edememek:
to to to to to to
have the dimension of [dimensm]. tag [te:g]. be eternal [ito:ml]. become immortal [imo:til]. immortalize [imo:tilayz]. marble [ma:bil].
to pay [pey]. to perform [pifo:m]. to go on doing smth. You go on checking the account, I'll wait. to do habitually [hibityuli].
not to get along well. He can't get along well with anyone. to feel lost without. I'll feel lost without coffee. Ben kahvesiz edemem. to do without. You can't do without water. İnsan susuz edemez ki. to be unable to do without [aneybil]. Can't you do without crying? yapmadan edememek: Sen ağlamadan edemez misin? (They are children, they must play.) Bunlar çocuk, oynamadan edemezler. (I can't help thinking.) Düşünmeden edemiyorum. to be rude [ru:d]. edepsiz olmak to get rude. edepsizleşmek to behave rudely [biheyv]. edepsizlik etmek to be done/made. edilmek to be acquired [lkwayid]. edinilmek Arkadaş iyi günde kolay edinilir. Prosperity makes friendship easy. edinmek, to acquire [tkwayi]. kazanmak anlamında: to obtain [ibteyn]. sağlamak anlamında: |birieşikler ve deyimler] to form a habit, âdet edinmek to aim at [eym]. amaç edinmek Bizi bölmeyi amaç edinmiş güçler var. There are powers whose aim is to divide us. to make friends. arkadaş edinmek to acquire a taste for [tkwayi]. beğeni edinmek to acquire knowledge [nolic]. bilgi edinmek Bilgi edinmek o kadar kolay mı? Is it that easy to acquire knowledge? to get/obtain information [info:mey§in]. Bilgiyi güvenilir kaynaktan edindim. / got the information from reliable sources. Bizden daha çok bilgi edinmişler. They have been better informed than we are.
efelenmek dert edinmek dost edinmek evlat edinmek
264 to worry about [wari], to make friends, to adopt ftdopt]. We've decided to adopt the child. to form an opinion about [lpinytn]. to contract the habit of [ktntreikt]. to acquire a bad habit [ikwayi]. to make smth one's concern [konso:n]. to make a habit of [he:bit]. to make smth one's concern.
Çocuğu evlat edinmeye karar verdik. fikir edinmek huy edinmek illet edinmek iş edinmek (bir şeyi) itiyat edinmek kendine iş edinmek mal edinmek, gerçek anlamda: to acquire wealth [welth]. zengin olmak anlamında: to become rich. malumat edinmek to get information [inftxmeysin]. meram edinmek to commit oneself to doing smth. meslek edinmek to acquire a profession [pnfesin], servet edinmek to make a fortune [fo:cin]. Parasını borsaya yatırarak bir servet edindi. He made a fortune by investing in the stock exchange. tabiat edinmek to make a habit of [he:bit]. zevk edinmek to take pleasure in [pleji]. efelenmek to become defiant [difaytnt]. efelik yapmak to swagger [swe:gi]. efkârlanmak to become anxious [e:nksis]. efsaneleşmek to become a legend. efsaneleştirmek to make smb legendary [lecindiri]. egemen olmak, bağımlı olmayan anlamında: to be sovereign [sovrin], mecazi anlamda: to be dominant. eğdirmek *baş eğdirmek to bring smb to heel [hi:l]. *boyun eğdirmek to bring smb to their knees [ni:z]. eğelemek to file [fayl]. ğilimi olmak to tend to. eğiliminde olmak to be inclined to. Cevap vermek eğiliminde değilim. / don't feel inclined to answer back. Konuyu unutmak eğiliminde. He's inclined to forget the matter. eğilimli olmak to lean to [li:n]. Bu grup genellikle sola eğilimlidir. That group usually leans towards the left. eğilmek, eşya için: Ağaç yaşken eğilir. to bend. A tree should be bent when still young. {You can't teach an old dog new tricks.) kişi için: to lean [li:n], öne doğru: to lean forward [fo:wid]. üzerine: Biraz eğilirseniz denizi görürsünüz. to lean over. If you lean over a bit you'll see the sea. eğri durum almak anlamında: to curve [kd:v]. konu üzerine...: to pore over [po:]. mecazi anlamda: Eğilen baş kesilmez. to bow [bau]. The head that bows will not get cut off. *yerlere kadar eğilmek to bow excessively to show respect. eğirmek Anadolu'da kadınlar yünü elle eğilirler. to spin (wool into thread.) In Anatolia women spin the wool by hand. *iplik eğirmek to spin yarn.
265
eğirtmek eğirtmek eğitilmek eğitmek,
to have thread spun [span], to be educated [edyukeytid]. eğitim bakımından: meslek bakımından: spor için: özel olarak yetiştirmek: uygulama içeren eğitim: Ateşli silah kullanımında eğitiliyorlar.
eğlemek * gönül eğlemek eğlenceli olmak eğlendirici olmak Çok eğlendiriciydi. eğlendirmek *gönül eğlendirmek eğlenmek, hoş vakit geçirmek anlamında: Soğuğa rağmen eğlendik.
to educate [edyukeyt]. to train [treyn]. to coach [kouc]. to coach, to instruct. They are instructed in the use of fire arms. to delay [diley]. to dally with [de:li], to be amusing [imyu:zing], to be entertaining. It was very entertaining. to entertain, to amuse [imyu:z]. to amuse oneself.
to enjoy oneself. We enjoyed ourselves inspite of the cold. to have a good time. Herkes çok iyi eğlendi. Everyone had a great time. to have fun [fan]. Gayeleri iyi eğlenmekti. Their aim was to have good fun. to make fun of. birisiyle alay etmek:
eğleşmek, bir yerde oturmak: ikamet etmek anlamında: oyalanmak anlamında: eğmek
to stay. to reside [rizayd], to delay, to bend. Ağaç yaşken eğilir. A tree is best bent while it's green.
| birleşikler ve deyimler | baş eğmek
to bow one's head [bau]. The head that bows does not ache [eyk]. to bend one's head. başım öne eğmek Çocuklar başlarını sessizce öne eğdiler. The children bent their heads in silence. Suçlu olmasan, başını öne eğmezdin. You wouldn't hang your head if you weren't guilty [gilti]. to yield to. boyun eğmek Hiçbir zaman isteklerine boyun eğmeyeceğim. / shall never yield to her wishes. çehre eğmek to show disapproval, kadere boyun eğmemek to stand up to fate [feyt], eğri olmak, to be crooked [krukid]. çarpık anlamında: Deveye "Boynun eğri." demişler, The Camel was told that its neck was crooked, "Nerem doğru ki?" demiş. "Which part isn't?", was the reply. Baca eğri de olsa duman doğru çıkar. The smoke of a crooked chimney will come out straight. eğik anlamında: to be bent. yay gibi anlamında: to be curved. *boynu eğri olmak to be destitute [destityu:t]. eğri büğrü olmak to be twisted. eğrilmek, to become bent, eğrilik bakımından: to incline [inklayn]. meyil bakımından: Baş eğmekle baş ağrımaz.
266
eğriltmek su veya ısı nedeniyle:
Sıcak havada eğrilir.
to warp [wo:p]. It will warp in hot weather.
eğriltmek, basınç sonucu: ısı veya su sonucu: Isı, levhaları eğriltecektir. bükmek anlamında: eğri duruma getirmek: ehemmiyeti olmak Ehemmiyeti yok. ehemmiyetli olmak Ehemmiyetli değil. ehemmiyetsiz olmak ehil olmak *işinin ehli olmak ehlileşmek ehlileştirmek, evcilleştirmek anlamında: uysallık bakımından: ehliyetli olmak ehliyetsiz olmak ekelemek ekarte etmek ekili olmak ekilmek, bitki için: tohum için: Açık yaraya tuz ekilmez. ekip oluşturmak Diğerleri gibi sen de bir ekip oluştur. eklemek, birleştirmek anlamında: ek olarak: Kartımı mektuba ekliyorum. ilave olarak: Bir iki şey daha ekleyebilirsin. Önek ekleyerek anlamını değiştirebilirsin, sefer vs. için: Fazla trafiği karşılamak için ek seferler ekleyeceğiz. *sakaldan kesip bıyığa eklemek
to buckle [bakil]. to warp [wo:p]. The heat will warp the boards. to twist, to bend. to have importance. (It doesn't really matter.) to be important. (It's of no consequence [konsikwins].) to be insignificant [insignifikmt]. to be competent [kompitmt]. to be qualified [kwolifayd]. to become tame [teym]. to domesticate [dimestikeyt]. to tame [teym]. to be qualified [kwolifayd]. to be incompetent [inkompitmt]. to sprinkle. to shove aside [§av]. to be planted. to be planted. to be sown [soun]. (You don't rub salt into an open wound.) to team up. Like the others, team up with someone. to join together [coyn]. to attach [ite:c], I'm attaching my card to the letter. to add [e:d]. You can add a thing or two more. You can change its meaning by adding a prefix. to put on. We shall put on extra flights to handle the extra traffic. to make good a shortage by using what is available [lveylibil].
ekli olmak, ek olarak: to be annexed [inekst], to be appended. Böyle bir rapor mektuba ekli değildi. Such a report was not appended to the letter. birleştirmek suretiyle: to be joined [coynd]. takmak suretiyle: to be affixed [erfikst]. eklenmek to be added [e:did]. Deniz kıyısına 5 kilometre daha eklendi. Another 5 kilometres was added to the coast. Diğer şirketler de eklenmeli. The other grievances, too, must be added. ekletmek to have smth added. ekmeğinden etmek to cause smb to lose his job [lu:z]. ekmeğinden olmak to lose one's job [cob]. Ekmeğinden olmanı istemiyorum. I'd hate you to lose your job.
ekmek
267
ekmek, bitki için: tohum için: serpmek anlamında: atlatmak anlamında: | birleşikler ve deyimler j
to plant. to sow [sou]. to sprinkle. to give smb the slip.
Arpa ektim, darı çıktı. It was a very bitter disappointment. Ne ekersen, onu biçersin. One reaps what one sows [souz]. Olsa ile bulsayı ekmişler, yel ile yulaf bitmiş. Wishful thinking begets nothing. Rüzgâr eken, fırtına biçer. He who sows the wind will reap the whirlwind. Serçeden korkan, darı ekmez. There can be no enterprise without risk. Şeytan ile ortak eken, buğdayın samanını alır. He who does business with the devil will get cheated [ci:tid]. dibine darı ekmek to finish off. İki yıl içinde o kocaman servetin dibine darı ekti. (He had run through the immense fortune within two years.) kibrit suyu ekmek to exterminate [ikstb:mineyt]. nifak tohumlan ekmek to sow the seeds of dissension [disensm]. pabucuna tuz ekmek to send smb packing. tuz ekmek to sprinkle salt [solt]. tuz biber ekmek to make things worse. üstüne tuz biber ekmek to be the last straw [stro:]. üzerine tuz biber ekmek to add insult to injury [inciri]. yaraya tuz biber ekmek to rub salt into a wound [wund]. eksik etmemek to have always in stock. Başını acemi berbere teslim eden, cebinden Do not expect good work from inexperienced pamuğu eksik etmesin. workers [inikspi:ryinst]. Allah eksik etmesin! May you never experience any want! eksik olmak to be missing. Takımınızdan kim eksik? Who is missing in your team? Ne eksik? What's missing? to be short. 200 gram eksiktir. It's 200 grams short. to be lacking in. Bunun her şeyi eksik. It is lacking in everything. to be absent [e:bsint]. Eksik olan var mı? Is anyone absent? yetersiz anlamında: to be deficient [difismt]. tamam olmayan: to be incomplete [inkimpli:t]. [ birleşikler ve deyimler | Bir bu eksikti! That's just what we needed! Eksik olsun! I can do without it! Onun yardımı eksik olsun. I can do without his help. aklının çivisi eksik olmak to be cracked [krekt]. bir tahtası eksik olmak to have a screw loose [lu:s]. eksik olmamak (kişi için) to always turn up at a place [pleys]. [birleşikler ve deyimleri Eksik olmayın! Thank you! Dağ başından duman eksik olmaz. Important people are never free from worry. Deniz kenarında dalga eksik olmaz. Some places are never free from trouble. eksik gelmek to be insufficient [insifisint]. eksikliği olmak to be short of. Maalesef, bizim kardo eksikliğimiz var. Unfortunately, we are short of staff. Senden ne eksikliğim var? What have you got that I haven't got?
eksiksiz olmak
268
to be complete [kımpliıt]. to decrease [dikri:s]. to reduce [ridyu:s]. to be sour [sau]. Kimse ayranım ekşi demez. No one will run down their goods. to render sour [sau]. ekşilemek to go sour. ekşimek Süt ekşidi. The milk has soured. to have heartburn [ha:tbo:n]. *midesi ekşimek to render sour. ekşitmek to put on a sour face [sau]. * suratını ekşitmek to make a wry face [ray feys]. *yüzünü ekşitmek to have (a field) sown [soun]. ektirmek el etmek to beckon [bekin]. elastik olmak to be elastic [ile:stik]. elçilik etmek to be a conciliator [kmsilieyti:]. elde edilmek to be obtained [ıbteynd]. Üzümden elde edilir. It is obtained from grapes [greyps]. Kömürden ne elde edilir? What is obtained from coal [koul]? Ya sonunda başarı elde edilemezse? What if it all should end in failure? elde etmek, to gain. kazanmak anlamında: Bundan ne elde edeceksin? What are you to gain from this? edinmek, sahip olmak anlamında: to get. ihaleyi elde ettik gibi. We have as good as got the adjudication. ele geçirmek anlamında: to obtain [ibteyn]. Yılmaz bu belgeleri nasıl elde etti? (How did Yılmaz come by these documents?) | birleşikler ve deyimler j basan elde etmek to achieve success [sikses]. Şimdiye dek hiçbir başarı elde edemediler. They have achieved no success so far. to have the opportunity to [opityumiti]. (yapmak) fırsatını elde etmek Onunla tanışmak fırsatım elde edeceğiz. We'll have the opportunity to meet him. to get one's way. istediğim elde etmek Biz, istediğimizi elde ettik. (We got what we wanted.) to get results [rizalts]. netice elde etmek Bir netice elde ettiler mi? Did they get any result? to get a chance [cams]. şans elde etmek İnsan böyle bir şansı nadiren elde eder. Rarely do people get such a chance. to be unable to help. elde olmamak Elde değil. It can't be helped. to be unable to help. elden gelmemek Elden bir şey gelmez. It can't be helped. Elden ne gelir ki? What can one do? to be electrified [ilektrifayd]. elektriklenmek to electrify [ilektrifay]. elektrilendirmek elemek, to eliminate [ilimineyt]. ayıklamak anlamında: to sift. elekten geçirmek anlamında: O kadar kumu elemeye gerek yok. There's no need to sift all that sand. to sieve [si:v]. Unu ilk önce elemek gerek. You must sieve the flour first. Unumuzu eledik, eleğimizi astık. (I'm too old for that sort of thing.) to select [silekt]. seçmek anlamında: to wind [waynd]. yumak yapmak anlamında: to screen [skri:n]. gözden geçirmek anlamında: to pass through a fine sieve [si:v]. *ince elemek eksiksiz olmak eksilmek eksiltmek ekşi olmak
269
elenmek elenmek, un vs. için: sınav, spor ve yarışına için:
to be sifted. to be eliminated [ilimineytid]. to criticize [kritisayz]. to be criticized [kritisayzd]. to be generous [cenins].
eleştirmek eleştirilmek eli açık olmak eli ağır olmak, to be heavy fisted, vuruş bakımından: to be slow. yavaş iş gören: eli balda olmak Onun bir eli yağda, bir eli balda. He is quite well-off. to be disheartened [disha:tind]. eli böğründe olmak to be in straits [streyts]. eli darda olmak to be imminent. eli kulağında olmak Zamın eli kulağında. (The price increase is just round the corner.) to have a finger in. eli olmak (bir işte) to be stingy [stinci], eli pek olmak eli sıkı olmak to be tight-fisted [taytfisted]. eli uzun olmak to be light-fingered [laytfingid]. elinde olmak to be in one's power [pawi]. Mutlu olmak elimizdedir. It's in our power to be happy. to be in one's hand. Elimde olsa vermezdim. //it were in my hands, I wouldn't give it. sahip olmak anlamında: to be in the possession of [pize§m]. Elinde gizli belgeler varmış. Apparently he is in the possession of confidential documents [konfiden§il]. Davul onun boynunda, tokmak başkasının elinde. (Somebody else is pulling the strings.) | birleşikler ve deyimler | dizginler elinde olmak to be in the saddle [se:dtl]. Dizginlerin kimin elinde olduğu belli değil. It's not clear who is in the saddle. -in dümeni elinde olmak to be in control (of) [kmtroul]. ipin ucu elinde olmak to be in control of things [kintroul]. ipler elinde olmak to be in the saddle [sefdil]. -in ipleri elinde olmak to exercise control over [eksisayz]. kaderi -in elinde olmak to be at the mercy of [mo:si]. elinde olmamak to be beyond one's power [pawi]. Bu, elimde değil. That's beyond my power. to be unable to help. Gülmemek elimde değil. I can't help laughing [la:fing]. Elimde olmayarak oldu. / couldn't help it. Özür dilerim, elimde değil. I'm sorry, I just can't help it. elinden geleni yapmak to do one's best. Elinden geleni yap, gerisini bırak. Do your best and leave the rest. Elinden geleni yapacaktır. He'll do what he can. Elimden geleni yaparım. I'll do the best I can. Payını alabilmen için elimden geleni yapacağım. I'll see to it that you get your share. elinden gelmek to be within one's power [pawi]. Elimden geldiği kadar durumu izah ettim. (I explained the matter as well as I could.) Elimizden gelirse, tabii ki yardım ederiz. (If we can help, of course we shall.) elinden gelmemek not to be in one's power. Elimden hiçbir şey gelmez. (There's nothing I can do about it.) elinden iş gelmek to be skillful. elinden iş gelmemek to be a poor hand at. elinin altında olmak to be within easy reach [ri:c].
ellemek
270
ellemek, to touch [taç]. Please do not touch. to handle [handil]. eline almak anlamında: Bu şekilde ellenmez. That's no way to handle it. to be handled. ellenmek Bu, ellenmeye gelmez. It won't stand handling. elleşmek, to come to blows. döğüşmek anlamında: to shake hands in a bargain. el sıkarak anlaşmak anlamında: to try one another's strength by hand-grips. elle güç denemesi yapmak: to tussle [tasil], itişmek anlamında: to bid farewell [fe:wel]. elveda etmek elverişli olmak to be convenient [kinvknymt]. Our place is more convenient for this thing. Bu işler için yerimiz daha elverişli. to be suitable, to suit [suit]. Would Tuesday suit you for the meeting? Salı, toplantı için sizce elverişli mi? sile dokunmak anlamında:
Lütfen ellemeyiniz.
elvermek, yetmek anlamında: yetecek kadar olmak: Artık yaptıkların elverir. uygun olmak anlamında: elvermemek *gönlü elvermemek Ona gerçeği söylemeye gönlüm elvermedi. elzem olmak Bu şartlar bir banş anlaşması için elzem. Bunlar, projemiz için elzemdir. emanet etmek Bana parayı emanet etmediler. Anahtarı bu adama nasıl emanet edersin? At, avrat, kılıç emanet edilmez.
Çocuklar yetimhaneye emanet edilecekler. Bu ülkeyi bana Tanrı emanet etti. *Allaha emanet etmek Atını bağla, sonra Allalıa emanet et. Allaha emanet olun. emdirmek emeklemek, dizler üzerinde yürümek: Bebeğimiz daha yürüyemiyor, emekliyor. acemilik geçirmek: emekli olmak emilmek emin olmak, emniyetli olmak anlamında: güvenilir olmak: şüphesi olmamak anlamında: Bundan emin olabilirsin.
to suffice [sifays]. to be enough [inafj. What you've done is enough. to be convenient [kmvknyint]. to be impossible. not to have the heart to. / didn't have the heart to tell him the truth. to be essential [esinşıl]. These conditions are essential to any peace accord [tko:d]. to be indispensable. These are indispensable for our project. to trust [trast]. They didn't trust me with the money. How can you trust that man with the key? A woman, a horse and a sword cannot be trusted to others. to consign [kinsayn]. The children will be consigned to an orphanage. to entrust [intrast]. God has entrusted this country to me. to entrust to God. First tie up your horse then entrust it to God. Take care of yourself. to nurse [nö:s]. to go on all fours. Our baby can't walk yet, he goes on all fours. to falter [fo:lti]. to retire [ritayi], to be absorbed [ibso:bd]. to be safe [seyf]. to be trustworthy [trastwö:thi]. to be sure [şu:]. You may be sure of it.
emin ellerde olmak
271
Artık hiçbir şeyden emin olamayız. Hepimiz neticeden oldukça emindik. Kabul edeceklerinden emin olabilirsin. Size yardım edeceğiz, ondan emin olabilirsiniz. Kapıların kilitli olduğundan emin olunuz. emin ellerde olmak Onlan sekretere teslim ettim, emin ellerdedirler. emlemek emmek,
We can no longer be sure of anything. We were all quite certain of the result. to depend on. You can depend on it that they'll accept. We'll help you, you can depend on it. to make sure of [§u:]. Make sure that the doors are locked. to be in good hands. / handed them to the secretary, they're in good hands now. to treat smb with medicine [medsin].
genel anlamda: Mahzenden suyu emmeniz gerekecek, sünger vs. için: Küçük bir sünger hepsini emer. içine çekmek (hava vs. için): kurutma kağıdı için: h i r l p ş i l d p r wp Hpyimlpr
I kanını emmek 1 gerçek anlamda: mecazi anlamda: meme emmek parmağını emmek Bırak, parmağını emsin. sülük gibi emmek süt emmek Helâl süt emmiş, insan, çiğ süt emmiştir. emniyet etmek Çocukları bu adama emniyet edemeyiz. emniyetli olmak empoze etmek Size bir çözüm empoze etmek istemiyoruz. emre âmâde olmak Emrinize amadeyim. emretmek emrinde olmak emrivaki yapmak emsal olmak Bunun emsali var. Emsal olmamak şartıyla. emsali olmamak, eşi görülmemiş anlamında: emsalsiz anlamında: emsalsiz olmak eşsiz anlamında: görülmemiş anlamında: emzirilmek emzirmek *süt emzirmek emzirtmek enayi olmak
to suck [sak]. You'll have to suck the water out of the cellar. to absorb [ibso:b]. A small sponge will absorb it all. to take in [teyk]. to blot. to suck the blood of. to exploit thoroughly [iksployt]. to suck [sak], to suck one's thumb [tham]. Let it suck its thumb. to suck like a leech [li:c]. to suck milk [sak]. He's entirely trustworthy [trastwo.thi]. Man is ungrateful [angreytful]. to entrust smth to smb [intrast]. We can't entrust the children to this man. to be safe [seyf]. to impose on [impouz]. We don't want to impose a solution on you. to be at smb's service [so:vis]. I'm at your service. to order. to be at one's disposal [dispouzil], to present smb with a fait accompli. to be precedent [presidint]. There are precedents for this. Provided that it is not regarded as a precedent. to have no equal [i:kwil]. to be unprecedented. to be matchless [me:clis]. to be incomparable [inkompinbil]. to be nursed [no:st]. to suckle [sakil]. to breast-feed [brestfiid]. to suckle. to be a fool [fu:l].
enayilik etmek
272
enayilik etmek endaze olmak
to behave foolishly. Mürüvvete endaze olmaz.
endişe etmek Sonuçlardan endişe ediyorum. Endişe etmeye gerek yok. ' Yanlış anlaşılmasından endişe ediyorum. endişe içinde olmak endişelendirmek endişelenmek Benim için endişelenmeyi bırak. endişeli olmak Doğrusunu istersen, endişeliyiz. Çok endişeliyim. Hepimiz rehinelerin güvenliğinden endişeliyiz.
Halk, savaşın sonucundan endişeli. endişesi olmak endüstrileşmek endüstrileştirmek enemek enenmek enezeleşmek enfes olmak engel olmak Buna engel olan biz miyiz? Engel olanların başında o gelir. Bana kimse engel olamaz. Konuşmana kim engel olmaya çalışıyor? Onu satmanıza kimse engel olmadı. Arabanız trafiğe engel oluyor. Dışarıya çıkmasına kim engel olacak? Bu, sınır ötesi operasyonuna engel olmaz. engel oluşturmak Bu, aramızda daima bir engel oluşturmuştur. engellemek Ne pahasına olursa olsun, su projesini engellemeye kararlıdırlar. Bu kulübe, deniz görünümünü engelliyor. engellenmek eniklemek ense yapmak enselemek enselenmek enterese etmek Beni enterese etmiyor.
There is no limit to generosity [cenirositi]. to be concerned [kinso:nd]. I'm concerned about the consequences. to worry [wari]. There's no need to worry. (I'm afraid it would be misunderstood.) to be anxious [e:nkjis]. to disturb [disto:b]. to worry about [wari]. Stop worrying about me. to be worried [warid]. We are frankly worried. to be concerned [kmso:nd], I'm deeply concerned. We are all concerned about the safety of the hostages [hosticiz]. to be apprehensive. The people are apprehensive of the outcome of the war. to have misgivings. to get industrialized [indastrklayzd]. to industrialize [indastridayz], to castrate [ke:streyt], to be castrated. to become feeble [fi:bil]. to be delightful [dilaytful]. to stand in the way. Is it us who stand in the way? He heads those who are standing in the way. No one can stand in my way. to prevent [privent]. Who is trying to prevent you from speaking? No one prevented you from selling it. to block. Your car is blocking the traffic. to stop. Who is going to stop her from going out? to hinder. It won't hinder any operation across the border. to constitute an obstacle [obsttkil]. It has always constituted an obstacle between us. to block. They are determined to block the water scheme at any cost. to interfere with [intifi:]. This cabin interferes with the sea view. to be hindered, to whelp. to lead a lazy life [li:d]. to collar [koh]. to be collared, to interest. It doesn't interest me.
enterne etmek
273
enterne etmek eprimek erdemli olmak erdirmek | birleşiklerve deyimler] akıl erdirmek akü erdirememek akıl sır erdirememek sona erdirmek Neden bir toplantı ansızın sona erdirilsin? ergen olmak ergimek erginlemek erginleşmek ergitmek erimek, bitkin hale gelmek anlamında: buzlar için: kumaş için: sıvı duruma gelmek anlamında: stoklar için: şeker vs. için: tereyağ için: | birleşikler ve deyimler | bağrının yağı erimek erim erim erimek içinin yağı erimek mum gibi erimek Çocuklar mum gibi eriyor. yüreğinin yağı erimek Yüreğimizin yağı eriyiverdi. zayıflayıp erimek erinmek
to to to to
intern [intó:n], wear thin [we:], be virtuous [vo:cyis]. cause to reach [ri:c].
to grasp. to be unable to understand [andistemd]. to find it incomprehensible [inkomprihensibil]. to bring to a close [klous]/to an end. Why should a meeting be suddenly brought to a close? to reach the age of puberty [pyu:biti]. to fuse [fyu:z]. to mature [mityu:]. to mature, to melt. to be exhausted [igzo:stid]. to thaw [tho:]. to wear out [we:]. to melt. to run out. to dissolve. to run.
to suffer greatly [safi]. to be worn out. to be anxious [e:nk§is]. to waste away [weyst]. The children are wasting away. to be terribly upset. We were deeply grieved [gri:vd]. to waste away [weyst iwey]. not to feel doing smth. Do not fail to go where you are invited, stay Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme. away from where you are not. to be attained [iteynd]. erişilmek A record hard to attain [reko:d]. Erişilmesi zor bir rekor. to be out of reach [ri:c]. erişilmemek to reach [ri:cj. erişmek, to arrive [irayv]. ulaşmak anlamında: to attain [iteyn]. bir yere varmak: amaca ulaşmak anlamında: Will they be able to attain their goal? Gayelerine erişebilecekler mi? to mature [mityur]. olgunluk duruma gelmek: |birleşikler ve deyimler) to attain one's object [objikt]. amacına erişmek to reach one's goal [goul]. gayesine erişmek to hit the mark, hedefe erişmek to fall short of. erişememek The results fell short of our expectations. Maalesef, özlediğimiz sonuca erişemedik. He hasn't been able to live up to his old reputation. Eski ününe hiç erişememiştir. to enable smb to achieve [ici:v]. eriştirmek to be melted. eritilmek
eritmek
274
eritmek, çok yormak anlamında: harcamak anlamında: tüketmek anlamında: sırı haline getirmek: şeker vs. için: *buzlan eritmek *buzdolabı için: erkekleşmek erken olmak Vakit daha erken.
to exhaust [igzo:st]. to squander [skwondi]. to deplete [diplit]. to melt down. to dissolve. to break the ice [ays]. to defrost [diyfrost]. to show sign of maturity [mityuriti]. to be early [o:li]. It is still early.
ermek, bitkiler için: to ripen [raypm], kavuşmak anlamında: to attain [iteyn]. ulaşmak anlamında: to reach [ri:c]. Sabreden derviş, muradına ermiş. Everything comes to him who waits. Erdiğine erer, ermediğine taş atar. He's a quarrelsome and uncouth person. | birleşikler ve deyimler j aklı ermek to grasp. Kendini savunmak için adam öldürmeye aklım erer. Killing for self-defence, I can understand. Akıl sır erecek gibi değil. This is utterly incomprehensible. ayaklan suya ermek to come to one's senses [sensiz]. başı göğe ermek to be overjoyed [ouvicoyd]. buluğa ermek to reach the age of puberty [pyu:biti]. hidayete ermek to become a Moslem [mozlim]. hitama ermek to be completed. keniale ermek to reach perfection [po:fiksm]. Kemale eren meyve yere düşer. (A mature fruit will fall to the ground.) muradına ermek to attain one's desire [dizayi]. Sabreden derviş, muradına ermiş. He who shows patience will be rewarded. nihayete ermek to come to an end. selamete ermek to reach safety [seyfti]. sona ermek to come to an end. Savaş başladığı gibi sona erdi. The war soon came to an end as it had started. to end. Şu siyasi çekişmeler bir sona erse! If only all this political bickering would end. Maç sona erdiğinde, kimse yerinden kalkmadı. When the match ended no one moved. to be over. Tören saat onbir'den önce sona erecektir. The ceremony will be over by 11 o'clock. Bu grev ne zaman sona erecektir? When will this strike be over [strayk]? to be up. Oyun sona erdi, zaten çok fazla sürmüştü. The game is up, it has lasted too long anyway. to run out. Sigorta poliçeniz sona erdi. Your insurance policy has ran out. Kontrat martta sona eriyor. The lease runs out in March [li:s]. evlilik söz konusu ise: to break up. 25 yıl sonra evlilikleri sona ermişti. Their marriage broke up after 25 years. süresi sona ermek to expire [ikspayi]. zevale ermek to disappear [disipi]. aklı ermemek to be unable to understand [andiste:nd]. Bu işe hiç aklım ermiyor. / can't for the life of me understand that. Buna aklım ermez. (That beats me.) Çalışmadan sınıfını nasıl geçtiğine aklım ermiyor. I just can't understand how he manages to pass without working. eli ermemek not to have time for.
ertelemek
275
ertelemek, /;//' müddet için askıda tutmak: Sizden haber alana kadar satışı erteleyeceğiz. dalıa sonra bir tarihe bırakmak: Sınavı yarına erteleyemez miyiz? maç, düğün gibi önemli olaylar için: Şu toplantıyı ertelersek iyi ederiz, geciktirmek anlamında: Kalkışı yine ertelememiz gerekebilir, duruşma vs. için son vermek: Toplantıyı ertelemeye gerek yok. ertelenmek Bu, ertelenmeyecek kadar önemli bir konu. esası olmamak esaslanmak esef etmek eseflenmek eselemek beselemek Eşeledi beseledi, bileti aldı. esenleme esenleşmek esermek esermek besermek esinlemek esinlenmek esir etmek, köleleştirmek anlamında: tutsak olarak: esir olmak esirgemek Allah esirgesin! Bizden hiçbir şey esirgemezdi. Memurlardan bir kaç lira esirgediler. Bunu onlardan esirgemeyiniz. Çocuklarından hiçbir şey esirgemezdi. Bu dava için hiçbir şey esirgemeyeceğiz. [birleşikler ve deyimler | selamını esirgemek gözünü daldan dudaktan esirgememek lâfını esirgememek Orada tabii ki lâfımı esirgemedim. sözünü esirgememek Sözünü esirgemeyen bir kişidir. esirgenmek Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez.
eski olmak *Okul artık eskisi gibi değil. Eski ise, at. eskileşmek
to defer [difo:]. We shall defer the sale until we hear from you. to put off. Can't we put off the examination till tomorrow? to postpone [poustpoun]. We had better postpone that meeting. to delay [diley]. We may have to delay the departure again. to adjourn [ico:n]. There's no need to adjourn the meeting. to be postponed [poustpound]. It's too important a matter to be postponed. to be without foundation [faunde:§in]. to become established [iste:bli§t]. to be sorry. to feel regret [rigretj. to try all kinds of tricks to get smth. (He wangled a ticket.) to greet [gri:t]. to greet each other. to take care of [ke:]. to produce smth with effort [efit]. to inspire [inspayr]. to be inspired [inspayid]. to enslave [insleyv]. to take prisoner [prizm]. to be captured [ke:pcid]. to protect from [pntekt]. (Godforbid!) to begrudge smb smth [bigrac]. He never begrudged anything from us. They begrudged the employees a few liras. Do not begrudge them this. to deny smb smth [dinay]. He never denied anything to his children. to spare [spe:]. We shall spare nothing for this cause. to refuse to greet smb [rifyu:z]. to disregard danger [disriga:d]. not to mince one's words [mins]. Of course, I didn't mince my words there. not to mince one's words [mins]. (He's the person who'll call a spade a spade.) to be begrudged [bigracd], a) Don't grudge a penny to get a pound. b) You must lose a fly to catch a trout. c) Do not grudge a small fish to get a big one. to be old. The school is not what it used to be. Throw it away, if it is old. to become old.
eskimek
276
eskimek, kullanarak yıpratmak: Giyile giyile paltonun kollun eskidi. yaşlanmak anlamında: eskitilmek eskitmek ,
Kunt gayret, çank eskitir. Bu işte bir iki ceket eskitirim. | birleşikler ve deyimler] dokuz yorgan eskitmek bir gömlek fazla eskitmiş olmak pabuç eskitmek eslemek esmek Rüzgâr bu sabah fazla esiyor. Rüzgâr esmeyince, yaprak oynamaz. |birleşikler ve deyimler] aklına esmek Aklına eseni yapıyor. başında kavak yelleri esmek püfür püfür esmek yerinde yeller esmek Yerinde yeller esiyor. esmerleşmek renk bakımından: ı güneş etkisiyle: esnemek, kumaş vs. için: levha için: uyku belirlisi olarak: Konserde esneyeceksen, gelme.
to wear out [we:]. The coat has worn out at the sleeves. to get old. to be worn out [wo:n]. to wear out [we:]. (Effort with no purpose is wasted effort.) I'll wear out a jacket or two on this job. to live to a great age [eye]. to have had more experience (than). to run here and there to get things done. to pay attention to [itensm]. to blow. The wind is blowing hard this morning. There must be a reason for everything. to come into one's head. She does whatever comes into her head. to be daydreaming. to blow gently [centli]. not to exist [igzist] any more. It no longer exists. to become brown [braun], to become sunburnt [sanbo:nt]. to stretch [strec]. to bend. to yawn [yo:n]. If you're going to yawn during the concert, don't come.
esnetmek, can sıkmak anlamında: esnemesine sebep olmak germesine sebep olmak: espri yapmak esrimek, vecde gelmek anlamında: sarhoş olmak anlamında: esritmek estek köstek etmek estirmek *terör estirmek eş etmek eş olmak eşeklenmek eşekleşmek eşeklik etmek eşelemek, hayvanlar için: kurcalamak anlamında: eşelenmek eşi olmamak
to bore [bo:], to make smb yawn [yo:n]. to make smth stretch, to crack a joke [couk]. to go into ecstasy [ekstisi]. to get intoxicated [intoksikeytid]. to intoxicate. to make all sort of excuses [ikskyu:siz]. to make smth blow. to strike terror [ten]. to match [mec]. to be a match. to make an ass of oneself. to behave like an ass [e:s]. to behave like a fool [biheyv]. to paw [po:]. to rake up [reyk]. to scratch and scrabble [skre:bil]. to be matchless/unique [yuni:k].
eşiğinde olmak
277
eşiğinde olmak Ülke, çöküşün eşiğindedir. Banka iflâsın eşiğindedir. eşilmek eşinmek eşit olmak, denk anlamında: kanun bakımından: Kanun önünde herkes eşittir. eşit olmamak eşitlemek eşitlenmek eşlemek, benzer iki şey için: ses ve görüntü için: eşlenmek eşleşmek, eş olmak: çiftleşmek: eşleştirilmek eşleştirmek Dans için hanımlar ve baylar eşleştiler.
eşlik etmek
to be on the verge of [vox]. The country is on the verge of collapse. to be on the brink of. The bank is on the brink of bankrupcy. to paw [po:]. to scratch and paw the ground [graund]. to be even fi:vin]. to be equal [i:kwil]. In the eyes of the law everyone is equal. to be unequal. to equalize [ikwilayz]. to be made equal. to match [me:c]. to synchronize [smkrinayz]. to be paired [pe:d].
to be partners [pa:tmz]. to mate [meyt]. to pair off [pe:]. to be paired off [pe:d]. The ladies and the gentlemen were paired off for the dance. to keep smb company [kampini]. Bu hafta sonu onlara kim eşlik edecek? Who will keep them company this week-end? to accompany [lkampini]. Parka kadar ona eşlik ederim. I'll accompany her as far as the park. Öğrencilere piyanoda kim eşlik edecek? Who will accompany the students at the piano?
toprağı kazmak anlamında: araştırmak anlamında: eşmek, eşsiz olmak eştirmek, toprağı kazdırmak anlamında: araştırma söz konusu ise: eteklemek, etek öpmek anlamında: dalkavukluk etmek: etelemek betelemek etiketlemek etiketlenmek etki yapmak Sözleriniz, üzerlerinde etki yapmadı.
to scratch the soil [soyl]. to investigate [investigeyt]. to be unmatched [anmerct]. to have smb dig up smth. to have a thing investigated.
to kiss smb's skirt [sko:t]. to flatter. to quarrel with [kwonl]. to label [leybil]. to be labelled. to have effect [ifekt]. Your remarks had no effect on them. to make an impression on [impresin]. Üstünde nasıl bir etki yaptı? What impression did it make on you? Kamuoyu üzerinde kötü bir etki yapacak. It'll produce a bad impression on public opinion. etkilemek to affect [ifekt]. Bu, günlük yaşamın her yününü etkiliyor. It affects every aspect of daily life. Bu kararlar, ülkedeki ekonomik durumu etkileyecektir. These decisions will affect the economic condition in the country. to influence [influwins]. Bütün bunlar, sağlığını etkilemiştir. All this has influenced his health.
etkilenmek
278
Durumu hiç etkilemedi. Bu sizi fazla etkilemesin.
to have an effect [ifekt]. It had no effect on the situation. (Don't let it get you down.) to be affected [lfektid]. Nobody could see the film and not be affected. to be impressive. That was quite impressive.
etkilenmek Bu filmi görüp de etkilenmeyecek kimse yok. etkileyici olmak Pek etkileyici oldu. etkili olmak, etki-bakımındım: to be effective [ifektiv]. Etkili olabilmesi için bir şeyler aktarmalı. To be effective it has to convey something. Haşerelere karşı özellikle etkilidir. It's especially effective against parasites. nüfuz bakımından: to be influential [influengil]. etkimek to act on [e:kt]. etkilenmek to be affected [lfektid]. He doesn't seem to be affected by the news. Haberden hiç de etkilenmiş görünmüyor. to be influenced [influwmst]. / don't think they've been influenced by that song. O şarkıdan etkilendiklerini sanmıyorum. to activate [ektiveyt]. etkinleştirmek to have influence [influwins]. etkisi olmak It has no influence on today's youth. Bugünkü gençliğin üzerinde etkisi yoktur. to have an impact. Böyle bir kararın, öğrencilerin üzerinde derin Such a decision will have a profound impact bir etkisi olacaktır. on the students. *yan etkisi olmak to have side effect [ifekt], etkisiz olmak to be ineffective. etkisizleştirmek to render ineffective. etle tırnak gibi olmak to be very close friends [klous]. etlenmek to grow fat. etmek, değer bakımından: to be worth [wo:th]. Kaç para eder? What's it worth? Etse etse, yüz dolar eder. At most it is worth a hundred dollars. Muzlar ne kadar eder? (How much do bananas cost?) Hepsi 50 dolar eder. (It all comes to fifty dollars.) ihtiyaç karşılamak anlamında: to do without. Bunlar konuşmadan edemezler. These people cannot do without talking. Biz içkisiz edemeyiz. We can't do without drinks. İnsan gıdasız nasıl edebilir? How can people live without food? to make. işlemler için: Dört, iki daha, altı eder. Four and two make six. Üç kere üç, dokuz eder. Three times three make nine. kötülükte bulunmak: Kişi ettiğini bulur. One reaps what one sows [souz]. Edene ederler. (Measure for measure [meji].) Kişinin kendine ettiğini kimse edemez. A man is often his worst enemy. [ birleşikler ve deyimler | Allah etmesin! Godforbid! kendine etmek to harm oneself. Ne ettiysen, kendine ettin, You have only harmed yourself in this. insanın, kendine ettiğini, kimse edemez. A man is sometimes his worst enemy. Kişi ne ederse kendine eder. (As you sow you shall reap [ri:p].J> to be worth. para etmek Beş para etmez. It's not worth a farthing. On para etmez. It's utterly worthless |wo:thlis]. Kaç para eder ki? (What's the use?)
ettirmek
279
bir şeyden etmek Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder. ettirmek etüt etmek, araştırmak anlamında: incelemek: ev işi yapmak ev sahipliği yapmak evcilleştirmek evde olmak Hanım evde mi? Hanım evde değil, 6'da gelir. evermek evhamlanmak evhamlı olmak evirmek evirtmek evlat edinmek evlendirilmek evlendirmek En büyük kızlarını evlendiriyorlar. evlenmek Her kadın ve erkek evlenmek hakkına sahiptir. *evlenmek barklanmak *üstüne evlenmek evli olmak eyerlemek eyerlenmek eylemek Etme, eyleme! Neylersiniz? Allah rahmet eylesin! Akılsız evladın varsa, malı neylersin?
to deprive smb of smth [diprayv]. A little learning is a dangerous thing. to make smb do smth.
to investigate [investigeyt]. to examine [igze:min]. to do the housework. to be host to [houst]. to domesticate [dimestikeyt]. to be at home, to be in. Is the lady in? The lady is out, she'll be back at 6. to give in marriage [me:ric]. to suspect the worst [sispekt], to be hypochondriac [haypoukondriak]. to alter [o:lti]. to invert [invo:t]. to adopt a child. to be married off [me:rid]. to marry off [me:ri]. They are marrying off their eldest daughter. to get married [me:rid]. (Women and men have the right to marry.) to get married and have a family. to marry again (while still married.) to be married [me:rid], to saddle [seidil]. to be saddled. to do/make. Don't! What is one to do about it? God's blessing on him! What's the use of amassing a fortune when you have foolish children? Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin. Trying to advise a fool is just as useless as salting insipid food. ezberlemek to learn by heart [ha:t]. iki satırı hâlâ ezberleyemediler. They haven't been able yet to learn a few lines by heart. to memorize [memirayz]. Ezberlemek, öğrenmek değildir. Memorizing doesn't mean learning. Önemli formülleri ezberlersen iyi edersin. You'd better memorize the important formulas. to be memorized [memirayzd]. ezberlenmek to let smb be crushed [kra§t], ezdirmek ezik olmak, to be crushed [krast]. genel anlamda: to be bruised [bru:zd], meyve için: ezilmek, to be oppressed [tprest]. baskı altında tutulmak: Atlar tepişir, eşekler ezilir. The weak are always oppressed. to be crushed [kra§t]. üstüne basılarak: Yılanın başı küçükken ezilir, (Destroy the viper while young [vaypi].) to be run over. vasıta tarafından: Ezilmemiş olmanız mucizedir. It's a miracle you haven't been run over.
eziyet etmek
280
|birleşikler ve deyimleri içi ezilmek to feel hungry [hangri], midesi ezilmek to feel hungry. yüreği ezilmek, açlık duymak anlamında: to feel hungry. Yüreğim eziliyor, bir şeyler yiyeyim. / feel suddenly hungry, I'll have something. duygulanmak anlamında: to be very moved [mu:vd]. eziyet etmek, azap çektirmek anlamında: to torment [to:mint], işkence etmek anlamında: to torture [to:91]. kötü muamele etmek anlamında: to ill-treat [tri:t], rahat vermemek anlamında: to harry [he:ri]. eziyetli olmak to be trying [traying]. Bu iş epey eziyetlidir. It's a very trying job. ezmek, baskı altında tutmak anlamında: to oppress [ipres]. Fakirleri ne zamana kadar ezebileceksiniz? How long will you be able to oppress the poor? inim inim inletmek anlamında: to grind [graynd]. işçileri ezen ekonomik tedbirler. Economic measures that grind the workers. yok etmek anlamında: to crush [krasj. Hükümet her türlü muhalefeti ezecek güçte. The government is strong enough to crush all opposition [gavmmint], püre vs. için: to mash [me:sj. bir şey arasına sıkıştırmak: to crush [krasj. yassı hale getirmek anlamında: to squash [skwosj. yara bere için: to bruise [bru:z]. sinek vs. için vurup ezmek: to swat [swot], vasıta ile çiğnemek: to run over. Maalesef, bir kediyi ezmek zorunda kaldık. Unfortunately, we had to run over a cat. Az kalsın, köpeği eziyordum, I almost ran over the dog. ayağı ile çiğnemek: to trample [trempil]. | birleşikler ve deyimler | başını ezmek to crash [krasj. Yılanın başı, küçükken ezilir. You must crush the viper while still young. to trample [trempil], çiğneyip ezmek to walk over hill and dale [deyl], orman dağ ezmek to make sherbet [50:bit]. şerbet ezmek
F faça etmek fakir olmak fakirleşmek fakirleştirmek Hükümetin bu tehlikeli planı ülkeyi fakirleştirecektir. falso yapmak fanfin etmek fark edilmek fark etmek Kırık olduğunu fark etmedim. Fark eder mi? fark etmemek Benim için fark etmez. Hiç fark etmez. Bizim için hiç fark etmez. Duvarla konuşsam, fark etmez. Biraz beklesem de fark etmez. Yeni olsun, eski olsun, fark etmez. fark olmak Aralarında dağlar kadar fark var. Aralarında ne fark var? Konuşmaktan konuşmaya fark var. farkında olmak Bir değişiklik olsa, farkında olurdum. İçinde bulunduğun
tehlikenin farkında değilsin.
Bunun bize neye mal olacağının pekâla farkındayım. farklı olmak Makale, bir araştırmadan farklıdır. Diğerlerinden ne bakımdan farklıdır? Diğerlerinden farklı olarak, ona güvenmiyoruz. Senin tutumun, benimkinden çok farklı. Bu konuda benim fikrim, seninkinden farklı. *bir gömlek farklı olmak farklılaşmak farksız olmak
to tack [te:k]. to be poor [pu:]. to get poor. to reduce to poverty [poviti]. This dangerous plan of the government will reduce the country to poverty [gavmmint]. to play a false note [fo:ls]. to talk in a foreign idiom [idyim], to be perceptible [ptseptibil]. to notice [noutis]. I didn't notice it was broken. to make a difference [difrins]. Does it make any difference? to make no difference. It won't make any difference for me. It makes no difference at all. to be the same [seym]. It's just all the same to us. (I might as well talk to the wall.) (I might just as wait a little.) not to matter [me:tt]. (It doesn't matter whether it's old or new.) there to be a difference [difrms]. There's a world of difference between them. What's the difference between them? It makes a difference how one speaks. to notice [noutis]. If there were any change I would notice it. to be aware of. You're not aware of the danger you're in. to realize [riyilayz]. / realize quite well what it will cost us. to differ (from). An article differs from a research paper. In what respect do they differ from the others? (Unlike the others, we don't trust him.) Your attitude differs widely from mine. My opinion differs from yours on this subject. to be a little superior [syu:piriyi]. to undergo a change [jeync]. to be the same [seym].
farz etmek
282
farz etmek, öyle kabul etmek anlamında: Onu doğru farz ediyorum, var saymak anlamında: Farz edelim ki, onu kaybettim. Bir an için farz edelim ki, kabul ettik, olmuş gibi kabul etmek: Birçok şeyi olmuş bitmiş gibi farz ediyor. farz olmak Bütün Müslümanlar için farzdır. farz olunmak fasılalı olmak fasit olmak faş etmek faturalamak faul yapmak fayda etmek fayda etmemek Fayda etmez. Fayda yok. Son pişmanlık fayda etmez. Ne yaptıysak fayda etmedi. faydalanmak, bir durumdan: Başkalarının aptallıklarından neden faydalanmayalım?
to assume [isyu:m], I assume it to be true. to suppose [sipouz]. Supposing I lost it. Suppose for a moment that we accept [iksept]. to take for granted. He takes too much for granted. to be/become obligatory [obligetiri]. It's obligatory for all Moslems [mozlimz]. to be assumed [isyu:md]. to be intermittent [intimitmt]. to become invalid. to disclose [disklouz], to invoice [invoys]. to foul (against) (faul]. to be of use [yu:s]. not to help, to be of no help. It won't help. It's of no help. (Regret is futile [fyurtayl].,) (Whatever we did achieved nothing.)
to profit. Why shouldn't we profit by the stupidity of others? to benefit. Ondan çok faydalandılar. They have derived great benefit from it. to take advantage of [idva:ntic]. Bu durumdan faydalanmalıyız. We must take advantage of the situation. to avail oneself of [iveyl]. Bu fırsattan neden faydalanmayalım? Why shouldn't we avail ourselves of this opportunity [opityu:niti]? to make use of [yu:s]. bir şeyden: Bundan daha sık faydalanmalısın. You should make more use of it. Arşivlerden faydalanmaya karar verdik. We have decided to make use of the archives. to be useful [yu:sful]. faydalı olmak Joging sağlığa faydalıdır. Jogging is beneficial to health. Bu konuda düşüncelerini bilmek faydalı olur. It would be well to know what he thinks about it. to do some good. faydası olmak Bunun faydası olur mu? Will it do any good? Bunun kimseye faydası olmaz. It won't do anyone any good. to be of no use. Korkunun ecele faydası yoktur. It's no use to fear the inevitable. İtiraf etse de ne faydası olur? Even if he confessed, what use will it be? Ağzıyla kuş tutsa, faydası yok. Even if he were to achieve the impossible, it would be of no use [yu:s]. to help. Biraz faydası oldu. It has helped a bit. Bunun faydası olacağını sanmıyorum. I don't think it will be of any help. Bir aspirin aldım, fakat faydası olmadı. I've taken an aspirin but it hasn't helped. to be of no avail [iveyl]. faydasız olmak Pişmanlık duymak daima faydasızdır. Regrets are always of no avail. to stoke [stouk]. fayrap etmek to be virtuous [vo:tyus]. faziletli olmak
fazla gelmek
283
fazla gelmek, çekilmeyecek durum almak: gereksiz olmak: fazla olmak, aşın olmak anlamında: lüzumsuz anlamında: gücünü aşmak anlamında: Bu adam artık fazla oldu. Bu kadar da artık fazla. fazla mesai yapmak fazlalaşmak feda etmek İnsan sırasına göre kendini feda etmesini bilmeli. feda olmak Feda olsun! fedakârlık yapmak felç olmak felçli olmak felfellemek, bitkin düşmek anlamında: hızını yitirmek anlamında: felsefe yapmak fena etmek, birini...: davranış bakımından: Bunu yapmakla fena mı ettik? hasta etmek anlamında: Bu koku beni fena ediyor. fena olmak, bozulmak anlamında: fenalaşmak anlamında: iyi nitelikte olmayan için: Bir fincan çay fena olmaz. *sonu fena olmak fena yapmak fenalaşmak, kötü bir duruma gelmek: bayılacak gibi olmak: hastalık bakımından: fenalaştırmak fenalık etmek, kötülükte bulunmak: zarar vermek anlamında: fenasına gitmek Bu iş fenama gitti. feragat etmek, devretmek anlamında: tahttan...: vazgeçmek anlamında: ferağ etmek ferahlamak, sıkıntı söz konusu ise: yer söz konusu ise: *yüreği ferahlamak
to become intolerable. to be redundant [ridandmtj. to be excessive [iksesiv]. to be superfluous [syu:po:fluyis]. to go too far. This man has gone too far. (This is altogether too much.) to work overtime [ouvitaymj. to increase [inkrks]. to sacrifice [se:krifays]. One should know when one ought to sacrifice oneself. to be sacrificed [se:krifayst]. It's worth the sacrifice [se:krifays], to make sacrifices. to become paralysed [pe:rilayzd]. to be paralysed. to fall from exhaustion [igzo:scin]. to wobble [wobil]. to philosophize [filosifayz]. to teach smb a lesson, to act wrongly. Did we do wrong by doing this? to make smb feel sick. This smell makes me feel sick. to feel upset [apset]. to feel like fainting [feynting]. to be bad. (/ could do with a cup of tea.) to come to a bad end. to teach smb a lesson. to to to to
deteriorate [ditirireyt]. feel suddenly faint [feynt]. get worse [wo:s]. aggravate [e:gnveyt].
to do a bad turn to. to harm. to irritate [iriteyt]. This business has irritated me. to cede [si:d], to abdicate [eibdikeyt]. to renounce [rinauns]. to cede [si:d]. to feel relieved [relkvd]. to become spacious [spey§is]. to feel relieved.
ferahlandırmak
284
ferahlandırmak, sıkıntı bakımından: yer bakımından: ferahlamak ferahlatmak ferma etmek feryat etmek, çığlık atmak anlamında: haykırmak anlamında: ölümüne ağlamak: Ölüleri için kadınlar feryat ediyorlardı. fesatçılık yapmak feshedilmek feshetmek anlaşma için: meclis vs. için: fethetmek feveran etmek fevri olmak fıçılamak fıkırdamak, fıkır fıkır kaynamak anlamında: cilvelenmek anlamında: fıkırdaşmak fıkırdatmak, ' kaynatmak anlamında: cilve bakımından: fıkramak fırçalamak, saç vs. için: av söz konusu ise: *dişlerini fırçalamak *üstünii fırçalamak fırçalanmak fırçalatmak, eşya söz konusu ise: kişi söz konusu ise: fırıldamak fırıldatmak fırınlamak, fırında pişirmek anlamında: fırında kurutmak anlamında: fırınlanmak fırınlatmak fırlamak, atılmak anlamında: hızla bir yerden çıkmak: ısı için: çıkıntı yapmak anlamında: fiyat için: | birleşikler ve deyimler | Ok yaydan fırlamış. ayağa fırlamak dışarı fırlamak
to relieve [reli:v]. to make (a place) spacious [spey§is], to become relieved, to put smb at ease [i:z]. to set. to scream [skri:m], to cry out [kray]. to wail [weyl]. The women were wailing for their dead. to make mischief [miscif]. to be abolished [fbolist]. to abolish [lbolisj. to annul final]. to dissolve. to conquer [konki]. to boil over fboyl]. to be impulsive [impalsiv]. to barrel. to bubble [babil]. to coquet [kouket]. to laugh and talk in a lively way. to make smth bubble over [babil]. to make people act coquettishfy. to ferment [fd:ment]. to brush [brasj. to go through a wood [wu:d]. to brush one's teeth. to brush down. to be brushed [bra§t]. to have smth brushed [bra§t]. to have smb brush smth [brasj. to spin around, to let smth spin around. to bake [beyk]. to kiln-dry [dray], to be kiln-dried [drayd]. to have smth kiln-dried. to dash [de:s]. to rush out [rasj. to soar [so:], to stick out. to soar [so:]. What is done is done. to jump to one's feet [camp], to bounce out [bauns].
fırlatmak
285
dışarıya fırlamak Adamlar panik içinde dışarıya fırladı. elinden fırlamak Elimden fırlayıverdi. gözleri dışarı fırlamak ok gibi fırlamak yay gibi fırlamak Haberi duyunca, yerinden yay gibi fırladı. fırlatmak, hızla atmak anlamında: Tabağı kocasının kafasına fırlattı. Oyuncağı alıp pencereden fırlattı. füze için: havaya fırlatmak anlamında: Topu havaya fırlatmaktan ibarettir. fısıldamak Eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. fısıldaşmak Bu ikisi aralarında neler fısıldaşıyor? fıslamak fışırdamak fışırdatmak fışkırmak, petrol v s . için: su vs için: Borudan hâlâ su fışkırıyor. bitki için: *sağlık fışkırmak fışkırtmak fışlamak fıtık olmak fıttırmak fidelemek figan etmek figüranlık yapmak fikir teati etmek fikri olmak fikrinde olmak
to rush out [rasj. The men rushed out in panic. to fly out of one's hand [flay aut]. suddenly flew out of my hand. (one's eyes) to bulge [bale], to dart [da:t]. to spring out. He sprang out of his seat at the news. to hurl [ho:l]. She hurled the plate at her husband's head. to fling. He got hold of the toy and flung it out of the window. to launch [lo:ncJ. to toss upward [apwid]. It consists of tossing the ball upward. to whisper. He leaned and whispered something into her ear. to whisper to each other. What are these two whispering to each other? to tell smb in secret. to fizz [fiz]. to make smth fizz. to gush out [gasj. to spurt out [sport]. Water is still spurting out of the pipe. to spring up. to burst with health [he :1th]. to make smth gush [gasj. to go sour [sau]. to get a hernia [ho:nyi], to go mad. to plant with seedlings. to lament. to work as an extra. to exchange views [iksceync]. to have an idea [aydiyi]. to be of the opinion [rpinyin].
| birleşikler ve deyimler | to agree with [lgri:]. aynı fikirde olmak Sizinle aynı fikirde olduğumu söyleyemem. / can't say I agree with you. Tamamen aynı fikirdeyim. (I couldn't agree more.) to disagree [disigri:]. aynı fikirde olmamak Müsaadenizle ben bu fikirde değilim. That's your opinion, I beg to disagree. to be broad-minded [bro:d mayndid]. geniş fikirli olmak to differ. hem fikir olmamak Birçok konuda hemfikir değiliz. We differ on many subjects [sabjikt], to prune the shoots [pru:n]. filizlemek filizlenmek, bitki için: to put out shoots [suits]. to begin to develop. gelişmeye başlamak: to become philosophical [filosifikal]. filozoflaşmak
finanse etmek
286
finanse etmek Gizli örgütleri finanse ediyorlar. fingirdemek fingirdeşmek firar etmek, tutuklu ve esir için: Tutukluların çoğu firar edebilmiş. askerlik söz konusu ise: firavunlaşmak firketelemek fiske fiske olmak fiskelemek, fiske vurmak anlamında: sitem etmek anlamında: fiskos etmek fişlemek fişlenmek fitillemek, patlayıcı maddeler için: kışkırtmak anlamında: fitillenmek fitlemek fitnelemek fiyaka yapmak fiyatlanmak flört etmek fokurdamak fonda etmek fora etmek formda olmak
to finance [finerns]. They finance secret organizations. to behave coquettishly [kouketişli]. to flirt [flört]. to escape [iskeyp]. Most of the prisoners were able to escape. to desert [dizört]. to behave despotically [despotikili]. to pin up (one's hair). to be covered with pimples [pimpilz]. to give smb a flick. to reproach [riprouç], to whisper secretively [sikrirtivli]. to index on cards [kardz], to be indexed on a card [indekst].
to light the fuse [fyurz]. to incite [insayt]. to be equipped with a wick [ikwipt]. to set people against one another. to criticize smb behind their back. to show off. to get expensive. to flirt [flörrt]. to boil up [boyl]. to drop anchor [ernki], to unfurl [anförl]. to be on form. Takım iyi formda görünüyor. The team seems to be on good form. Her iki takım formlarının zirvesinde. Both teams are on top of their form. formsuz olmak be out of form. Kaleci formsuz görünüyor. The goalkeeper seems to be off form. formunda olmak to be in good form. Bugün formumdayım. I'm in good form today. to formulate [formyuleyt]. formüle etmek to have a pull in. forsu olmak Dayısının bakanlıkta büyük forsu var. His uncle has a great pull in the ministry. forum yapmak to hold a forum (on). fosilleşmek to become fossilized [fosilayzd]. fosurdatmak to puff [paf]. fren yapmak to put on the brake [breyk]. frenlemek, taşıt için: to brake [breyk]. tutum için: to curb [körb]. Bu çocukları biraz frenlemek gerek. We should curb these children down a bit. to restrain. Öfkesini biraz frenlemesi gerek. He should restrain his temper a bit. frenlenmek to be held in check [çek]. frenkleşmek to acquire European ways [lkwayi]. frezelemek to mill. fuzuli olmak to be superfluous [syurpörfluyıs]. fütur etmemek not to mind [maynd]. fütursuz olmak to be indifferent.
gaddar olmak gaddarlık etmek gaf yapmak gagalamak, gaga ile vurmak anlamında: azarlamak anlamında: gagalanmak gagalaşmak gaklamak galebe etmek galeyan etmek, kaynamak anlamında: hiddetlenmek: galeyana gelmek galip gelmek *hükmen galip gelmek galip olmak galvanize etmek galvaniz yapmak galvanizlemek gamlanmak gammazlamak gangren olmak garanti etmek Her şeyin hazır olacağını size garanti ederim. Dürüstlüğünü size garanti edebilirim. garantilemek garaz olmak garazı olmak gargara yapmak garip olmak, tuhaf anlamında: kimsesiz anlamında: garipsemek, tuhaf bulmak anlamında: yer bakımından: gark etmek, batırmak, boğmak anlamında: bol bol vermek anlamında: gark olmak, batmak anlamında: bol miktarda olmak:
to be cruel [kru:el]. to act cruelly [kru:eli]. to blunder [blandi], to peck. to scold [skould]. to be pecked [pekt]. to peck one another, to croak [krouk]. to overcome [ouvikam], to boil [boyl], to fly into a passion [pe:§in]. to get worked up. to win. to win by default [difoilt]. to be the winner [wini]. to galvanize [ge:lve:nayz]. to galvanize. to galvanize. to worry about [wo:ri]. to inform against [tgeynst], to become gangrenous [ge:ngri:ms]. to assure [isu:]. / can assure you that everything will be ready. to warrant [wo:nnt]. / can warrant you his honesty [onisti]. to guarantee [ge:nnti]. to hold a grudge [grac]. to bear spite [spayt]. to gargle [ga:gil]. to be odd. to be destitute [destityuit]. to find strange [streync]. to feel out of place [pleys]. to drown [draun]. to overwhelm with favours [feyviz], to be drowned [daund]. to be submerged with [sabmoicd].
garplılaşmak
288
garplılaşmak gasletmek gaspetmek taht vs. için: gâvur etmek gâvur olmak gayesi olmak gayret etmek, büyük bir çaba için: sürekli bir çaba söz konusu ise: yapmaya çalışmak: Elimizden geldiği kadar gayret ederiz. Ha gayret! Ne olur, gayret ediniz. Erken bitirmeye gayret ediniz. Düzeltmeye gayret ediyorum. gayretlenmek gayretli olmak Bu konuda her şeyi öğrenmeye gayretli. gayretsiz olmak gazi olmak gazlamak gazellemek gebe olmak Geceler gebedir. gebermek gebertmek gebrelemek gebrelenmek gecelemek gecikmek Karar almakta biraz geciktiniz. Randevunuza geciktiniz. Otobüs yine gecikti. Yine ödemelerinde gecikti. Geciken adalet, büyük adaletsizliktir. Bu şartlar altında amaca ulaşmamız gecikir. Durumdan faydalanmaya hiç gecikmedi. Trafik nedeniyle geciktim. geciktirmek Sizi bu kadar geciktiren ne oldu? Bu ileride üretimi geciktirecektir. Bu sabah sizi ne geciktirdi? Açılışı birkaç dakika geciktiremez miyiz? geç olmak Geç oluyor. Daha geç sayılmaz. Sanıldığından daha geç.
to become westernized [westunayzd]. to wash the dead (canonically). to seize by force [fo:s]. to usurp [yu:zo:p]. to squander [skwondi]. to become a Christian [kriscin]. to pursue a purpose [pisyu:], [po:pis]. to strive [strayv]. to endeavour [indevi], to do one's best. We'll do our best. You can do it! to make an effort. Do make an effort [efit]. to try [tray]. Try to finish early. I'm trying to fix it. to be filled with zeal [zi:l]. to be eager to [i:gi]. He is eager to learn everything about it. not to be eager. to be a war veteran [wo: vetrrin]. to step on the gas. to wither and fall [fo:l], to be pregnant [pregmnt]. Things may get better tomorrow. (for animals) to die [day]. to kill. to groom (a horse), to be groomed [gru:md]. to spend the night [nayt]. to be late [leyt]. We were a little late in taking a decision. You are late for the appointment. to be behind [bihaynd]. The bus is again behind time. He is again behind in his payments. to delay [diley]. Delayed justice is a great injustice. Under these conditions our cause will be delayed. (He wasn't slow in taking advantage of the situation.) (I was help up by the traffic.) to hold up. What held you up so long? This will hold up production in future. to delay [diley]. What delayed you this morning? Can't we delay the opening for a few minutes? to be late [leyt]. It's getting late. It's not too late yet. It's later than people think.
geçerli olmak
289
Özür dilemek için çok geç. It's too late to apologize [lpohcayz]. Çok geç olmadan bir şeyler yapmalısın. You should do something before it's too late. Güç olacağına, geç olsun. Better late than never. Artık çok geç, ok yaydan çıktı. The die is cast, it's too late now [day]. Horozu çok olan köyün sabahı geç olur. Too many cooks spoil the broth [spoyl]. to hold true. geçerli olmak Bu, senin için de geçerlidir. That holds true for you too. to stand good. Her şeye rağmen teklifimiz geçerlidir. In spite of everything, our offer still stands good. Bu biletler bir ay geçerlidir. These tickets are valid for one month. to be invalid [invedid], geçersiz olmak to be temporary [tempinri]. geçici olmak geçilmek, to be passed [past]. geçmek anlamında: to be given up. terk etmek anlamında: to be prevented [priventid]. *önüne geçilmek Kazaların önüne nasıl geçilecek? How will accidents be prevented? to be too many or too much. geçilmemek (bir şeyden) Sokaklarda işportacılardan geçilmiyor. The streets are so full of peddlers. | birleşikler ve deyimler] to swagger intolerably [intohnbli], çalımdan geçilmemek to burst with pride [prayd]. gururdan geçilmemek to be insufferable [insafinbil]. kurumdan geçilmemek Bu adamın kurumundan geçilmiyor. This man's conceit is intolerable. to be inevitable [inevitibil]. önüne geçilmemek Kaderin önüne geçilmez. Every bullet has its billet. Kazanın önüne geçilmez. Accidents will happen [e:ksidmts]. to be difficult to get on with, geçimsiz olmak to support [sipo:t]. geçindirmek Geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi var. He has a family to support. to fend for oneself. *kendini geçindirmek geçinmek, to get on. anlaşmak anlamında: Bu insanlarla geçinemiyorum. / can't get on with these people. Komşularla dostça geçinmek zorundayız, We have to live amicably with the neighbours. to live on [liv]. ihtiyacını sağlamak anlamında: Çocuklarının kazancıyla geçiniyorlar. They live on what their children earn. Bu gelirle, bu insanlar nasıl geçiniyorlar? How can they live on such an income [inkam]? to get along. İnsan yalnız ekmekle nasıl geçinebilir? How can one get along on bread alone? Orada nasıl geçineceksiniz? How will you be able to get along there? to subsist [sibsist]. Hancı tavuğu gibi, yolcu artığıyla geçiniyor. Not unlike the inkeeper's hen, he subsists on left-overs of travellers. Yoksul halk, çöp kutularından topladıkları The wretched people subsist on what they ile geçiniyorlar. collect from waste-bins [kilekt]. | birleşikler ve deyimler | akıllı geçinmek to pass for a wise man [wayz]. almteriyle geçinmek to live by the sweat of one's brow [swet]. çok zor geçinmek to live from hand to mouth. diye geçinmek to pass for. Sen de güçlüyüm diye geçiniyorsun. So you pass for a strong man. to get along very well, gül gibi geçinmek to get on well with. hoş geçinmek
geçirilmek
290
idare ile geçinmek iyi geçinmek Yeni arkadaşlarınla iyi geçiniyor musun? O herkesle iyi geçinir. iyi kötü geçinmek kıt kanaat geçinmek sata sava geçinmek sırtından geçinmek (birinin) zar zor geçinmek geçirilmek I birleşikler ve deyimler | alarma geçirilmek Polis alarma geçirildi. elden geçirilmek Proje yeniden elden geçiriliyor. geçirmek, atlatmak anlamında: O hastalığı ben geçirdim, bulaştırmak anlamında: Bu hastalığı herkese geçirdi. genel anlamda: kaydetmek anlamında: Bunları deftere geçirmeniz gerekirdi. giymek, giydirmek anlamında: süre bakımından: Bu erzakla haftayı geçiririz. takmak anlamında: Onu bir çerçeveye geçirmen gerekmez mi? uğurlamak anlamında: Bir arkadaşını geçirmeye gitti, bir şey yapmakla...: Tatilimizi otobüs beklemekle geçirdik. Bir günü eften püften şeylerle geçirdik, bir yerde...: Pazarı nerede geçireceksiniz? Marmaris'te bir hafta geçirmek nesine? yerleştirmek anlamında: zaman bakımından: Kışın zamanı nasıl geçiriyorlar? Hafta sonunu arkadaşlarla geçirdik. Çok iyi bir vakit geçirdik. \ birleşikler ve deyimler | aklından geçirmek Sizin yerinizde olsam, aklımdan geçirmem. ayağına geçirmek başına geçirmek Burasını başınıza geçirir. baygınlık geçirmek birbirine geçirmek birini geçirmek buhran geçirmek kişi için: ekonomi için:
to live economically [i:kmomikili]. to get along well with. Do you get along well with your new friends? He gets along well with everybody. to scrape along [skreyp], to eke out a living [i:k]. to sell one's belongings to survive [sivayv]. to live at smb's expense [ikspens]. to live from hand to mouth. to be passed [pa:st]. to be put on the alert [ilo:t]. The police has been put on the alert. to be reviewed [rivyu:d]. The project is being reviewed again. to get over. I've got over that illness. to pass on. He has passed on the disease to everyone. to pass through [thru:], to enter [enti]. You should have entered these in the book. to slip on. to see through [thru:]. These provisions should see us through the week. to mount [maunt]. Shouldn't you have it mounted? to see smb off. He went to see a friend off. to spend. We spent our holiday waiting for buses. We've spent the whole day with trifles. to spend. Where will you be spending Sunday? Who's he to spend a week in Marmaris? to insert [inso:t]. to pass the time [taym]. How do they spend the time during winter? We passed the week-end with some friends. (We had a very nice time.) to think of. /// were you I wouldn't think of it. to put on. to hit smb over the head with. (He'll pull the roof down on you.) to feel faint [feynt]. to interlace [intileys], to see smb off. to have a fit of nerves [novz]. to go through a crisis [kraysis].
geçirmek (bunalım)
291
bunalım geçirmek cam geçirmek çember geçirmek deftere geçirmek diş geçirmek Artık kimseye diş geçiremiyor. dosyaya geçirmek elden geçirmek Burada her şey iki defa elden geçirilir. Mart faturalarını elden geçireceğim. Şu an, planı yeniden elden geçiriyorlar. ele geçirmek savaşla zaptetmek anlamında: Ordumuz bu sabah bölgeyi ele geçirdi. Birliklerimiz bu sabah şehri ele geçirdi. sahip olma anlamında: Planı ele geçirmeye çalışıyor. Yılmaz bu belgeleri nasıl eline geçirmiş? yakalamak anlamında: Bu hırsızı bir elime geçirirsem. elekten geçirmek, elemek anlamında: dikkatle incelemek anlamında: enfarktüs geçirmek evi başına geçirmek Ben evi onların başlarına geçiririm. fenalık geçirmek geceyi (bir yerde) geçirmek göğüs geçirmek gönlünden geçirmek görüp geçirmek Görmüş geçirmiş bir adamdır. gözden geçirmek Tüm raporları beraber gözden geçirelim.
to have a break down [breyk daun]. to glaze [gleyz] (a window). to hoop [hu:p]. to enter [enti]. to influence [influwms]. He's unable to influence anyone any more. to file [fayl]. to check [çek]. Everything here is checked twice. to go through [thru:]. I'll go through the March bills. to revise [rivayz]. They are revising the plan at the moment. to occupy [okyupay]. Our troops have occupied that region this morning. to capture Ike.pçi]. Our units have captured the town this morning. to get possession of [pize§in]. He is trying to get possession of the plan. to get hold of. How did Yilmaz get hold of these documents? to lay hands on. Ifl ever lay my hands on that thief [thi:f]. to sift.
to examine very closely [klousli], to have a heart attack [ite:k]. to pull the roof down on. I'll bring the house down about their ears. to feel faint [feynt]. to stay over the night. to sigh [sa:y]. to think of doing smth. to experience [ikspi:ryms]. He is an experienced person. to look through [thru:]. Let's look through all the reports together. Diğer teklifleri de gözden geçireceğiz. to review [rivyu:]. Şirket eski uygulamaları gözden geçiriyor. We shall review the other offers, too. The company is reviewing its old practices. Bunu daha önceden gözden geçirmedik mi? to go over. Şu noktaları bir daha gözden geçirelim. Haven't we gone over this before? Let's go once again over these points. liste söz konusu ise: Son olarak şu listeyi gözden geçireyim. to run/look down. I'll run down the list for a last check. gümrükten geçirmek to clear through the customs [kastimz]. günü geçirmek Günü dolaşarak geçirdik. to spend the day. We spent the day walking about. haddeden geçirmek to roll. harekete geçirmek Bu, zaptedilemez güçleri harekete geçirir. to set/put in motion [mou§m]. It'll put uncontrollable forces into motion. Lehinde olan faktörleri harekete geçirecektir. to bring into play. It'll bring factors on his side into play.
geçirmek (hastalık)
292
hastalık geçirmek, atlatmak anlamında: Çocuklar o hastalığı geçirdiler, bulaştırmak anlamında: Bu hastalığı bize geçirdiler. hayalinden geçirmek hesaba geçirmek Bunları lütfen hesabıma geçirin. heyheyler geçirmek hoş vakit geçirmek Hoş vakit geçirmenizi dilerim. Hoş vakit geçiriyor musunuz? hükmünü geçirmek iç geçirmek içinden geçirmek iğneye iplik geçirmek imbikten geçirmek iyi vakit geçirmek Burada çok iyi vakit geçirdik. İyi vakit geçirdiniz mi? kahkahadan krnp geçirmek kalburdan geçirmek kalıba geçirmek, ayakkabı için: şapka vs için: kap geçirmek kapıya kadar geçirmek Sizi kapıya kadar geçireyim. kayda geçirmek kaza geçirmek Eşiniz ağır bir kaza geçirdi. kılıçtan geçirmek kırıp geçirmek, sert davranmak anlamında: yakıp yıkmak anlamında: hastalık için: kötü bir dönem geçirmek kötü bir gün geçirmek kriz geçirmek, kişi için: Yangın haberi karşısında annem krizler geçirdi.
to get over. The children have got over that illness. to pass on. They have passed that illness on to us. to dream of [dri:m]. to enter in an account. Please charge these to my account [fkaunt]. to have a fit of nerves [no:vz]. to have a good time. Have a nice time. Are you enjoying your stay? to assert one's authority [iso:t]. to heave a sigh [say]. to review in one's mind. to thread a needle [ni:dil]. to distill. to have a good time. We had a wonderful time here. Did you have a nice time? to bring the house down, to sift. to put on a last, to block. to put a cover on. to see smb out. /'// see you to the door. to register [recisti]. to have an accident [e:ksidmt]. Your husband has had a serious accident. to put to the sword [so:d]. to tyrannize [tinnayz], to destroy [distroy]. to rage [reyc]. to have a bad period/season [si:zm], to have a bad day.
to have a fit of hysterics [histeriks]. At the news of the fire, my mother had a fit of hysterics. ekonomi için: to go through a crisis [kraysis]. Ekonomimiz çok ciddi bir kriz geçiriyor. Our economy is going through a severe crisis. ömür geçirmek to spend one's life. piyasayı ele geçirmek to corner the market. Piyasayı ele geçirene kadar satın almaya They'll keep buying until they have cornered devam edeceklerdir. the market. revizyondan geçirmek to overhaul [ouvihod]. sakatlık geçirmek to develop an infirmity [info:miti]. sarsıntı geçirmek to undergo a shock [sok]. Piyasa bir sarsıntı evresi geçiriyor. The market is undergoing a period of shock. sıkıntılı günler geçirmek to have a hard time. Çok sıkıntılı günler geçiriyoruz. We are having a very hard time.
geçirmemek
293
sınavdan geçirmek sırtına geçirmek sinir krizi geçirmek Haberi duyunca az daha sinir krizi geçiriyordu. söz geçilmek sudan geçirmek şanssız bir dönem geçirmek Son günlerde şanssız bir dönem geçiriyor. şişe geçirmek şok geçirmek tırpandan geçirmek tornadan geçirmek uhdesine geçirmek üstüne geçirmek birinin üstüne...: üzerine geçirmek üzerinden sünger geçirmek vakit geçirmek Bu kasabada insanlar vaktini nasıl geçirir? vakti boş şeylerle geçirmek vakti boşuna geçirmek Arkadaşlarıyla vaktini boşa geçiriyor.
to test (smb). to put on. to have a fit of nerves [nd:vz]. On hearing the news, she almost had a fit. to make oneself obeyed [oubeyd], to wash lightly [wosj. to be down on one's luck [lak]. He has been down on his luck lately. to fix on a skewer [skyuwi]. to get shocked [§okt]. to eliminate [ilimineyt]. to turn on a lathe [leyth], to charge smb with the duty of [dyu:ti]. to have smth registered under one's name. to transfer to [tremsfo:]. to have smth registered under one's name. to pass the sponge over [spanc], to pass the time. How does one pass the time in this town? to trifle away one's time [trayfil]. to fool around [fu:l]. (He fools around with his friends.) to waste time. Burada vaktinizi daha fazla boşuna geçirmeyin. Don't waste your time here any longer. yasayı meclisten geçirmek to get a bill through [thru:]. Yasa tasarısını Meclis'ten geçirmek çok zor It shouldn't be too hard to get the bill through olmasa gerek. the National Assembly [ney§iml lsembli]. to mortify [mo:tifay]. yerin dibine geçirmek to see off. yolcu geçirmek zafiyet geçirmek to suffer from general debility, zihinden geçirmek to ponder [pondi]. zimmetine geçirmek to embezzle [imbezil]. geçirmemek, diş geçirememek to be unable to influence [influwins]. hava geçirmemek to be airtight [e:tayt]. hükmünü geçirememek to be unable to assert one's authority [iso:t]. ses geçirmemek to be soundproof [saundpru:f]. söz geçirememek to be unable to make people listen to one. Sen bunlara söz geçiremezsin. They won't listen to you. su geçirmemek to be waterproof [wo:tipruf]. geçirtmek to let smth pass. geçiştirilmek to be passed over in silence [sayhns]. geçiştirmek, to escape smth with little harm, az zararla atlatmak: to get rid of smth. başından savmak anlamında: to get over an illness, hastalık için: to pass over a matter, üstünde durmamak anlamında: to laugh smth off [la:f]. *gülüp geçiştirmek Bunu, insan yalnız gülüp geçiştirir. One can only laugh it off. geçmek, to pass [pa:s] off. ağrı bakımından: Baş ağrılarım oluyor, ancak bunlar genellikle geçiyor. / do get headaches but they usually pass off. Ağrı yavaş yavaş geçiyor. Pain is slowly passing off [peyn].
geçmek
294
Ağrılar bir an geçer gibi oldu. yara için: Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez.
to wear off [we:rof]. It seemed for a moment as though the pain would wear off. to heal [hi:l]. A knife wound heals, wound caused by the tongue won't.
hastalık için: Geçmiş olsun!
I wish you a speedy recovery [rikaviri].
üzücü olay için: My sincere sympathy [simpithi]. to exceed [ikskd]. It can't possibly exceed five kilos. You can't exceed fifty on this road. The number of those who do not want to come doesn't exceed ten. nitelik bakımından aşmak: to surpass [sopa:s], Kabiliyetli çırak ustayı geçer, A capable apprentice will suipass his master. atlatmak anlamında (anlatımda): to skip over. Bu kısmı neden okumadan geçtiniz? Why did you skip over this part? Bu olayı size anlatmadan geçemeyeceğim, (I feel I must relate you this incident.) to transfer [tre:nsfo:]. aktarılmak anlamında: to pass on. miras yolu ite...: Bütün serveti kızlarına geçecektir. All his wealth will pass on to his daughters. to be valid [ve:lid]. belge için: to be transmitted, 'bulaşmak anlamında: to take place [pleys]. cereyan etmek anlamında: Almanya seyahatin nasıl geçti? How was your trip to Germany [co.mmi]? çürümeye yüz tutmak anlamında: to be overripe [ouvrrayp]. Bu karpuzun içi geçmiş, This watermelon is overripe. to affect [lfekt]. etki yapmak anlamında: Bu numaralar bana geçmez. (It's no use spinning that yarn to me.) to blow over. fırtına için: to outdistance [autdistms]. geride bırakmak anlamında: Sonradan çıkan boynuz, kulağı geçer. An able apprentice will soon outdistance his master. to outstrip. Yakında tüm rakiplerini geçecektir. He'll outstrip all his competitors soon. geçerli olmak anlamında: to be valid [ve:lid]. Bunlar burada para olarak geçmez, These don't pass for money here. kaydolmak anlamında: to be entered, konu bakımından: to pass. Artık başka konulara geçme zamanı geldi. It's time we passed to other subjects. Şimdi başkanın seçimine geçiyoruz. We shall now proceed to the election of the president. kulak asmamak anlamında: Geçelim! Let's not talk about it! Geç! Ignore that [igno:]. sınavda başarı göstermek: to pass. sirayet etmek anlamında: to spread [spred]. soy söz konusu ise: to inherit. Bu yetenek bana annemden geçti. / got this ability through my mother. sona ermek anlamında: to be over. Geçti artık. Well, it's over now. Geçmiş olsun! sayı/miktar bakımından aşmak: Bunun beş kiloyu geçmesi imkansız. Bu yolda saatte elliyi geçemezsiniz. Gelmek istemeyenlerin sayısı onu geçmez.
geçmek
295
to pass. Bu da geçer. This will pass too. Bu moda diğerleri gibi geçer. This fashion will pass like the others. Tehlike hâlâ geçmedi. The danger hasn't passed off yet. Gün geçer, kin geçmez. A grudge never passes away [grac]. sözü edilmek: to be mentioned [men§ind]. taraf değiştirmek anlamında: to go over. Halk Partisine geçti, He has gone over to the People's Party. yapma durumunda olmamak: to be past. Artık benden geçti. I'm past that sort of thing. yasa için: to get through [thru], to pass. Bu yasa tasansı Meclis'ten geçmez. This bill won't get through the Assembly. Tasarının Parlamento'dan geçmesi bekleniyor. The bill is expected to pass Parliament. bir yerden başka bir yere: altından...: to pass under. Köprüler altından çok su geçti. (A lot of things have changed since.) araba ile...: to drive across [drayv]. arkasına...: to stand behind, bir yerden...: to go by. delikten...: to pass through [thru]. ipliğin geçmesi için delik yok. There is no hole for the string to pass through. denizi, dereyi...: to cross. Akıllı köprüyü arayıncaya kadar deli suyu geçer. While the wise ponders, the fool crosses the stream. Yeni yolcu gemisi Atlantiği üç günde geçebiliyor. The new liner can cross the Atlantic in three days. Dereyi bu noktadan geçmeniz çok zor. It's very hard to cross the river from this point. gemiyle...: to sail [seyl]. içinden...: to pass through. Bu kalabalığın içinden geçmek kolay olmayacak. It won't be easy to pass through this crowd. karşıdan karşıya...: to cross. Caddeyi karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorlar. They are trying to cross the street. karşıya...: to get across. Buradan karşıya geçemezsiniz. You can't get across from here. köprüyü, köprüden...: to go over/across the bridge [brie]. Oraya varmak için köprüden geçmek gerek. To get there you have to go across the bridge. Herkesin geçtiği köprüden sen de geç. (In Rome do as the Romans do.) Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler. (Treat a boor with respect until you get what you want.) Sen köprü olursan, herkes üstünden geçer. If you're willing to be a bridge everyone will cross over you. önünden...: to go past. Tren durmadan, süratle istasyondan geçti. The train went past the station without stopping. yanından...: to pass by. Şu kamyonlar bütün gece geçerken, insan How can one get some sleep while those nasıl uyuyabilir? trucks pass by all night [traks]? yolda bir arabayı...: to overtake [ouviteyk]. Böyle bir arabayla beni kimse geçemez. Nobody can overtake me with such a car. bir yoldan...: to take [teyk]. Cenaze alayı Atatürk Bulvarı'ndan geçecek. The funeral procession will take Ataturk Avenue [e:vmyu:]. Can boğazdan geçer. (One cannot live without food.) Erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer. (The way to a man's heart is through his stomach.) Malın iyisi boğazdan geçer. (Real wealth is wealth that can be enjoyed.) Burası yol geçen hanı değil. (Where do you think you are?) Sıçan geçer, yol olur. (It's very hard to eradicate a bad habit.)
geçmek (adı)
296
to cross on foot, to pass. Not a day passes without a quarrel [kwonl]. Pleasant hours pass fast [plezint]. The time to keep silent has passed. It's five past ten. How many days have passed? to elapse [ile:ps]. Daha gün geçmeden niyeti belli oldu. His intention became clear before the day had elapsed. Üstünden beş yıl geçti. Five years have elapsed since. to go by. Bir ay geçti ve hâlâ bir netice yok. One month has gone by and still no result. to spend. Leyleğin ömrü laklakla geçer. Some people spend their life just talking. Hayatını araba yıkamakla geçiremezsin. You can't spend your life washing cars. İlk iki hafta çok zor geçti. (The first two weeks were very hard.) Son günleri sıkıntı içinde geçmiştir. (His last days were burdened with sorrow.) Çok geçmeden hakikati öğreniriz. (We shall learn the truth soon.) Geçmiş ola! It's too late now. Atı alan Üsküdar'ı geçti. It's too late for anything to be done. Ibirieşikler ve deyimleri adı geçmek to be mentioned [mensmd]. ağır geçmek (zaman için) (for time) to drag [dre:g], akıp geçmek to go by. Yıllar akıp geçti. The years have gone by. aklından geçmek to cross one's mind [maynd]. Aklımdan geçmedi diyemem. / can't say that it didn't cross my mind. to dream of [dri:m]. Böyle bir şey aklımdan geçmezdi. / wouldn't dream of such a thing. Kazanacağım, aklımın ucundan geçmezdi. I never dreamt of winning. alay geçmek to mock [mok]. altından geçmek to pass under. aralarından kara kedi geçmek to behave coolly towards each other. Aralarından kara kedi mi geçti? Have they quarrelled? arkasına geçmek to stand behind. Bilmediğin atın arkasına geçme. Do not stand behind a horse you don't know. avurdu avurduna geçmek to grow lean and gaunt [go:nt]. bahsi geçmek to be mentioned [mensmd]. baş sedire geçmek to take the first place, başa geçmek to come to the fore [fo:]. başına geçmek (bir şeyin) to become the head of [hed]. başından geçmek to happen to one. benzi geçmek to turn pale [peyl]. birbirine geçmek, dolaşmak anlamında: to intertwine [intitwayn]. uymak anlamında: to fit into one another. dalga geçmek, alay etmek anlamında: to pull one's leg. Bunlar benimle dalga geçiyor. / think these people are pulling my leg. to poke fun at [pouk]. Herkes seninle dalga geçiyor. Everyone is poking fun at you. işi ile ilgilenmemek: to woolgather [wulge:thi]. yaya...: zaman söz konusu ise: Gün geçmez ki kavga olmasın. Hoş vakit, çabuk geçiyor. Artık susmak zamanı geçmiştir. Saat onu beş geçiyor. Kaç gün geçti?
geçmek (delip)
297
delip geçmek deyip geçmek Çocuk deyip geçme. Sıyrık deyip de geçme. Bunlar, ikinci sınıf deyip de geçme! elden ele geçmek Bunlar nesilden nesile, elden ele geçmiştir.
to pierce [pirs], to underrate [andrreyt]. Don't underrate a child. Don't underrate a graze [greyz]. Don't underestimate them! to be handed down. These have been handed down from one generation to another [cemrey§in].
ele geçmek to be caught [ko:t], yakalanmak anlamında: edinilmek anlamında: to be obtained [lbteynd]. Böyle bir fırsat daima ele geçmez. (Such an opportunity doesn't occur often.) eline geçmek, to get/have. elde etmek anlamında: Bunlar, elimize salıdan önce geçmez. We shan't have them before Tuesday [tyu:zdi]. Bundan benim elime bir şey geçmedi. J got nothing out of this. Eline fırsat geçmişken eğlenmeye bak. Enjoy yourself while you have the opportunity. Eline geçen fırsatı kaçırmışlar. (They've let their chance slip through their fingers [fingiz]. Bunların cumadan önce elimize geçmeleri gerek. (We must have them before Friday [fraydi].) Şimdiye kadar mektup eline geçmiş olmalı. He must have received the letter by now. para kazanmak anlamında: to earn [b:n]. Orada eline ne kadar geçiyor? How much do you earn a month there? yakalamak anlamında: to catch [ke:c]. edinmek anlamında: to get hold of. Bu resim eline nereden geçti? How did you get hold of that picture? to contribute [kintribyu:t]. emeği geçmek Bu başarıda hepimizin emeği geçti. We have all contributed towards the success. to skip. es geçmek to put into action [e:ksin]. eyleme geçmek faaliyete geçmek to go into operation [opireysm]. Birkaç fabrika faaliyete geçti. A few factories have gone into operation. to be miles ahead of [lhed]. fersah fersah geçmek to pass by. gelip geçmek gır gır geçmek alay etmek anlamında: to make fun of [fan], akit başka yerde olmak: to pay no attention to one's work, gülüp geçmek to find it too silly to bother about, gümrükten geçmek to pass through the customs [kastimz]. gündeme geçmek to be put on the agenda [icendi]. güneş başına geçmek to have a sunstroke [sanstrouk]. haddi geçmek to overstep the limit. hakkı geçmek to have contributed to smth [kintribyu:tid]. harekete geçmek to go into action [e:k§m]. hatırından geçmek to cross one's mind [maynd]. Hatırımdan ve hayalimden geçmezdi. It would never have crossed my mind. to be appreciated [ipri§ieytid]. hora geçmek hükmü geçmek to carry weight with [weyt]. etkili olmak anlamında: Hükmün parana geçer. (Your authority goes with your money.) geçerli anlamında: to be valid [ve:lid]. Bunun hükmü geçmiş. It has lost its validity [vediditi]. to rape [reyp]. ırza geçmek to miss (the ball). ıska geçmek
geçmek (içi)
298
içi geçmek, isteksiz olmak anlamında: meyve için: işe yaramaz hale gelmek: uyuyuveıınek anlamında: yıpranmak: içi içine .geçmek içinden geçmek, düşünce için: mermi vs. için: içine geçmek iftihara geçmek ikmalsiz geçmek ileri geçmek imtihanı geçmek insan sırasına geçmek iş başına geçmek iş işten geçmek
to be lethargic. to be overripe [ouvirayp]. to be too old to be of any use [yu:s]. to doze off [douz]. to be worn out [wo:n]. to be uneasy [ankzi].
to occur to one [iko:]. to pass through [thru:]. to penetrate [penitreyt]. to get on the honour roll [om], to pass without any make-up exam. to go to the front. to pass an exam. to pass as a decent person [di:smt]. to take control [kmtroul]. to be too late [leyt]. İş işten geçti. It's just too late to do anything. İş işten geçmeden bir şeyler yapınız. You should do something before it's too late. kadastroya geçmek to be registered in a cadaster [kidasti]. kalkışa geçmek to take off. kapalı geçmek to pass over a point. karşı hücuma geçmek to counter-attack [kauntinte:k]. karşıdan karşıya geçmek to cross [kros]. ' Karşıdan karşıya geçerken sağa sola bak. When crossing the street look right and left. karşıya geçmek to get across. 26''ya binmek için karşıya geçmen gerek. You'll have to get across to take the 26. kendinden geçmek bayılmak anlamında: Kendimden geçeceğimi hissediyorum. Kendinden geçmeden önce ne demişti? coşkuya kapılmak anlamında: kendini kaybetmek anlamında: öfke söz konusu ise: Öfkesinden kendinden geçmiş vaziyetteydi, vecde gelmek anlamında: bilinci işlemez halde olmak: Hâlâ kendinden geçmiş vaziyette. kertesini geçmek, abartmalı anlamında: zaman bakımından: kısa geçmek kontratağa geçmek köprüden geçmek kursağından geçmemek kuşaktan kuşağa geçmek Bu gelenek bize kuşaktan kuşağa geçti. maaşa geçmek makbule geçmek modası geçmek muhalefete geçmek nazı geçmek
to pass out. I feel I'm going to pass out. to lose consciousness [kon§isms]. What did she say before losing consciousness? to be beside oneself with joy. to lose one's self-control [kmtroul], to be beside oneself. He was beside himself with anger [e:ngi]. to be in trance [tre:ns], to be unconscious [ankonsis]. She's still unconscious. to be overdone [ouvidan]. to pass the exact time. to refer briefly [bri:fli]. to counter-attack [kauntirite:k]. to go across a bridge [brie]. to have no appetite [e:pitayt]. to come down. This custom has come down from our ancestors. to be put on the payroll. to be appreciated [rpri:§iyeytid], to go out of fashion [fe:§in]. to join the opposition [opizisin]. to have influence over [influwins].
geçmek (ön plana geçmek)
•299
ön plana geçmek öne geçmek önüne geçmek, geride bırakmak anlamında: önünden gitmek anlamında: önlemek anlamında: Bir türlü bunun önüne geçemedik, yolunu kesmek anlamında: Bu skandalin kötü etkilerinin önüne geçmeliyiz. posta geçmek revizyondan geçmek rüzgâr gibi geçmek sadıra geçmek saflar halinde geçmek saldırıya geçmek Kışkırtılırlarsa
saldırıya geçerler.
Silahlı Kuvvetlerimizin yakında saldırıya geçmeleri bekleniyor. savunmaya geçmek sığ yerinden geçmek sınavı geçmek İnşallah, bu sefer testi geçersin. Giriş sınavını geçmek zorundasın. sınavı güç bela geçmek Güç bela sınavı geçtik. sınavı kıl payı geçmek Sınavı ancak kıl payı geçtiler. sınavı ucu uçuna geçmek Çok kolay bir sınavı ucu ucuna geçti. sınavı zar zor geçmek sınıfını geçmek sırat köprüsünden geçmek sofra başına geçmek sözü geçmek Burada onun sözü geçer. taarruza geçmek tahta geçmek taksim geçmek tarihe geçmek Tarihe Kara Cuma olarak geçti. tarihe adını yazdırmak: tavan başa geçmek tavı geçmek Tavı geçti. tarafına geçmek Yüzlerce asker silahlarıyla asiler tarafına geçti. temasa geçmek Lütfen genel müdürlükle temasa geçer misiniz? teşebbüse geçmek transit geçmek
to come to the fore [fo:]. to take the lead [li:d], to overtake [ouviteyk]. to get ahead [lhed], to prevent [privent]. We just haven't been able to prevent it. to ward off [wo:d]. We must ward off the ill effects of this scandal /ske:ndil], to become head of a lodge [loc], to be overhauled [ouvihodd], to fly. to assume the leadership [isyu:m]. to parade rpireyd]. to attack [ite:k]. If provoked they will attack [provoukd], to take the offensive [lfensiv]. The armed forces are expected to take the offensive soon [a:md], to be on the defensive [difensiv]. to ford [fo:d], to pass an examination [igze:miney§m]. / hope you'll pass the test this time. You have to pass the entrance exam. to squeeze through [skwi:z]. We have just squeezed through the exam. to scrape through [skreyp]. They managed to scrape through the exam. to squeak through [skwi:k]. The exam was easy but she barely squeaked through. to squeak through [thru:]. to pass one's grade [greyd]. to go through fire and water. to sit down to a meal [mi:l], (one's word) to carry weight [weyfj. What he says goes here. to take the offensive [lfensiv]. to succeed to the throne [sikskd]. to improvise [impnvayz]. to go down to history [histiri]. It has gone down to history as Black Friday. to make history. to be overwhelmed [ouviwelmd]. (for the best moment) to pass. The most propitious time has passed [proupisis], to go over to. Hundreds of soldiers have gone over to the rebels with their weapons [wepmz], to contact [konte:kt]. Could you please contact our head office? to take steps to. to go through in transit [tremsit].
gediklenmek
300
üstünden geçmek Bunun üstünden on yıl geçti.
to elapse [ile:ps]. Ten years have elapsed since.
üzerinden geçmek, gözden geeirınek anlamında: Hesapların üzerinden geçeceğiz. zaman söz konusu ise: Üzerinden yıllar geçti. vadesi geçmek yana geçmek Demokrat Parti'den yana geçti. yanından geçmek Üniversitenin yanından geçtim; olağanüstü bir şey yoktu. yarıp geçmek yavaş geçmek (zaman için) yerin dibine geçmek Utancımdan yerin dibine geçtim. yerine geçmek Margarin her yerde tereyağının yerine geçti.
to go over. We shall go over the accounts [ıkaunt]. to pass. Years have passed since. to be overdue [ouvidyu:]. to go over. He went over to the Democratic Party. to pass by. I passed by the university; there was nothing extraordinary there. to run through [thru:]. (for time) to drag [dre:g]. to sink into the earth for shame [şeym]. I felt ready to sink into the earth for shame. to displace [displeys]. Margarine has displaced butter everywhere. to replace [ripleys]. Onun yerine kim geçecek? Who is going to replace her? Bir fit bin büyü yerine geçer. (A malicious hint can do a lot of harm.)
zamanı geçmek, geçerli olmamak anlamında: mevsimi geçmek anlamında: moda için: sona ermek anlamında: Bunun zamanı çoktan geçti, verinde olmamak/olmak: Artık öyle oturmanın zamanı geçti. Birinin ona gerçeği söylemesinin zamanı geldi de geçiyor. zikri geçmek gediklenmek gedilmek geğirmek gelin güvey olmak (kendi kendine) gelinmek Bu noktaya nasıl gelindi?
to be no longer valid [ve:lid], to be no longer in season [si:zin], to be out of date [deyt]. to expire [ikspa:yi]. It has expired long ago. to be of no use [yus]. It's no longer any use just sitting like that. It's time somebody told him the truth. to be mentioned [menşmd]. to become notched [noçt]. to be notched, to burp [bö:p]. to try to settle a matter without the authority to do so. to come to. How have we come to this point?
gelişmek, to grow up. büyümek anlamında: to develop. ilerlemek anlamında: Ekonomi ağır, fakat emin adımlarla gelişmektedir. The economy has been developing slowly but surely [şu:li]. Olayların nasıl gelişeceğini görelim. Let's see how things will develop. to make progress, iyiye gitmek anlamında: to flourish [flariş]. genişlemek anlamında: Ekonomik reformdan sonra, ekonomi gelişti. After the economic reform the economy flourished. Bu örgütler iç savaş esnasında gelişti. These organizations flourished during the civil war. to flourish [flariş]. bitkiler için: Bitkiler bu topraklarda olağanüstü gelişti. The plants have flourished exceptionally on this soil [soyl].
301
geliştirilmek geliştirilmek Görünümü
geliştirilebilir.
Bu bölümde araçlar tasarlanıp geliştirilir. geliştirmek, adale ve vücut için: iş için: genişletmek anlamında: gelivermek Birileri geliverir diye evde oturdum. Araba sürerken aklıma geliverdi. gelmek, (ayrıca bak: gelmemek) bir durum veya düzeye...: Sular dizime kadar geliyordu. erişmek anlamında: Partide böyle yüksek bir mevkiye nasıl geldi? isabet etmek anlamında: Taş başıma geldi. oluşmak
anlamında: Başıma bir şey gelirse... Kaza geliyorum demez. Canına gelecek, malına gelsin.
kabul etmek anlamında: Dediğime geldin mi? kaynak veya köken için: Birçok ketime bize Arapçadan gelmiştir. Sükût ikrardan gelir. Değirmenin suyu nereden geliyor? Emir büyük yerden geldi. Nereden gelirse gelsin. Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin. İyiden kötülük gelmez. Bu öneri, ilk önce hükümetten gelmişti. Yiyeceklerimiz, hayvan ve bitkilerden gelir. mal olmak anlamında: Bu size pahalıya gelir. Kaça geldi? ağırlık için: Yalnız 40 kilo geliyor. sıra için: ikinci kim geldi? ulaşmak veya varmak anlamında: Ne iyi ettiniz de geldiniz. Geldik mi? Geldik! Buraya ne yüzle geldi? İyi insan sözünün üstüne gelir. Buraya hiç gelmez olaydım. Artık gelmez diyordum. Nasıl olsa gelmezler. Ne pahasına olursa olsun, gelecektir.
to be improved [impru:vd]. Its appearance can be improved. to be developed. The tools are planned and developed here. to build up [bild], to build up. to expand. to come [any moment). / stayed in, thinking someone would come. It suddenly crossed my mind while driving. to come up to. The water had come up to my knees [ni:z]. to reach [ri:c]. How could he reach such a high position in the party? to hit. The stone hit me on the head. to happen [he:pin]. If anything happens to me. Accidents will happen [e:ksidints]. (It's better to lose one's property than lose one's life.) to come around to. Have you come around to my point of view? to derive [dirayv]. Many of our words derive from Arabic [e:nbik]. Silence means consent [kmsent]. Where does the expense come from [ikspens]? The order came from the top. No matter where it comes from. I'll seek God's help not yours. No evil will come from a good man. This proposal originated first with the government [pripouztl]. Our food comes from animals or plants. to cost [kost]. It will cost you dearly. How much did it cost? to weigh. She weighs only forty kilos [weyz]. to come. Who came in second [sekind]? to come. You have done well to come. (Are we there?) There we are! How has she the face to come here? (Talk of the devil and he is sure to come.) I wish I had never come here. I was thinking you wouldn't come any more. In any case they won't come. He'll come at any cost.
gelmek (ağlayası)
302 /Ve diye kalkıp gelmiş? Varsın gelsin. Saat altı treniyle geldiler. Buraya geleli bir hafta oldu olmadı.
inşallah uygunsuz zamanda gelmedik. Hazır gelmişken bu işi bitirelim. Her an gelebilir. Daha şimdi geldim. Neredeyse gelir. O, akşam sabah demez gelir. Toplantıya yalnız elli kişi geldi. uymak
anlamında:
Bu size tam geldi, bir yerden/bir yere
hareket
etmek:
Gelmeyecek olursam, size bildiririm. O da gelmeliymiş. Gelecek değilim. Onlar doğrudan İzmir'den geliyorlar. Gelmeyen gelmesin. görünmek
anlamında:
Bana saçma geldi. Size pahalı mı geldi? Size belki hoş gelebilir. '
zaman bakımından:
Yaşı altmışa geliyor. Saat beşe geliyordu. Bir gün gelir, bundan pişman oluruz. Gitme zamanı geldi. ziyaret
etmek
anlamında:
Yakında sizin ziyaretinize geleceğim. Ziyaretimize ne zaman geleceksin? Onlar dün bize geldiler. Davetsiz gelen mindersiz oturur. Misafir, kısmeti ile gelir. |Ek alan birleşikler ve deyimler | (.-ası,
-acağı
gelmek:
ağlayası gelmek Ağlayasım geldi. aksıracağı gelmek göreceği gelmek Eski okulumu göreceğim geldi. göresi gelmek Evini ve annesini pek göresi gelmiş. Onları göreceğim geldi. güleceği gelmek Güleceğim geldi. içesi gelmek inanası gelmemek İnsanın inanası gelmiyor. yiyesi gelmemek Hiçbir şey yiyesim gelmiyor.
What is his reason for coming? Let her come if she likes. They came on the six o'clock train. It's been just about a week since we arrived here [rrayvd]. 1 hope we are not intruding. Since we are here, let's finish that job. He may come any minute now. I've just come. He won't be long coming now. He comes at all sorts of time. to turn up. Only fifty people turned up at the meeting. to fit. It fits you perfectly. to come. In case I'm unable to come, I'll let you know. He pretends he should come too. I don't intend to come. They are coming straight from Izmir. Anyone who doesn't like, let them not come. to find. I find it rather silly [ra:thi]. Do you find it expensive? It may appear attractive to you. to near [ni:]. He is nearing sixty. It was nearly five o'clock. One day we'll regret this [rigret]. It's time to go. to pay a visit [vizit]. I'll pay you a visit soon. When are you coming to see us? They came to see us yesterday. The uninvited guest must bring his stool with him. You can always feed an unexpected guest. to feel like [fi:l layk]. to feel like crying [kraying]. / felt like crying. to fee) like sneezing [sni:zing]. to long to see. / long to see my old school. to yearn for/to [yo:n]. She yearns to see her mother and her home. to miss. / miss them a lot. to have the urge to laugh [la.f], (I couldn't help laughing.) to feel like drinking. to be unable to believe [bili:v]. (7 can hardly believe it.) not to feel like eating. / don't feel like eating anything.
gelmek (gibi)
303
tgibi gelmek: a) dokunma duyusu söz konusuysa: Bana nemli gibi geldi. Çantan benimkinden ağır gibi geldi, h) koku duyusu söz konusu ise: Bana benzin gibi geldi. c) duyma duyusu söz konusu ise: Bana umut verici gibi geldi. İlginç gibi geliyor. Telefonda sesi bana halsiz gibi geldi. Bana tren sesi gibi geldi. Hikayen bana palavra gibi geldi. Doğru gibi gelmiyor. anlamında: Bana adil gibi geldi. Bu, bana bir saat gibi gelmedi. Sana yalan gibi geliyor, değil mi? İnsana şaka gibi geliyor.
d) görünmek
Onun bu şekilde ayrılması bana tuhaf gibi geldi. Bana biraz kırgın gibi geldi. gibisine gelmek: Adımı unuttun gibime geliyor. Öyle gibime geliyor ki, bunların hepsi yalan. Her şey düzelecek gibime geliyor. 9-ınazlıktan gelmek: bümemezlikten gelmek Bu tarihi gerçekleri bilmezlikten gelmek mümkün mü? Kuralları bilmezlikten geliyor. duymazlıktan gelmek Uyarımızı duymazlıktan geliyorlar. görmezlikten gelmek Bu olayları görmezlikten gelemeyiz. Haklı isteklerimizi neden görmezlikten geliyorlar? Hepsi durumu görmezlikten geldi. işitmezlikten gelmek Söylediklerimi işitmezlikten geldi. tanımazlıktan gelmek «birine öyle gelmek: Bana öyle geliyor ki, sen haksızsın. Bana öyle geliyor ki, yalan söylüyor. Bana öyle geliyor ki, biz aldatıldık. | birleşikler ve deyimler | Hoş geldin! Sağlıcakla gidip geliniz! Safa geldiniz! Laf ola, beri gele. Gelgelelim tembeldir. Gel de bu adama yardım et!
to feel [fi:l]. It feels damp [de:mp]. Your bag feels heavier than mine. to smell like. It smells like gas [ge:s] to sound [saund]. It sounds promising. It sounds interesting [intiresting]. He sounded weary on the phone [wi:ri]. It sounds like a train [treyn]. Your tale sounds to me like a lot of bunk. to ring true [tru:]. It doesn't ring true. to seem [si:m]. It seemed only fair to me [fe:]. It didn't seem like an hour to me. You don't seem to believe it, do you? This seems to be absolutely incredible. to strike [strayk]. It strikes me as odd that he should leave like that. She strikes me as being a little sore [so:], to seem to one. You seem to have forgotten my name [figetin]. It seems to me that all these are lies. I have a feeling everything will turn out well. to affect [ifekt]. to affect ignorance [igmnns]. Is it possible to ignore these historical facts [igno:]? He is affecting ignorance of the rules. to turn a deaf ear [def]. They are turning a deaf earn to our warning. to turn a blind eye to [blaynd]. We can't turn a blind eye to these events. to ignore [igno:]. Why are they ignoring our lawful demands? to pretend not to see. They all pretended not to see the situation. to pretend not to hear. He pretended not to hear what I had said. to feign not to know [feyn]. to seem to one. It seems to me that you are wrong. to appear to one [ipi:]. It appears to me that she is lying [laying]. to be under the impression [impre§m]. I'm under the impression we've been cheated. Welcome! Godspeed! Welcome! That's beside the mark [ma:k]. However, he is lazy [leyzi]. How could one help this man?
304
gelmek (aceleye)
Gelelim şu konuya. Gel şu saçma fikrinden vazgeç. Sana gelince, burada kalacaksın. Temizlik imandan gelir. Can boğazdan gelir. Ödünç, güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir. Geleceği varsa, göreceği de var. Gelen, gidene rahmet okutur. Haydan gelen, huya gider. Meram anlayan biri gelsin. Teneşire gelesi! Yumurta kapıya gelince. İş paraya geldi mi... Dinsizin hakkından imansız gelir. aceleye gelmek acı gelmek Bu bana çok acı geldi. ağır gelmek, güç anlamında: Fizik bana ağır geliyor. kırıcı
anlamında:
ağırlık
Sözleri bana çok ağır geldi. bakımından: Öküze boynuzu ağır gelmez.
akla gelmek akla uygun gelmek aklı başına gelmek aklı somadan gelmek Türkün aklı sonradan gelir. aklına geleni yapmak Aklına geleni söylüyor. aklına gelmek Bu hiç de aklıma gelmedi. Yalan söyleyebilecekleri hiç aklına gelmedi mi? Birden aklıma geliverdi. Bu herifin yardım istemesi aklıma geldikçe! Aklıma gelen sebeplerden bir tanesi. Karısını öldüreceği kimin aklına gelirdi? Bu nereden aklına geldi? Aklıma gelmişken,... Aklıma gelmişken, ona ne verdin? Parti için aklıma bir şey geldi. alışıla gelmek Bu pek alışıla gelmiş bir şey değil. alışkanlık haline gelmek Bu, yavaş yavaş bir alışkanlık haline geldi. amana gelmek anlamına gelmek Bu üçgen ne anlama geliyor? F.B.I. ne anlama geliyor? Bu kelime ne anlama gelir?
Let's turn now to that subject [sabjikt]. Come now, give up this foolish idea. As for you, you're staying here. Cleanliness is next to Godliness. People must eat to live. It's easy to lend but hard to get it back. Let him come and see what's waiting for him. The new is often worse than the old. Soon gotten soon spent. What's the good of talking when no one is taking any notice [noutis]? May he/she die [day]/ When the situation has become desperate. When it comes to money... Set a thief to catch a thief. to be done in a hurry and carelessly. to hurt [hört]. It hurt me a lot. to be hard [hard]. / find physics hard 'fiziks]. to be hurt [hört]. / was deeply hurt by his words. to be heavy [hevi]. An ox doesn't feel the weight of its horns. to occur to one [lkor], to stand to reason [rirzm]. to come to one's senses [sensiz], to think of smth too late [leyt]. The Turks are wise after the deed [wayz]. to act impulsively [impalsivli]. He speaks impulsively. to occur to one [iko:]. That never occurred to me. Did it never occur to you that they could be lying? It suddenly crossed my mind. to think of. To think that fellow asking for help! That's one of the reasons which I can think of. Who would have thought he would kill his wife? What makes you think so? That reminds me,... (By the way, what did you give him?) (I hit upon an idea for the party.) to be usual [yurjuwil]. This is quite unusual. to grow into a habit [herbit]. This has slowly grown into a habit. to bow to [bau]. to stand for. What does that triangle stand for [trayemgil]? What does F.B.I, stand for? to mean [mirn]. What does that word mean?
gelmek (aptesi) aptesi gelmek arkası gelmek asıl işe gelmek
305
to want to go to the toilet [toylit]. to continue [kmtinyu]. to get down to business [biznis]. Şimdi, asü işe gelelim. Now, let's get down to business. asıl konuya gelmek to come to the point. asıl meseleye gelmek to get down to business [biznis]. Şimdi, asü meseleye gelelim. Now, let's get down to business. ayağı ile gelmek to come of one's own accord [iko:d]. ayağı uğurlu gelmek to bring good luck. Ayağın uğurlu geldi. You have brought good luck [lak]. ayağı uğursuz gelmek to bring bad luck. ayağına gelmek to come to one. Baykuşun kısmeti ayağına gelir, God feeds all His creatures [kri:ciz]. iyi olacak hastanın, hekim ayağına gelir. If something is fated to go well, it will. ayağına kadar gelmek to condescend to go and see smb [kondisend]. aynı yere gelmek to return to the same thing. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. We keep returning to the same thing. az gelmek not to be enough [inaf]. baskın gelmek to prove irresistible [irizistibil]. başa gelmek, önde yer almak anlamında: to come to the fore [fo:]. kötü bir duruma uğramak: to befall [bifo:l] one. Alnında yazılı olan, başa gelir. What's written on the forehead the eyes will see. Akla gelen, başa gelir. What comes to the mind will befall one. Az yaşa, çok yaşa, akibet gelir başa. It matters not whether you live little or long, the end is sure to come [so:]. Başa gelmeyince bilinmez. One can't understand a situation until one has experienced [ikspiriynst] it. Başa yazılan gelir. What will be will be. başabaş gelmek to come out just right [rayt]. başbelâsı haline gelmek to become a nuisance [nyu:sins]. başı yerine gelmek to recover oneself [ri:kavi]. başına gelmek to befall one [bifcd]. Ümit etmediği talihsizlikler başına geldi. Unexpected calamities befell him. Orada başına geleceklerden haberi yok. He has no idea what will befall him there. Başına neler geldi? What has befallen him? to happen. Gülme komşuna, gelir başına. Don't laugh at people's misfortune, it may happen to you [misfo:cm]. Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Wish prosperity to others so that you may prosper too [prospi]. Başıma gelenleri Allah bilir. (God knows what I've been through [thru:].) Darısı dostlar başına! May good fortune come next to the friends! Darısı başına! May your turn come next! başına bir hal gelmek to have serious trouble [trabil]. başına iş gelmek to have trouble. Dağ başına kış gelir, insanın başına iş gelir. People will have trouble as surely as mountain tops will have snow [mauntin]. başına kaza gelmek to have an accident [e:ksidint]. inşallah, başlarına bir kaza gelmemiştir. / hope they haven't had an accident. başında gelmek to head [he:d]. Bağışlarımız hâlâ liste başında geliyor. Our contribution still heads the list. başta gelmek to come first, bedavaya gelmek to cost nothing.
gelmek (bezine)
306
bezine kan gelmek bıkkınlık gelmek bir gelmek bir araya gelmek 1978 mezunları yılda bir kez temmuzda bir araya gelirler. birinci gelmek boğaz boğaza gelmek bordaya gelmek burun buruna gelmek Birçok defa ölümle burun buruna geldik. burnuna kadar gelmek burnundan gelmek Anasından emdiği süt burnundan geldi. burnundan fitil fitil gelmek can gelmek canı ağzına gelmek canı burnuna gelmek canı burnundan gelmek canı yerine gelmek cesaret gelmek ciğeri ağzına gelmek çalışmaz hale gelmek çekilmez hale gelmek çıkagelmek çişi gelmek çok gelmek dalga dalga gelmek dalgaya gelmek dara gelmek
to look healthy [helthi], to be disgusted [disgastid]. to come out even [i:vin]. to come/get together [tigethi]. The 1978 class gets together once a year in July. to be/come first [fost], to fly at one another's throats [throut], to come alongside [ilongsayd]. to come face to face [feys]. Many times we came face to face with death. to become unbearable [anbe:nbil]. to regret ever doing smth. (He went through the hoops.) to pay through the nose [nouz]. to be revived [rivayvdj. to be frightened to death [deth]. to be fed up. to be worn out. to recover [rikavi]. to gain courage [karic]. to be terrified [terifayd], to be put out of action [e:k§in]. to become intolerable [intohnbil]. to pop up. to want to urinate [yu:rineyt]. to be too much. to come in waves [weyvz]. to miss smth (in a moment of distraction.)
aceleye gelmek anlamında: Ben hiç dara gelemem. mecbur olmak anlamında: dediğine gelmek dem gelmek demeye gelmek Bu, şunu demeye gelir:
to be rushed [ra§t]. /just won't be rushed. to be forced [fo:st]. to come around to one's point of view [vyu:]. to have menstruation [menstru:ey§in]. to boil down to [boy]]. It all boils down to this: to add up to. It all adds up to who will be in control. to fit in with. These dates do not fit in well with our payment plans. to be nearly used up [yu:zd]. to be on the tip of one's tongue [tang]. to be an easy prey. to fall on one's knees [ni:z]. to kiss each other. to come to a stop. The whole traffic came to a stop. to come to a standstill. Production in factories has come to a standstill. to be born. He was born in a small town. He was born amidst poverty. I feel like being reborn.
Bu, kontrolün kimin elinde olacağı demeye gelir. denk gelmek Bu tarihler ödeme planlarımızla denk gelmiyor. dibine gelmek dilinin ucuna gelmek dişe gelmek dize gelmek dudak dudağa gelmek durma noktasına gelmek Tüm trafik durma noktasına geldi. Fabrikalarda üretim durma noktasına geldi. dünyaya gelmek Küçük bir kasabada dünyaya geldi. Fakirlik içinde dünyaya gelmişti. Yeniden dünyaya gelmiş gibiyim.
gelmek (eceli)
307
eceli gelmek
to meet one's end. One dies because one's time has come, not because one is ill. Eceli gelen köpek cami duvarına işer. A dog whose time has come urinates against the wall of a mosque [mosk]. eksik gelmek to be insufficient [insifisint]. elden gelmek to be possible [posibil]. Elden bir şey gelmez. It can't be helped [helpt]. Elden ne gelir ki? What can one do? elinden gelmek, to be able to do smth. çare söz konusu ise: Ben, elimden geleni yapacağım. I'll do what I can. Benim elimden ne gelebilir ki? What can I just do? Elinden geleni yapacaktır. He will do his best. Herkes elinden geldiğince çalışıyor, Everyone is working as best as they can. beceri söz konusu ise: to be good at. Çocuk bakmak elimden gelmez. I'm not good at looking after children. to be skillful. elinden iş gelmek Elinden her iş gelir. (He is a jack of all trades [treydz].) to come empty-handed, elini kolunu sallaya sallaya gelmek to die [day]. elleri yanına gelmek Yalan söylüyorsam, iki elim yanıma gelsin. May I die if I'm telling a lie [lay], to come to the point [poynt]. esas konuya gelmek to be at the threshold of [thresould]. eşiğine gelmek to petition [pitism]. birinin eşiğine gelmek: fazla gelmek, çekilmeyecek durumda olmak: to be intolerable [intolinbil]. gereksiz anlamında: to be redundant [ridandint].' felç gelmek to have a stroke [strouk]. fenalık gelmek to feel faint [feynt]. galeyana gelmek to get worked up [wö:kt ap], galip gelmek to win. gayrete gelmek to show zeal [zi:l]. gazaba gelmek to get angry [e:ngri]. geri gelmek to come/get back. gına gelmek to have had enough [inaf]. Artık gına geldi. I've had enough. gırtlak gırtlağa gelmek to be at each other's throats [throut], gidip gelmek, öteye beriye anlamında: to go to and fro. gezi veya yolculuk için: to make a trip. Hisar'a çabucak gidip geldik. We made a quick trip to Hisar. Öbür dünyaya gidip de gelen yok. No one has been to the other world and returned to tell about it. göğüs göğüse gelmek to come to hand to hand. göz göze gelmek to come eye to eye [ay]. göze gelmek to be victim of the evil-eye. gözünün önüne gelmek to come vividly to mind [maynd]. gurur gelmek to be proud of [praud]. güç gelmek (-e) to seem difficult. gündeme gelmek to come up. Bu mesele toplantıda gündeme gelmedi. This question didn't come up at the meeting. günü gelmek to fall due [dyu:]. Hasta yatan ölmez, eceli gelen ölür.
gelmek (hakkından)
308
hakkından gelmek, zor bir işi başarmak anlamında: Millilerimiz bu işin hakkından gelebilir.
Polis sonunda çapulcuların hakkından geldi, öç almak anlamında: Bu adamı bize bırakın, onun hakkından geliriz. Dinsizin hakkından, imansız gelir. halel gelmek haline gelmek Bu, imtiyaz haline gelmemeli. Şehirde yaşayanlar kemik haline gelmişlerdi. Bir ülke haline gelmemiz yakın. Bu adam başbelâsı haline geldi. hatırına gelmek Adresi şimdi hatırıma gelmiyor, iyi ki hatırıma geldi, onlara bir özür mektubu Göndermemiz gerek. Hatırına bir şey gelmesin! hayır gelmek Hayır dile komşuna, hayır gelsin başına. Kimseden kimseye hayır gelmez. her çekiye gelmek hesafsma gelmek
to be equal to the occasion [ikeyjm]. The national team will be equal to the occasion [iikwil]. to get the upper hand of [api he:nd]. The police got the upper hand of the rioters. to get even with [i:vin]. Leave this man to us, we'll get even with him. Set a thief to catch a thief [thi:f]. to be harmed [ha:md]. to become [bikam]. This shouldn't become a privilege. The inhabitants had become bags of bones. We are close to becoming a country [klous]. That man has become a nuisance [nyu:sins]. to occur [iko:]. His address doesn't occur to me at the moment. That reminds me, we must send them a letter of apology [lpohci]. (Do not misunderstand me!) (for smth good) to come out. Wish prosperity to others so that you too may prosper. (One should rely on oneself [rilay].) to be an opportunist [opityumist]. to suit one's interest [syu:t]. (It suits me fine.) to get excited [iksaytid]. to get into a rage [reyc].
Bu hesabıma gelir. heyecana gelmek hiddete gelmek hizaya gelmek, düzgün sıra olmak anlamında: to get into line [layn]. Lütfen, hizaya gelelim, Please get into line. to get into line. yola gelmek anlamında: Bu, âsi üyelerin hizaya gelmeleri için bir It's a chance for the rebellious members to fırsattır. get into line. hoş gelmek to be agreeable [lgriyibil]. Davul sesi uzaktan hoş gelir. What appears agreeable at a distance may be disagreeable at close quarters [kwo:tiz]. Halka hoş gelen kararlar uygulanıyor. Decisions that are agreeable to the public are put to force. Bu, bana hoş geldi. (I like this one.) Hoş geldiniz! Welcome! husule gelmek to come into existence [igzistins]. içeri gelmek to come in. İçeri gelmesini söyleyiniz. Ask him to come in. içinden gelmek to feel like doing smth. içimden öyle geliyor ki... / have a feeling that... İçimden her şeyi bırakmak geldi. I felt like just giving up everything. içten gelmek to be heartfelt [ha:tfelt]. iktidara gelmek to come to power [pawi]. ileri gelmek, öne gelmek anlamında: to come forward [fo:wid]. sebep olmak anlamında: to result from [rizalt]. Yeterince yemek yememekten ileri geliyor. It results from not eating enough [inaf].
gelmek (ilginç hale)
309
ilginç hale gelmek Hikâye gittikçe ilginç hale geliyor. imana gelmek, en sonunda doğruyu söylemek: en sonunda kabul etmek: Müslümanlığı kabul etmek: inkârdan gelmek insafa gelmek, en sonunda kabul etmek: acımasız tutumundan vazgeçmek: işine gelmek Bu, kesinlikle işime gelmez. Böyle bir ödeme planı işimize gelmez. Onlara "Hayır" demek işimize gelmez. iyi gelmek, giyecek için : yaramak anlamında: Bu ilaç sana çok iyi gelecek. Şunu içiniz, size iyi gelecek. Uzun çalışma saatleri bana iyi gelmiyor. kademli gelmek kafası yerine gelmek kâfi gelmek kan gelmek kantara gelmek karşı gelmek karşı karşıya gelmek Burada her türlü insanla karşı karşıya geliyoruz.
O, bu sorunlarla ilk defa karşı karşıya gelmiyordu. kemik yığını haline gelmek kendi ayağı ile gelmek kendine gelmek, aklını başına toplamak: Lütfen kendinize geliniz. ayılmak anlamında: Yavaş yavaş kendine geliyor. Bugün kendine gelmiş gibi görünüyor.
to become interesting. The story is becoming more and more interesting. to tell the truth at the end. to see reason [ri:zm]. to be converted to Islam [izla:m]. to deny [dinay]. to come to reason [ri:zm]. to show mercy [mo:si]. to suit one's purpose [po:pis]. This will certainly not suit my purpose. to be in one's interests. Such a plan of payments isn't in our interests. (We can ill afford to tell them no.) to suit [syu:t]. to do one good. This medicine will do you a lot of good. Drink this, it will do you some good. to agree with. Long working hours do not agree with me. to bring luck [lak]. to start thinking straight again [streyt]. to be enough [inafj. to bleed [bli:d]. to be capable of being weighed [weyd]. to oppose [ipouz]. to come face to face with [feys]. We come face to face with all kinds of people here. to come to grips with. It was not the first time that he had come to grips with those problems. to become a bag of bones [bounz]. to come on one's own initiative [inisjitiv].
to pull oneself together. Please pull yourself together. to come to oneself. She's coming slowly to herself. He seems to be himself again today. to come round. Onları biraz sulayınız, kendilerine gelecekler. If you water them a bit they will come around. Bunun için, yakında kendinize gelirsiniz. Drink this and you'll soon come around. kertesine gelmek to come to the right point. keyfi gelmek to feel in a happy mood [mu:d]. Gel keyfim gel. It's great to be alive [llayv]. to regain one's good humour [hyu:mi]. keyfi yerine gelmek kısmeti ayağına gelmek to have an unexpected stroke of luck [lak]. kıvamına gelmek to come to the right consistency [krnsistinsi]. uygun anında olmak: to reach the right moment [moumint]. kolay gelmek to come easy. Kolay gelsin! May everything go smoothly [smu:thli].
gelmek (kolayına) kolayına gelmek kollarını sallaya sallaya gelmek kulağa hoş gelmek
310
to be easy for. to come empty handed. to sound nice [saund]. Kulağa hoş geliyor. // sounds nice. kulağına gelmek to reach one's ears [i:z]. küçük gelmek not to fit. lâzım gelmek to be/become necessary [nesisiri]. Lâzım gelebilir. It may become necessary. listenin başında gelmek to head the list. Sen listenin başında geliyorsun. You're heading the list. mandepsiye gelmek to be cheated [ci:tid]. mantıklı gelmek to stand to reason. Oraya bir adam göndermek mantıklı gelmiyor. It just doesn't stand to reason to send a man there. merhamete gelmek to be moved to pity [mu:vd]. meyanesi gelmek to reach the right consistency [kinsistinsi]. meydana gelmek, to consist of [kinsist]. oluşmak anlamında: Kurul beş üyeden meydana gelir, The board consists of five members. to occur [iko:]. ortaya çıkmak anlamında: Bu hafta meydana gelen, onuncu kaza. It's the tenth accident to occur this week. to take place [pleys]. Giyim endüstrisinde değişiklikler In the garment industry changes take place hızlı bir şekilde meydana gelir. rapidly. to come about. Bütün bunlar nasıl meydana geldi? How did all this come about? to happen. Bu, meydana gelebilecek en kötü şey. It's the worst thing that could happen. miadı gelmek, to become worn out. eskimek anlamında: to expire [ikspayi]. süre bakımından: midesi ağzına gelmek, to be revolted by. iğrenmek anlamında: to feel like vomiting. kusarak gibi olmak: nazara gelmek to be touched by the evil eye [irvil]. Kız nazara geldi. The girl has been touched by the evil eye. nöbet gelmek (kriz) to have a seizure [si:ji]. olup bittiye gelmek to be an accomplished fact [fe:kt]. oyuna gelmek to be deceived [diskvd]. öğüreceği gelmek to be very disgusted [disgastid]. öğürtü gelmek to begin to make a retching sound [saund]. ölümle burun buruna gelmek to come face to face with death [deth]. ön plana gelmek to come to the fore [fo:]. önce gelmek (-den) to precede [pri:si:d]. önde gelmek to be first in importance [impo:tins]. önüne gelmek (-in) to come before. paçavra haline gelmek to tear to tatters [te:tiz]. pata gelmek, to draw [dro:]. oyun için: to be in a stalemate. durum için: to be quits [kwits]. ödeşmek anlamında: to get as one's share [§e:]. payına denk gelmek to follow. peşinden gelmek Köpek peşimizden geliyor. The dog is following us. to go wrong. pot gelmek
gelmek (raddeye)
311
raddeye gelmek to come to the point of. O dar yerde boğulma raddelerine gelmişlerdi. They had come to the point of suffocating in that narrow place [safikeyting], rast gelmek, tesadüf etmek anlamında: to run into. Taksim'de aynı Japon grubuna rast geldik. We ran into the same Japanese group at Taksim. to come across [lkros]. Ona şans eseri rast geldim. / came across it by pure chance [gams]. to be at the same level as. sevive için: Duvarın üst tarafı birinci kata rast geliyor. The top of the wall is on a level with the first floor [flo:]. İsteğe uygun olmak: to turn out right. hedefi bulmak anlamında: to hit the mark. to coincide with [koymsayd]. zaman için: saç saça baş başa gelmek to come to blows [blouz]. sadede gelmek to come to the point. Lütfen sadede gelelim. Let's come to the point, please. saplantı haline gelmek to become an obsession [ibse§in], sıkıya gelmek to be hard put to it. sırası gelmek, dizilme durumu için: to be one's turn [to:n]. Konuşma sırası size geldiğinde konuşursunuz. You'll speak when it's your turn to speak. Sıran daha gelmedi. It's not your turn yet. uygun zaman için: to be the right time. Şimdi tam sırası. Now is the right time. Sırası geldikçe hepsini açıklayacağım. I shall disclose everything in due time. Sırası gelmişken. (By the way.) sırtı yere gelmek to be defeated [difktid]. sonu gelmek to be the end of. Dünyanın sonu mu geldi? Is it the end of the world? soyundan gelmek to be descended from [disendid], sözüne gelmek (birinin) to come round to smb's point of view. sulpünden gelmek to be the offspring of. şaka gibi gelmek to be incredible [inkredibil]. İnsana şaka gibi geliyor. This is absolutely incredible. şevke gelmek to become eager [i:gi]. tadı gelmek, tatlanmak anlamında: to acquire a taste [lkwayi]. olgunlaşmak anlamında: to become ripe [rayp]. tam gelmek to fit well. Bunlar bana tam geldi. These fit me well. taneye gelmek to form berries [beriz]. telaşa gelmek to be hurried [harid]. temasa gelmek (biriyle) to meet with smb. teneşire gelmek to die [day]. Teneşire gelesi! May he die! ters gelmek to seem wrong. tıraşı gelmek to need a shave [seyv]. tövbeye gelmek to vow not to sin again [vau], tuhaf gelmek to seem strange [streync]. Bu bana tuhaf geldi. This seems strange to me. ucuza gelmek to come cheap [ci:p]. Elbiseyi dikmek, satın almaktan çok daha Making the dress will be a lot cheaper than ucuza gelir. buying it.
gelmek (uç uca)
312
uç uca gelmek uhdesinden gelmek uğurlu gelmek uğursuz gelmek usanç gelmek uygun gelmek Bana uygun gelir. Bu size uygun gelmez. Size uygun gelecek bir günde buluşalım. Ne tür hediye uygun gelir? uykusu gelmek Uykum geldi. Çocukların uykusu geldi. üst gelmek üstesinden gelmek Ben bunların üstesinden pekâlâ gelirim. Bunun üstesinden gelebilecek misin? Milli takım bu işin üstesinden gelecektir. Üstesinden gelemiyeceğin işe kalkışma. üstün gelmek üstü/ıe fenalık gelmek üstüne gelmek, çıkagelmek anlamında: birinin üstüne: Üstüme gelmeyiniz! vadesi gelmek vakti gelmek Vakit geldi. vaktinde gelmek Çaya tam vaktinde geldiniz. vecde gelmek vız gelmek Bu bana vız gelir. Vız gelir, tırıs gider. vukua gelmek vücuda gelmek yan gelmek yan yana gelmek yatıya gelmek yeri gelmek Yeri gelmişken şunu da ilave edeyim. yerine gelmek, yapılmak anlamında: İstekleriniz yerine geldi. sonu iyi olmak: yola gelmek yumruk yumruğa gelmek Yumruk yumruğa gelmek üzereydik. yüreği ağzına gelmek
to be just enough [inafj. to be able to carry out a task. to bring luck [lak]. to bring bad luck. to be bored by [bo:d], to suit [su:t]. It suits me fine [fayn]. It won't suit you at all. to be convenient [kmvimymt]. Let's meet on a day that is convenient to you. to be appropriate [lproupnyit]. What kind of present would be appropriate? to feel sleepy [sli:pi]. / feel sleepy. The children have got sleepy. to defeat [difi:t]. to cope with [koup]. / can very well cope with them. to deal with [di:l]. Will you be able to deal with that? to be equal to the occasion [ikeyjin]. The national team will be equal to the occasion. (Don't bite off more than you can chew [fu.j.j to come out on top. to be utterly bored [bo:d]. to turn up (at a critical time). to keep on at smb. Don't keep on at me. to fall due [dyu:]. (for time) to be up. Time is up. to be in time. You're just in time for tea. to fall into ecstasy [ekstisi]. to be nothing to. That's nothing to me. I don't care a fig. to occur [ikd:]. to come into being. to take it easy. to come side by side. to come for an overnight stay. to be the right time. (Incidentally, let me also add this.) to be carried out [ke:rid]. Your wishes have been carried out. to come all right. to come to reason [ri:zm]. to come to blows [blouz]. We were about to come to blows. to have one's heart in one's mouth.
gelmemek
313
yüz yüze gelmek, bir araya gelmek anlamında: to meet. Daha yüz yüze gelmedik, We haven't met yet. karşılaşmak anlamında: to come face to face with. Birçok defa ölümle yüz yüze gelmiştik. We came face to face with death several times. yüzü yere gelmek to feel ashamed on smb's behalf [biha:f]. yüzüne kan gelmek to recover one's health [helth]. zam gelmek (for prices) to increase [inkri:s]. İçkilere ikinci defa zam geldi. The price of drinks has increased again. to be the time. zamanı gelmek Bir şey yapmanın zamanı geldi de geçiyor. It's time we did something. Gitme zamanı geldi. It's time to go. Sakla samanı, gelir zamanı. What's worthless today may come in handy some day. zarar gelmek to come to harm [ha:m]. Bu işten size zarar gelmesini istemem. (/ don't want you to suffer because of this.) Bizden size hiçbir zaman zarar gelmez. No harm will ever come your way from us. zor gelmek to be difficult for. zora gelmek to be forced [fo:st]. gelmemek, dayanmamak anlamında: not to bear [be:]. Sarsılmaya gelmez. It won't bear rocking. not to stand. Bunlar taşınmaya gelmez. They won't stand carrying [ke:rying]. Bu yıkamaya gelmez. It won't stand any washing [wo§ing]. Hora gelmez. It won't stand rough usage [yu:zic]. uygun düşmemek anlamında: to suit [su:t]. Bu size gelmez. That won't suit you. bir şey yapmaya..,: not to do. Onlara güvenmeye gelmez. It doesn't do to rely on them [rilay]. Ona yüz vermeye gelmez. It doesn't do to encourage him [inka:ric]. Uyuyan yılanı uyandırmaya gelmez. It's no good awakening a sleeping snake. | birleşikler ve deyimler 1 akla gelmemek not to be anticipated [e:ntisipeyt], akla hayale gelmemek to be unbelievable [anbilkvibil]. ardı arkası gelmemek to be endless. arkası yere gelmemek to be undefeated [andifktid]. Onun arkası yere gelmez. (He has powerful backers.) çekiye gelmemek, ağırlık için: to be very heavy. düzen için: to be untidy [antaydi]. dara gelememek to refuse to be rushed [ra§t]. Ben dara gelemem. / won't be rushed. elden gelmemek not to be possible [posibil]. Elden bir şey gelmez. (It can't be helped.) elinden gelmemek to be unable to help. Elimden bir şey gelmez. (There's nothing I can do.) to be immeasurable [imejmbil]. endazeye gelmemek güvenmeye gelmemek (birine) not to rely on [rilay]. Ona güvenmeye gelmez. It doesn't do to rely on him. hatıra ve hayale gelmemek not to occur to one [ikd:r]. hayır gelmemek to be of no help. Bize artık ondan hayır gelmez. He won't be of any help to us any more. Kimseden kimseye hayır gelmez. (One should rely on oneself.)
gemlemek
314
not to feel like doing smth. içinden gelmemek İçimden hiçbir yere gitmek gelmiyor. / don't feel like going anywhere. to be unable to make ends meet. iki yakası bir araya gelmemek imlâya gelmemek to be chaotic [keotik]. ipe sapa gelmemek to be incoherent [inkouhinnt]. kaleme gelmemek to be indescribable [indiskraybibil]. sıkıntıya gelememek to be unable to withstand hardship. sıkıya gelmemek not to be rushed [ra§t]. Ben sıkıya gelemem. / won't be rushed. to be unable to take a joke [couk]. şakaya gelmemek Bu, şakaya gelmez. This is no joking matter. to be imponderable. tartıya gelmemek yabancı gelmemek to be familiar [fimilyi]. Bu bana hiç de yabancı gelmiyor. It sounds very familiar. to ring a bell. Bu ad yabancı gelmiyor. That name seems to ring a bell. zora gelememek to be unable to withstand hardship. gemlemek, to put the bit in a horse's mouth, gem takmak anlamında: to restrain [ristreyn]. frenlemek anlamında: to champ at the bit [ce:mp]. gemlenmek to be young. genç olmak Daha genç iken başka türlü idi. He was different when he was younger. to be rejuvenated [ricu:vineytid]. gençleşmek to become youthful. genç görünmek anlamında: to rejuvenate [ricu:vineyt]. gençleştirmek to generalize [cemnlayz]. genellemek genelleşmek to become general [ceniril]. genelleştirmek to generalize. to be broad [bro:d]. geniş olmak |birleşikler ve deyimler] eli geniş olmak to be open-handed, havsalası geniş olmak to be tolerant [tohrint]. içi geniş olmak to be easy going. mezhebi geniş olmak to be very tolerant (in matters of morals.) yüreği geniş olmak to be carefree [kerfri:]. genişlemek, to expand [ikspemd], büyümek anlamında: to become spacious [spey§is]. ferahlamak anlamında: geniş duruma gelmek anlamında: to widen [waydin]. yaygın duruma gelmek: to extend. genişletmek, büyütmek anlamında: to extend. Almanlar işgal ettikleri toprakları her gün The Germans are extending their territory genişletiyorlar. of occupation every day. to widen [waydin]. geniş duruma getirmek: Oraya giden bütün yolları genişlettiler, They've widened all the roads leading there. genişletmek anlamında: to enlarge [inlax]. Girişi daha sonra genişletebiliriz. We can enlarge the entrance later. *ufkunu genişletmek to broaden one's views, genleşmek to dilate [dayleyt]. gerçek dışı olmak to be untrue [antra:], gerçek olmak to be true. Düşlerim gerçek oldu. My dreams came true.
gerçekçi olmak
315 Keşke gerçek olmasaydı. Yaz yalan, kış gerçek.
gerçekçi olmak gerçekleşmek Umut ettiğimiz hiçbir şey gerçekleşmedi. Rüyalarımın hepsi gerçekleşti. gerçekleştirilmek gerçekleştirmek Korkarım,
amacını
gerçekleştiremeyecektir.
Belirli projeleri gerçekleştirmek için kurulmuş bir gruptur. Gösteriler, hiç bir şeyi gerçekleştirmez. gerdirilmek gerdirmek *yüzünü gerdirmek gereğini yapmak Payını alabilmen için gereğini yapacağım. gerekeni yapmak Bu konuda şirket gerekeni yaptı. gerekli olmak Çok gerekli mi? Bu bilgi bizim için gerekli değil.
I wish it were not true. Some circumstances are easy to handle, others are rather harder [sô:kimste:nsiz]. to be realistic [riytlistik], to materialize [mitiriyilayz]. None of our hopes materialized. to come true. My dreams have all come true. to be realized [riyilayzd]. to accomplish [ikomplis]. I'm afraid it won't be able to accomplish its purpose [po:pts]. to carry out [ke:ri]. It is a group set up to carry out certain projects. to achieve [tçi:v]. Demonstrations won't achieve anything. to be stretched [streçt], to stretch [streç]. to have one's face lifted. to see to it. I'll see to it that you get your share. to see about. The company has taken care of that already. to be necessary [neststri]. Is it absolutely necessary? to be essential [esmsil]. This information is not essential to us.
gerekmek, icap etmek anlamında: Şaşırmadığımı söylememe gerek yok. Belaya sabır gerek. Neme gerek? Adam adama gerek. Gereği yoktu. Gerekirse... Bize, yazılı bir teminat gerekiyor. Kalmanız gerekmeyecek. Mescide gerek olan, meyhaneye haramdır. Şimdiye kadar cevap vermesi gerekirdi. ille de onlarla gitmeniz gerekmez. Bu alanda tecrübe gerekmiyor. Saat 8'de burada olman gerekmiyor muydu? Bilmemeleri gerekiyor. Gece vardiyasında çalışman gerekecek. Bu saçma sapan formaliteler gerekiyor mu? bir şeyin yapılması...: Kapıların boyanması gerek.
to need (need). / need not tell you that I'm not surprised. (Patience is the best remedy for adversity.) (What's that to me?) A man will always need the help of another. There was no need for it. If need be... We need a written guarantee [ge:nnti:]. You won't need to stay. (One's man meet is another man's poison.) (should). He should have answered by this time. (have to.) You don't necessarily have to go with them. to be required [rikwaytd]. No experience is required in this field. to be supposed to [stpouzd]. Were you not supposed to be here at 8? They are not supposed to know. to be expected [ikspektid]. You'll be expected to work in the night shift. to be necessary. Are these nonsensical formalities necessary? need -ing. The doors need painting.
gereksemek
316
Pencerelerin tamir edilmesi gerekiyor. The windows need repairing [ripeyring]. Bunun izah edilmesi gerek. This needs explaining. Bu işin incelenmesi gerek. This requires looking into. to consider necessary [nesisiri], gereksemek to feel the necessity, gereksinmek to be superfluous [syu:po:fluyis]. gereksiz olmak Bu size belki de gereksiz görülebilir. This might seem quite superfluous to you. to be unnecessary [anesisiri]. Böyle bir hareket gereksiz olur. Such a move will be unnecessary. to call for. gerektirmek Bu davranışlar, sert bir tavır gerektiriyor. This behaviour calls for stern action. to entail [inteyl]. Modern yönetim, modern metodlar gerektirir. Modern management entails modern methods. to involve. Bir süre araştırma gerektirecek. It will involve a lot of research. to require [rikwayi]. Hiçbir özel teknik bilgi gerektirmiyor. // requires no special technical knowledge. to demand [dima:nd]. Bu gibi işler büyük bir dikkat gerektiriyor. This type of work demands great concentration. to necessitate [nesisiteyt]. İnşallah sert önlemler gerektirmez. / hope it won't necessitate stern measures. Bu cinayet, orada ölüm cezasını gerektirir. (This crime carries there the mandatory death sentence [sentms].) gergin olmak, to be stretched [street], gerilmiş durumda olan için: to be strained [streynd]. ilişki için: to be tense [tens], sinirler için: to become tense. gerginleşmek Durum birdenbire gerginleşmişti. The situation had suddenly become tense. gerginleştirmek to strain. Haber, sinirlerimizi gerginleştirdi. The news put severe strains on our nerves. to be slow. geri olmak (saat) Saatiniz on dakika geri. Your watch is ten minutes slow. to play second fiddle [fidil]. geri planda olmak gerilemek, geri çekilmek anlamında: to retreat [ritrkt]. daha aşağı bir dereceye: to retrograde [ritrougreyd]. kötüleşmek anlamında: to worsen [wo:sin]. yavaş bir şekilde: to recede [risi:d]. gerilmek, çekilmek anlamında: to be stretched [street]. ilişkiler için: to become strained [streynd]. sinir için: to become tense. Hepimizin sinirleri yay gibi gerilmişti. Every nerve in our body was taut [to:t]. *Her şeyi gerile gerile anlattı. He pompously related everything. *sinirleri gerilmek to be ready to explode [iksploud]. gerinmek to stretch oneself. germek, ip vs için: to stretch, ilişkiler ve sinir için: to strain, kas için: to tense, kol ve bacak için: to extend. | birleşikler ve deyimler [ çarmıha germek to crucify [kru:sifay]. !
getirilmek
317
göğüs germek Şimdiye kadar birçok krize göğüs gerdik. göğsünü germek (birine) Göğsünü gere gere. haça germek ip germek kanat germek kasları germek kol kanat germek Gençliğimde bana kol kanat germişti. getirilmek Bu, kabul edilebilir bir seviyeye getirilebilir. *küfe ile getirilmek getirmek, genel anlamda: Seni buraya getiren ne? Dosyaları getirmeyi unutma. Bunları buraya kim getirdi? alıp getirmek anlamında: Çarşıdan size bir tane getiririm, düğme, tuş vs. için: Düğmeyi yarı otomatiğe getirin, para vefiyat için: Sence ne kadar para getirir? Sokağa atsan, yine de beş milyon getirir, gelir ve kazanç için: indirimli satışlar ne kadar getirir? Şimdiye kadar ne getirdi? kâr ve faiz için: bir makama atamak anlamında: sebep olmak anlamında: Bu önlemler %4'lük bir büyüme getirecektir. [ birleşikler ve deyimler | Hak getire. arkasım getirememek iki sözü bir araya getirememek iki ucunu bir araya getirememek sonunu getirememek aceleye getirmek acı getirmek açıklama getirmek Başkan olarak bir açıklama getirmem gerek. açmaza getirmek ağız kalabalığına getirmek aklına getirmek Hiç aklıma getirmezdim. aklını başına getirmek altını üstüne getirmek ver bakımından: amana getirmek ayaklarına getirmek başına belâ getirmek Bunu başına kendi getirdi. Dil var bal getirir, dil var bela.
to stand up to. We have faced many a crises up to now. to shield smb. Proudly [praudli]. to crucify [kru:sify]. to extend a piece of rope. to take smb under one's protection. to brace one's muscles [masil]. to take under one's wing. He took me under his wing when I was young. to be brought [bro:t]. This could be brought up to an acceptable level. to be dead drunk [drank]. to bring. What brought you here [bro:t]? Don't forget to bring the files [faylz]. Who has brought these here? to fetch [fee], I'll fetch you one from the market. to move [mu:v]. Move the knob to semi-automatic. to fetch. What do you think it will fetch? It will fetch five million anywhere. to bring in. How much will the sale bring in? What has it brought in up to now? to yield [yi:ld]. to appoint fipoynt], to produce [prodyuis]. These measures will produce a 4 percent growth. There isn't/aren't any. to be unable to carry through. to be unable to express oneself clearly. to be unable to make both ends meet. to fail to complete smth [kimpli:t]. to force smb into a hasty action [e:k§in]. to bring distress. to clarify [kleuifay]. As chairman I must bring an explanation. to lay a trap for. to confuse the issue by a torrent of words. to remind smb of. (It had never entered my mind.) to bring smb to reason [ri:ztn]. to mess smth up. to turn upside down. to make smb give up. to have smth brought to one. to bring trouble upon oneself. He brought it on himself. Some tongues will bring bliss others grief.
getirmek (beraberinde)
318
beraberinde getirmek biçimine getirmek bin dereden su getirmek bir araya getirmek Bu parçaları tekrar bir araya getirmeliyiz. Bu insanları nasıl bir araya getireceksin? Bölünmüş aileleri bir araya getirmeye çalışıyoruz.
Vazoyu bir araya getirmeyi başardık. boğuntuya getirmek burnundan getirmek cinnet getirmek çapma getirmek çırpıya getirmek çocuk oyuncağı haline getirmek dalgaya getirmek dara getirmek demeye getirmek Onu demeye getirdi. En azından onu demeye getirdin. dengine getirmek denk getirmek dile' getirmek dize getirmek Teröristleri dize getirmeden barış sağlanamaz. dışardan getirmek dünyaya getirmek (emdiği sütü) burnundan getirmek eski haline getirmek Bu binayı eski haline getirmek yıllar alır. eşit hale getirmek Kârları eşit hale getirmemiz gerekecek. etkisiz hale getirmek, bomba için: nüfuz vs. için: Bunları etkisiz hale getirmenin yalnız bir tek yolu var. saf dışı bırakmak anlamında: Onları etkisiz hale getirmek için beş dakikanız var. evham getirmek faiz getirmek Hesap, yüzde sekiz faiz getirecek. fiile getirmek fütur getirmek galeyana getirmek gayrete getirmek gazaba getirmek geviş getirmek gına getirmek
to bring along. to find an occasion for [ikeyjin]. to make all sorts of excuses [ikskyu:siz]. to put together. We have to put these pieces back together? to bring together. How will you bring these people together? to reunite [ri:yu:nayt]. We are trying to reunite the broken up families [fe:miliz]. to piece together. We suceeded in piecing together the vase. to swindle money out of smb. to make smb regret to have done smth. to go mad. to create a favourable condition [kmdi.|in]. to put in a line [layn], to turn smth into a plaything. to take advantage of smb's distraction. to rush smb into doing smth. to imply [implay]. (She as good as said so.) You at least implied it. to choose the critical moment for [cu:z]. to balance [be:lms]. to express [ikspres]. to bring smb to heel [hi:l]. There can be no peace before the terrorists are brought to heel. to import. to give birth [bo:th] to. to make smb pay heavily for it. to restore smth to its previous state. It will take years to restore this building to its previous state [prkvyis], to equalize [i:kwilayz]. We'll have to equalize the profits. to defuse [difyu:z], to neutralize [nyu:trilayz]. There is only one way to neutralize their influence [influ:wms], to put out of action [e:ksm]. You've got five minutes to put them out of action. to imagine things [imexin], to yield [yidd] interest. The account will yield eight percent interest. to carry out. to lose courage [karic]. to agitate [exiteyt], to rouse smb to action [rauz]. to infuriate [infyuriyeyt]. to ruminate [ru:mineyt], to be fed up (with).
getirmek (gibisine)
319
gibisine getirmek gidip getirmek görevini yerine getirmek Görevimizi yerine getirmemiz mümkün değil. Ben yalnız görevimi yerine getiriyorum. gözünün önüne getirmek gürültüye getirmek hale getirmek Bu, makineyi yakında kullanılmaz hale getirecektir. halel getirmek haline getirmek harekete getirmek hatıra getirmek Bu mektuplar, acı anılar getiriyor. hatırına getirmek hizaya getirmek, düzgün sıra anlamında: yola getirmek anlamında: Bu insanları nasıl hizaya getireceğiz? husule getirmek iki ucunu bir araya getirmek iki yakayı bir araya getirmek ikrahlık getirmek iman getirmek imana getirmek irat getirmek kadem getirmek kanaat getirmek kâr getirmek karambola getirmek kazanç getirmek
to insinuate [insinyuweyt], to fetch [fee], to do one's duty [dyuti]. It's not possible for us to do our duty. I'm just doing my duty. to visualize [vijyudayz], to distract attention from [itensin]. to bring to... state [steyt]. This will soon render the machine useless. to harm [ha:m]. to reduce to [ridyu:s]. to set in motion [mou§in]. to bring to mind [maynd]. These letters bring to mind sad memories. to remind smb of smth [rimaynd].
to line up. to bring smb into line [layn]. Hou can we bring these people into line? to bring about. to make both ends meet. to make both ends meet. to get disgusted [disgastid]. to convert to Islam [izla:m]. to convert smb to Islam [kmvö:t]. to bring in revenue [revinyu:]. to bring good luck [lak]. to be convinced [kinvinst]. to yield profit [yi:Id]. to carom [ke:nm]. to bring in. Sonunda bütün bunlar ne kadar kazanç getirir? How much will all this bring in at the end? kendine getirmek to put smb on one's feet. Bu ilaç onu bir haftada kendine getirir. This medicine will put him on his feet within a week [medsin], kertesine getirmek to find the best time for doing smth. kırk dereden su getirmek to find all kinds of excuses [iksyu:siz]. kibar hale getirmek to refine [rifayn], kurallar getirmek to lay down rules [ru:lz]. lâfı boğuntuya getirmek to quibble [kwibil]. leke getirmek to blacken smb's reputation [repyuteysm], meydana getirmek to create [krieyt]. Gayeleri açıkça bir tampon devleti meydana getirmektir. Their aim is clearly to create a buffer state [bafi]. to bring about. Bu, devamlı bir değişim süreci meydana getiriyor. This brings about a process of continuous change [kintinyuwis]. Beraberinde sayısız sorunlar meydana getirecektir. It will bring on untold problems with it. misal getirmek to give an example [igza:mpil]. mutluluk getirmek to bring happiness. Para her zaman mutluluk getirmez. Money doesn't always bring happiness. münasebetini getirmek to find the right moment to say smth. oldu bittiye getirmek to present smb with an accomplished fact, oyuna getirmek to deceive [disi:v]. para getirmek to bring in. Bu proje bize büyük para getirecek. This scheme will bring in a lot of money.
getirmek (peresesine)
320
peresesine getirmek punduna getirmek rast getirmek, aranmakta atan bir şey için: başarı için: Allah işinizi rast getirsin. hedef için: ilci defa rast getirdi. uygun zamanı kollamak anlamında: rikkate getirmek salavat getirmek sırasını getirmek sırtım yere getirmek sonunu getirmek Bunlar, başlattıkları hiçbir projenin sonunu getirememişlerdir. Hükümet bu işin sonunu getirmeye karar verdi. söz getirmek sözü bir yere getirmek Bu kadın sözü nereye getirmek istiyor? suya götürüp susuz getirmek Susuz birini suya götürüp susuz getirir. şahadet getirmek şevke getirmek takat getirmek (bir şeye) Buna takat getiremez. tava getirmek tavına getirmek (bir işi) taze kan getirmek Bu yeni liberal önlemler, ekonomiye taze kan getirecektir. tekbir getirmek tuşa getirmek uç ucuna getirmek uğur getirmek Onu uğur getirsin diye takıyorum. usanç getirmek vücuda getirmek yakına getirmek, mesafe bakımından: büyütmek anlamında: yarar getirmek yazı getirmek yenilik getirmek yerine getirmek, eski yerine koymak anlamında: yerine yenisini koymak: direktifleri yerine getirmek: Ordu, direktifleri tereddütsüz yerine getirecektir.
to find the right moment to act. to choose the right moment to do smth. to find smth (one has been looking for.) to grant success [sikses]. May God grant you success! to hit a target [ta:git]. He hit the target twice [tways]. to choose the right moment to act [e:kt]. to make smb feel pity (towards). to ask God to bless the Prophet and his descendants [profit]. to find the right moment [moumint], to gel the better of. to bring to a successful conclusion. They have never brought to a successful conclusion any of the projects they initiated. to see (a job) through [thru:]. The government has decided to see this job through [gavmmint]. to be gossiped about. to lead up to [li:d]. What is this woman trying to lead up to? to be cunning. He is extremely cunning [kaning]. to pronounce the Islamic Credo [krido]. to cheer on [ci:]. to have the strength to. (This is well beyond his strength.) to bring to the proper heat [hi:t]. to bring to the right condition [kmdism]. to bring fresh blood [blad]. The new liberal measures will bring fresh blood into the economy [mejiz]. to proclaim the greatness of God. (The phrase is "Allahu-ekber, Allahu-ekber".) to throw one's opponent [lpoumnt], to make both ends meet. to bring good luck [lak]. I'm wearing it for good luck. to get bored [bo:d]. to bring into being. to bring near. to magnify [me:gnifay]. to benefit. to put one's summer clothes on [klouthz]. to renovate [renoveyt]. to put in its place. to replace [ripleys]. to carry out orders [o:diz]. The army will carry out orders without hesitation [hezitey§m].
getirtmek
321
emirleri yerine getirmek: Emirleri eksiksiz yerine getirmenizi bekliyoruz. Emirleri harfiyen yerine getirmemizi istiyor. Hepsi, yalnız emirleri yerine getirdiklerini iddia ettiler. gereğini yerine getirmek: Gereğini yerine getireceğiz, görevini yerine getirmek: Görevlerini yerine getirmelerine izin verin. Bu durumda görevimizi yerine getirmemiz mümkün değil. hakkı yerine getirmek: harfi harfine yerine getirmek: Talimatlarını harfi harfine yerine getirmemizi bekliyor. .siparişi yerine getirmek: Çok üzgünüz, siparişinizi yerine getiremedik. şartı yerine getirmek: vaadini yerine getirmek: yola getirmek (birisini) zarar getirmek Bu örgütümüze birçok zararlar getirecektir. Az tamah, çok zarar getirir. ziyan getirmek Az tamah, çok ziyan getirir.
to obey orders. We expect you to obey to the letter all orders. to execute [eksikyu:t]. He wants us to execute the orders to the letter. They all claimed they were only executing orders. to do what is necessary [nesisiri]. We shall do what is necessary. to discharge one's duty [disgax]. Let them discharge their duties. We are in no position to do our duty under such circumstances [so:kimste:nsiz]. to do justice [castis], to carry out to the letter. He expects us to carry out his instructions to the letter. to fill an order [o:di]. We are terribly sorry, we couldn't fill your order. to satisfy a condition [kmdism]. to live up to one's promise [promis]. to bring smb to heel, to bring harm. This will bring a lot of harm to our organization [o:gmayzeysm]. Grasp all, lose all [lu:z]. to cause harm [ko:z]. A little greed will cause great loss. to render harmless [ha:mlis]. It's time to render these vagabonds harmless.
zararsız hale getirmek Bu serserileri zararsız hale getirmenin zamanı geldi. getirtmek, to have smth brought [bro:t]. genel anlamda: Onları yakında buraya getirteceğim. /'// have them brought here soon. Daha birkaç tabak getirtebilir misiniz? Could you have some more plates brought in? to send for. doktor için: to order [o:di]. kitap vs. siparişi için: to import [impo:t]. ithal etmek anlamında: gevelemek, to chew [cu:]. çiğneme için: to mumble [mambil]. söz için: |birleşikler ve deyimleri to beat about the bush, ağzında gevelemek to hem and haw [ho:], evelemek gevelemek to beat about the bush. lâfı ağzında gevelemek Lâfı ağzında geveleyip durma. Don't beat about the bush. to beat about the bush. sözü ağzında gevelemek Lütfen sözü ağzında geveleme. (Please come to the point.) to be a chatter-box. geveze olmak to chatter [ce:ti]. gevezelenmek gevezelik etmek, çok konuşmak anlamında: to chatter. boşboğazlık etmek anlamında: to be indiscreet. gevmek to try to chew [cu:].. gevremek to become crisp [krisp], *imanı gevremek to have an appalling time [ipo:ling].
gevretilmek
322
gevretilmek gevretmek gevşek olmak, kaynsız anlamında: sıkı olmayan anlamında: Bu ip oldukça gevşek. Vidaların bazıları gevşek kaldı.
to be crispened [krispind]. to make smth crisp. to be lax [le:ks]. to be slack [sle:k]. This rope is quite slack. to be loose [lu:s]. Some of the screws are loose [skru:z].
gevşemek, ciddiyet bakımından: çaba bakımından: sıkı olmayan için: sinir bakımından: Çok gerginsin, biraz gevşe! gevşetilmek gevşetmek, ip, vida vs. için: Vidayı biraz gevşetmen gerek.
to become too familiar [fimilyi]. to get slack. to become loose [lu:s]. to relax [rile:ks]. You're too tense, relax a bit! to be loosened [lu:sind]. to ease off [i:z]. You should ease the screw off a little? to slacken [sle:km]. Could you slacken the rope a litte? to slacken. Don't slacken your effort just now.
İpi biraz gevşetir misiniz? çaba ve iş için: Şu an çabalarınızı gevşetmeyiniz. gezdirmek, Size binayı gezdireyim. Let me take you round the building. Size müzeyi kim gezdirdi? Who took you round the museum? to show round/around. 'bir yeri dolaştırmak anlamında: Birkaç arkadaşa İstanbul'u gezdireceğim. I'm showing friends round Istanbul. to show round. tanıtmak amacıyla: Size evi gezdireyim. Let me show you round [raund]. to take smb for a ride [rayd]. araba ile...: to take smb for a walk [wo:k]. çocuk vs. için: Çocukları parkta gezdirebilirsiniz. You can take the children for a walk in the park. köpek vs. için: to walk the dog. yağ, ketçap vs. için: to pour lightly over [po:] [laytli]. ütü vs. için: to go over lightly. | birleşikler ve deyimler] elden ele gezdirmek to circulate [so:kyuleyt]. Bildiri, askerlerin arasında elden ele gezdirildi. The manifesto was circulated among the soldiers. göz gezdirmek to go through [thru]. Şimdi raporun birkaç sayfasına göz gezdirelim. Now let's go through some of the pages of the report. to glance [gla:ns]. Belgeye şöyle bir göz gezdirdi. He just glanced over the document. to leaf through [li:f]. kitap, dergi vs. için: Ben, kataloga ancak bir göz gezdirdim. / only leafed through the catalogue. kucakta gezdirmek to carry (a child) around in one's arms. tef gezdirmek to pass a tambourine around (to collect money). üzerinde kalem gezdirmek to revise [rivayz]. üzerine... gezdirmek to serve with... [so:v]. Üzerine salça gezdiriniz. Serve with sauce [so:s]. gezelemek to pace up and down [pays], gezi yapmak to take a walk [wo:k]. Ormanda uzun bir gezi yaptık. We took a long walk in the wood.
gezilmek
323
gezilmek Nereleri gezilecek, söylemediler. Burada gezilecek yer kalmadı. gezinmek Bu sabah gezinmeye gittiler. Ormanda şöyle bir gezindik.
to visit. They didn't tell us what places to visit. There are no more places to see here. to go for a walk. They went for a walk this morning. to take a stroll. We just took a stroll in the forest. to ramble about [re:mbil]. We are just rambling about. to improvise [imprivayz]. to saunter [so:nti].
Biz şöyle bir geziniyoruz. müzik söz konusu ise: *tembel tembel gezinmek gezlemek, ayarlamak anlamında: to adjust [icast], nişan almak anlamında: to aim [eym], ok için: to notch [noc]. to measure [meji], ölçmek anlamında: to set straight [streyt]. silah için: gezmek, bir yere gitmek anlamında: to travel. Çok yaşayan değil, çok gezen bilir. It's the one who travels far and wide and not the one who lives long that knows. bir yeri gezmek anlamında: to see a place [pleys]. Yarın bazı yerleri gezeceğiz, We are seeing some places tomorrow. to wander about. bir yerde dolaşmak anlamında: Bütün gün gezip duruyor. He spends all his day wandering about. Sergiyi şöyle gezdik. We just went round the exhibition [igzibijin]. to see. incelemek anlamında: Evi yarın gidip gezeceğiz. We'll go and see the house tomorrow. [birleşikler ve deyimleri Ne gezer! By no means [mi:nz]. to cover thoroughly [thanli]. adım adım gezmek to go for a ride [rayd]. araba ile gezmek to run after smb. ardından gezmek to chase after smb [ceys]. arkasından gezmek beş aşağı beş yukarı gezmek to walk up and down. boş gezmek to be without work. boşta gezmek to be unemployed [animployd]. devriye gezmek to patrol [pitroul]. polis devriyesi için: to make the rounds [raundz]. Bir emniyet görevlisi, binayı her saat başı A security guard makes the rounds of the devriye gezer. building every hour. dillerde gezmek to be on everybody's tongue [tang]. dünür gezmek to find smb as a wife for smb. el üstünde gezmek to be very popular [popyuh]. elden ele gezmek to pass from hand to hand. ellerde gezmek to pass from hand to hand. evi gezmek to look around [iraund]. Evi gezmek isterim. I'd like to look around the house. karakol gezmek to go out on patrol [pitroul]. karda gezip izini belli etmemek to fool people as to one's intentions. to see the sights [sayts]. kenti gezmek kol gezmek, emniyet görevlisi için: to go the rounds. suç işlemek üzere: to prowl around [praul]. Ayaz Paşa kol geziyor. (It's freezing cold.)
gıcık olmak
324
orası senin, burası benim gezmek pek ileride gezmek peşinden gezmek salma gezmek O, sokaklarda salma geziyor. tarihi yerleri gezmek Kahvaltıdan sonra tarihi yerleri gezeceğiz. tebdil gezmek tebdili kıyafet gezmek turistik yerleri gezmek üç aşağı beş yukarı gezmek gıcık olmak gıcıklamak, gıcık oluşturmak anlamında: kuşkulandırmak anlamında: *içi/yüreği gıcıklamak gıcıklanmak, gıcık duymak anlamında: kuşkulanmak anlamında: cinsel istek için: gıcır etmek gıcırdamak, kapı vs. için: Eski yataklar bütün gece gıcırdayıp durdu, hayvanlar için: ayakkabı için: ' Gıcırdayan ayakkabıları sevmem. gıcırdatmak *diş gıcırdatmak *dişlerini gıcırdatmak gıdaklamak gıdıklamak gıdıklanmak gıpta etmek gırıldamak gırtlaklamak gırtlaklaşmak giderilmek gidermek, ortadan kaldırmak anlamında: ağrı için: arzu için: eksiklikler için: Takım, idman eksikliğini nasıl giderecek? gerginlik için: Bakanın konuşması, gerginliği gidermiş, kaygılar için: korku için: Bildiri, tüm korkularını giderecektir, kuşku için: Kaygılarını gidermek için her şey yapılacaktır. sakınca için: Bu sakıncaları gidermek için bir yol olmalı.
to wander around from place to place, to put forward big claims [kleymz]. to pursue [pisyu:]. to wander around. He just wanders idly around [aydli]. to sightsee [saytsi:]. We're going sightseeing after breakfast. to travel incognito [inkognitou]. to go about in disguise [disgayz]. to see the sights. to walk up and down. to be irritated by [iriteytid]. to cause an irritation of the throat, to raise one's suspicion [sispism]. to arouse one's sexual appetite [irauz]. to have an irritation of the throat, to become suspicious of [sispi§is], to have one's desire aroused [irauzd]. to creak [kri:k], to creak. The old beds kept creaking all night. to squeak [skwi:k]. to screech [skrkc]. / don't like screeching shoes. to make smth creak. to gnash the teeth [ne:§]. to gnash one's teeth. to cackle [ke:kil]. to tickle [tikil]. to be tickled ftikild]. to envy. to rumble [rambil] (stomach). to strangle [stre:ngil]. to be at one another's throats [throuts]. to be removed [rimu:vd]. to remove [rimu.w]. to relieve pain [pe:yn]. to satisfy one's desire [dizayi]. to make up for. How will the team make up for the lack of training? to clear the air [e:]. The minister's speech has cleared the air. to allay one's anxiety [emgzayiti], [lley]. to dispel. The declaration will dispel all their fears. to dispel. Everything will be done to dispel his anxiety. to obviate [obvieyt]. There must be a way to obviate these drawbacks [dro:be:k].
325
gidilmek
tereddütler için: Zihinlerdeki bazı tereddütleri gidermek isterim. *kulaklannın pasını gidermek * şüpheyi gidermek gidilmek "İran'a gidilmez" denildi, gidildi. Bu saatte oraya gidilmez. Bu yağmurda hiçbir yere gidilmez. gidişmek girilmek Girilmez. Yalnız ibadetle cennete girilmez. hırsızlık için: Evler, bürolar ve dükkanlara girilmiş. Kulla Tanrı arasına girilmez. Etle tırnak arasına girilmez. giriş yapmak Kayıtlarımıza göre bugün giriş yapmadı. girişilmek O bölgede yeni örgütler kurulmaya girişildi.
to dispel. I'd like to dispel any doubts that might be entertained [entiteynd]. to listen to music after being deprived of it. to remove doubts [dauts]. to go. It was said you couldn't go to Iran, we did. One can't go there at this time. One can't get about in this rain. to itch [ i f ] . to enter [enti]. No entrance [entrins]. One cannot enter paradise by worship only. to be burglarized [bo:ghrayzd]. Houses, offices and shops have been burglarized. One cannot intervene between God and the faithful. Do not interfere in family matters of others. to check in. According to our records he hasn't checked in today. to be undertaken [anditeykin]. The formation of new organizations were undertaken in that region [rixin],
girişmek, bir işe...: bir iş için hazırlık yapmak: birbirine karışmak anlamında: burnunu sokmak anlamında: teşebbüs etmek anlamında: |birleşikler ve deyimler) bahse girişmek başından büyük işlere girişmek Biz başımızdan büyük işe giriştik. birbirine girişmek boyundan büyük işlere girişmek Biz boynumuzdan büyük işlere girişmişiz.
to undertake [anditeyk]. to set about to. to get tangled up [temgild], to meddle [me:dil]. to attempt.
to bet (on). to bite off more than one can chew [cu:]. We bit off more than we could chew. to get tangled up [temgild]. to set about doing things beyond one's limit. We undertook something that was beyond our limit. denemelere girişmek to make experiments. iddiaya girişmek to make a bet with each other. işe girişmek to embark on a job [imba:k]. Az bir sermaye ile işe giriştiler. They started out with a modest capital. Gözü kapalı olarak bu işe girişmem. (I won't buy a pig in a poke [pouk].) kampanyaya girişmek to start a campaign [ke:mpeyn]. münakaşaya girişmek to get into an argument with [argyumint], pazarlığa girişmek to bargain with [ba:gin]. Lütfen onlarla pazarlığa girişmeyiniz. Please don't try to bargain with them. rekabete girişmek to compete with [kimpiit]. Bu piyasalar için Avrupayla rekabete We have to compete with Europe for these girişmemiz gerek. markets. savaşa girişmek (bir şeye karşı) to wage war on [weyc]. siyasete girişmek to engage in politics [ingeyc]. girmek, dışarıdan içeriye geçmek anlamında: to enter, to go in.
girmek (anlaşmaya)
326
Ziyaretçilerin gireceği ayrı bir giriş var. Üye olmayan giremez. Kapıdan kovsan, bacadan girer. Zor, kapıdan girince; şeriat, bacadan çıkar. Bir yola girerken, sağdan yaklaşan trafiğe dikkat et. birdenbire...: bir yere yasa dışı olarak: Birisi buraya girmiş. davetsiz olarak: hırsızlık amacıyla: Evlerine bir hırsız girmiş. bulaşmak anlamında: Böyle bir polemiğe girmek istemiyorum, incelemek anlamında: Lütfen öyle uzun açıklamalara girmeyiniz, girişmek anlamında: Bu tartışmaya yeniden girmeyelim, katılmak anlamında: Onlar da aramıza girdi. Biz başka bir kulübe gireceğiz. ı savaşta bir şehri almak: Bu sabah zırhlı tugay Enes kasabasına girdi. sığınak anlamında: Senin ayağın bu çoraplara girmez. Bütün bunlar buraya nasıl girer? yeni bir iş alanına...: Turizm alanına girmek kolay değildir. Yeni pazarlara girmek zorundayız. Alman tekstil pazarına girmeyi düşünüyoruz. yer almak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Köpeksiz sürüye kurt girer. anlaşmaya girmek aralarına kara kedi girmek araya girmek, aracılık etmek anlamında: barıştırmak üzere: burnunu sokmak anlamında: kötü anlamda karışmak: müdahale etmek anlamında: şefaat etmek anlamında: araya soğukluk girmek ayrıntıya girmek Şu anda fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. bahse girmek Bahse girmek ister misin?
There's a separate entrance for visitors to enter from [sepirit], (Members only.) to get in. Throw him out of the door and he'll get in through the chimney. (There can be no religious law where the law of force prevails [prive:ylz].j When entering a road take into account the traffic approaching from the right. to burst into [bo:st], to break in [breyk]. Someone has broken in. to crash the gate [kre:sj. to break into. Apparently a thief has broken into their house. to go into. I don't want to go into such a polemic. to enter into. Please don't enter into such long explanations. to start. Let's not start this debate all over again. to join [coyn]. They have joined us too. We are joining another club. to take. The armoured brigade has taken the town of Enes this morning. to fit. Your feet won't fit into these stockings. How will all these things fit in here? to break into [breyk]. It's not easy to break into the field of tourism. [turizim]. We have to break into new markets. We are thinking of breaking into the German textile market [tekstayl]. to be comprised [kimprayzd]. A defenseless flock is sure to be attacked by the wolf. to enter into an agreement, to be cross with each other. to mediate [mi:dyeyf]. to work to reconcile [rekmsayl]. to meddle (into) [medil]. to interfere [intifi:]. to intervene [intivkn]. to intercede [intisi:d]. to be on strained terms [tb:mz]. to go into details [diteylz]. / don't want to go into too much details now. to lay a bet [ley]. You want to lay a bet?
girmek (başı belâya)
327
başı belâya girmek başı derde girmek bin renge girmek birbirine girmek, kavga için: karışıklık için: borca girmek Vergileri karşılamak için borca girdik. Birçok borca girmişler. borç altına girmek Şu anda borç altına girmek istemiyorum. boyunduruk altına girmek bunalıma girmek Sen böyle devam edersen, sonunda bunalıma gireceksin. burnuna girmek buyruğu altına girmek (birinin) çarşafa girmek çıkmaza girmek Barış görüşmeleri yine çıkmaza girdi. iki taraf, daha şimdiden çıkmaza girdiler. Sendikalarla görüşmeler çıkmaza girdi. konuşma dilinde: İş çıkmaza girdi. çizme ile tandıra girmek damarına girmek denize girmek Denize girmek tehlikeli ve yasaktır. Bugün denize girelim. Karpuz kabuğunu görmeden denize girme. derde girmek detaylara girmek dünya evine girmek ehliyet sınavına girmek Yarın ehliyet imtihanına gireceğim. emrine girmek (birinin) erbaine girmek erginlik yaşına girmek gerdeğe girmek gizlice girmek Bütün bu insanlar gizlice içeriye nasıl girdiler? görüş mesafesine girmek gözüne girmek (birinin) Konuşmacılar işçilerin gözüne girmeye çalıştılar.
Öğretmenin gözüne girmeyi iyi biliyor. gözüne uyku girmemek Bütün gece gözüme uyku girmedi.
to be in trouble [trabil], to get into trouble. to keep changing colour [kali]. to come to blows [blouz]. to become embroiled [embroyld]. to run into debt. We ran into debt to pay for the taxes. to incur a debt [inko:]. They have incurred numerous debts. to get into debt [det]. We don't want to get into debt for the moment. to be put under the yoke [youk]. to have a breakdown. If you go on like that you'll end up having a breakdown. to come too close to [klous]. to come under the command of [kima:nd], to begin wearing the veil [veyl], to bog down. The peace negotiations have bogged down again. to reach deadlock [dedlok]. The two sides have already reached deadlock. to reach a stalemate [steylmeyt]. The negotiations with the unions have reached a stalemate. to be in a fix. We're in a fix. to be ill-mannered [me:nid]. to ingratiate oneself with [ingrey§ieyt], to bathe [beyfh]. Bathing is dangerous and prohibited. to go swimming. Let's go swimming today. (Don't attempt anything unless the time is right.) to fall into trouble [trabil]. to go into details [diteylz]. to get married [me:rid], to take the driving test [drayving], I'm taking the driving test tomorrow. to enter into smb's service [so:vis]. to hibernate [haybmeyt]. to become of age [eye]. to enter the bridal chamber [braydil]. to sneak in [sni:k]. How where all these people able to sneak in? to come into sight [sayt]. to curry favour with [kari]. The speakers were currying favour with the workers. to gain smb's favour [feyvi]. She knows how to gain the teacher's favour. not to sleep a wink. / haven't slept a wink all night.
girmek (günaha)
328
günaha girmek günahına girmek güvey girmek Suçu gelin etmişler, kimse güvey girmemiş. halden hale girmek halvate girmek hapse girmek hayatına girmek (birinin) hizaya girmek Öğretmen, arkadaki öğrencilerin hizaya girmelerini istiyordu. hizmete girmek içeri girmek, bir yere girmek anlamında: içeriye girsenize. İçeriye girmez misiniz? hapse girmek anlamında: zarar etmek: Birkaç milyon içeri girdik. ihrama girmek imtihana girmek işe girmek kadroya girmek kafasına girmek kafasına girmemek Bu kafama girmedi. kafasına söz girmemek Onun kafasına söz girmez. kafese girmek kalbine girmek kalıptan kalıba girmek kampa girmek kanına girmek kapsamına girmek karınsaya girmek kategoriye girmek Bu faktörler, bu kategoriye girmez. Yasa dışı faaliyetlerin çoğu bu kategoriye girer. kavgaya girmek kayıt altına girmek kayıt altına girmemek kesesine bir şey girmemek kıran girmek kol kola girmek koltuğa girmek kultuğuna girmek (birinin) koluna girmek komaya girmek konuya girmek koynuna girmek koz kabuğuna girmek
to commit a sin [kimit], to accuse smb wrongly [ikyu:z], to get married [me:rid], (No one will readily admit his guilt [gilt]./ to be overcome with embarrassment. to withdraw into solitude [solityu:d], to go to jail [ceyl]. to get into one's life. to fall in. The teacher wanted the students at the back to fall in. to be put into service [sorvis].
to come in. Do come in. Won't you come in? to go to jail [ceyl]. to lose money [lu:z]. We have lost a few millions. to put on the pilgrim's garb. to sit for an exam [igze:m]. to become employed. to be on the permanent staff. to make good sense [sens]. not to make sense. It doesn't make any sense. to be stupid. He is just stupid. to be taken in. to win smb's heart [ha:t]. to constantly change (one's ideas). to withdraw into camp. to stain one's hands with smb's blood. to be comprised [kimprayzd]. to molt [moult]. to fall under a category [ke:tigori]. These factors do not fall under this category. Most of their illegal activities fall into this category. to tangle with [teingil]. to be bound by restrictions [ristriksmz]. to refuse to be bound by restrictions. not to benefit from. to break out [breyk] (for an epidemic). to link arms. to get married [me:rid], to put oneself under smb's protection. to take smb by the arm. to go into a coma. to come to the point. Konuya pat diye girdi. He came straight to the point. to go to bed with smb. to crawl into a hole to hide [hayd].
girmek (kramp)
329
kramp girmek to be seized with cramp [kre:mp]. kulağına girmek to heed [hi:d]. kulağına girmemek to pay no attention to [itenfm]. kuyruğa girmek to queue up [kyu:]. mahremiyetine girmek (birinin) to be taken into smb's confidence. masrafa girmek to incur expenses [inko:]. mateme girmek to get into mourning [morning]. mer'iyete girmek to come into force [fo:s]. mevzua girmek to come to the point [poynt]. münasebete girmek to establish a relationship with. müsabakaya girmek to compete [kimpi:t]. nabzına girmek (birinin) to ingratiate oneself with [ingre§iyeyt]. orsa girmek to hug the wind [hag], polemiğe girmek to be drawn into a polemic [dro:n]. Ben bu polemiğe girmem. not let myself be drawn into this polemic. to begin to go smoothly, rayına girmek to blush with shame [blasj. renkten renge girmek to take a risk. riske girmek Hiç sebep yokken riske giriyorsunuz. You're taking risks for no reason at all. sakalının altına girmek (birinin) to ingratiate oneself with [ingre§iyeyt]. savaşa girmek to go to war [wo:]. sevaba girmek to do a good deed [di:d]. sınava girmek to sit for an exam [igze:m]. sıraya girmek to line up [layn ap]. Lütfen gişenin önünde sıraya girin. Please line up in front of the box-office. to take a form. şekle girmek to close down for the vacation [vikeygin]. tatile girmek Okul ne zaman bayram tatiline giriyor? When does school close down for the Bairam vacation? tek sıra girmek to file in [fayl]. Heyet salona tek sıra halinde girdi. The committee filed into the hall one by one. to take a favourable turn [feyvinbil]. tıkırına girmek İşler tıkırına girdi. Things have taken a favourable turn now. to enter one's...year. -yaşına girmek Sen altmış yaşına girdin. You've entered your sixtieth year. Beş yaşına girdi. (He's in his fifth year.) Bir yaşına daha girdin. You're a year older now. Bir yaşıma daha girdim! (Well, we live and learn!) to go to bed. yatağa girmek yayma girmek to go on the air. Birazdan Başbakan yayına girecek. The Prime Minister will go on the air soon. to vanish into thin air [venisj. yer yarılıp içine girmek to come right [rayt]. yola girmek to come right. yoluna girmek yük altına girmek to take on a burdensome task [bo:dmsim]. yürürlüğe girmek to go into effect [ifekt]. Yeni yönetmelik geçen mayısta yürürlüğe girdi. The new regulations went into effect last May [regyuleyfin]. to come into force [fo:s]. Bu kanun ne zaman yürürlüğe girdi? When did this law come into force? to go to a lot of trouble [trabil]. zahmete girmek to break into. zorla girmek (bir meskene) Kimse başkasının evine zorla siremez. No one can break into someone elses's house.
gitmek
330
gitmek, esas anlamda: Erken mi gitsek? Tek gitsin de, nasıl giderse gitsin. Ne amaçla oraya gittiniz? İçimden hiçbir yere gitmek gelmiyor. Gitsek mi? Gitmez olaydım! Hangi cehenneme gitti? Sen gidedur. Dünyada gitmem. Acele giden, ecele gider. Güle güle gidiniz. Tez giden, tez yorulur. Nereye gitsen, okka dörtyüz dirhemdir, ayrılmak anlamında: Gitsek mi? İyisi mi, gidelim buradan. Demek, yarın gidiyorsun. Gitmek üzereydik. Turistlerin yarısı gitti. Bunların gelmesi ile gitmesi bir oldu. Acele gitmem gerek. Ölen ile gidenin dostu olmaz. Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri. Artık gitmeliyim. Pilisini pırtısını toplayıp gitti. gizlice gitmek anlamında: otobüs, tren vs. ile...: gemi ile...: yaya...: bir yere doğru yönelmek: Oraya iki saatte gidilir, gelinir. Galiba, evine gitmemiş. Annem bugün doktora gidecek. Onu okula giderken kaybetmiş olabilirim. Ankara'ya gidip gelmişim. Bir yüz metre daha gidiniz. Bu çocuğun gideceği bir yeri yok. Oraya ne diye gitmek istiyor? Baş nereye giderse, ayak da oraya gider. Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gider. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak var. Bulgurlu'ya gelin mi gidecek? dayanmak anlamında: Bu ceket daha beş yıl gider. Bu konserve bize üç ay gider. Bu makine daha beş yıl gider. durum için: Çalışmalarınız nasıl gidiyor?
to go. Would it be better if we went early? All I ask is for him to go. (What took you there?) I'm in no mood to go anywhere. Should we go? I wish I hadn't gone there. Where the hell did he go? You keep on going. I wouldn't go for the life of me. (Speed may mean death.) (Have a nice trip.) (He who runs gets tired fast.) (People are the same everywhere.) to leave [li:v]. Shall we leave? The best thing to do is to leave this place. So you're leaving tomorrow. We were about to leave. Half of the tourists have left. They no sooner came than they left. (I must hurry off now.) (The dead and the absent have no friends.) (One must adapt oneself to the circumstances [s6:ktmste:nstz].) (Thanks for your kind hospitality.) I must be going. He left bag and baggage [be:gic]. to sneak off [sni:k]. to go by bus/train. to sail [seyl]. to go on foot [fut]. to go [gou]. One can go there and back in two hours. Apparently she didn't go home. (My mother is seeing the doctor today.) I may have lost it on my way to school. I'm supposed to have been to Ankara [enkin]. Just go on another hundred metres [mktrz]. This child has nowhere to go. What does he want to go therefor? (Like father like son.) (Children tend to imitate the adults.) There is the risk of losing what one has while trying to get more. (Why all the fuss [fas]?) to last. This jacket will last five more years. This canned food will last us three months. (This machine is still good for five years.) to get on. How are you getting on with your work?
gitmek
331
to go. Okul nasıl gidiyor? How are you getting on at school? İngilizceniz nasıl gidiyor? How are you getting on with your English? Her şey planladığımız gibi gitti. Everything went as we have planned. Böyle geldi, böyle gider. It has been so up to now and will remain so. Hiçbir şey planladığımız gibi gitmedi. Nothing has gone according to plan [ple:n]. Battı balık yan gider. (Everything is in such a mess.) Mülakat nasıl gitti? (How did the interview come off?) indirimli satışlar nasıl gidiyor? How are the sales going [seylz]? geçmek anlamında: to be over [ouvi]. Çoğu gitti, azı kaldı. Most of it is over. gemi için: to be bound for [baund]. Gemi İskenderun'a gidiyordu. The ship was bound for Alexandretta [aligzendreti]. Bütün bu gemiler nereye gidiyor? Where are all these ships bound for? to die [day]. ölmek anlamında: Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen gitmiş. Only those whose time has come do die. to go for. satılmak anlamında: Gümüş ibrik kaça gitti? How much did the silver ewer go for [yu:wi]? to go. sonuç için: Sel ile gelen yel ile gider. Easy come easy go. Yelle gelen, selle gider. Quickly come quickly go. Haramdan gelen, harama gider. Ill-gotten gains will be ill-spent [geynz]. Haydan gelen huya gider. Easy come easy go. Böyle gelmiş, böyle gider, It has always been this way. tüketilmek anlamında: to take [teyk]. Bir etek için ne kadar kumaş gider? How much cloth will it take to make a skirt? ulaşmak anlamında: to lead [li:d]. Bu yol bir yere gitmez. This road leads nowhere. Bütün yollar Roma'ya gidermiş. It is said that all roads lead to Rome [roum]. Bu yol Pendik'e gider mi? Does this road go to Pendik? Bu yol, doğru köprüye gider. This road leads straight to the bridge. Demir kapıya giden dar bir yol var. There's a narrow path that leads to the gate. yakışmak anlamında: to go well with. Siyah ona iyi gitmiyor. Black doesn't go well with it. yetmek anlamında: to be enough for [inaf]. Bu, bir ay gider. It's enough for a month. yok olmak anlamında: to go away. Öfkesi hâlâ gitmedi. His anger hasn't gone away. birleşikler ve deyimler | Sağlıcakla gidiniz! Hoş geldik, beş gittik. Kurdun davetine giden, köpeği beraber almalı. Bir kıyamet gitti! Bu işi anlayamadım gitti. Unutulup gitti. O kadar ısrar ediyorsan, verdim gitti. Unutup gittim. Ver bunları gitsin. Unut gitsin! Bu adam, ölüp gidecek. Gel zaman, git zaman.
Good journey! We've come with pleasure, we're leaving satisfied. He who accepts an invitation from a wolf must take a dog with him. There was an uproar. I just can't understand it [andiste:nd]. It was completely forgotten [figatm]. If you insist you can have it. I completely forgot [figat]. Give them away and let's be done with them. Forget it! This man is going to die. After a certain time.
gitmek (acayibine)
332
Sen git parayı sarf et. And what does he do?,... he spends the money. Günah benden gitti. Well, you can only blame yourself for that. Gelsin içki, gitsin içki. Drinks flowed freely. acayibine gitmek to sound strange [streync]. Söyledikleri acayibine gitmedi mi? Didn't all this sound strange to you? to seem odd. görülen şey hakkında: , Acayibime gitti. It seemed odd to me. acele acele gitmek to be in a rush [rasj. ağır gitmek to go slowly. Ağır giden, yol alır. He who goes slowly goes surely [§u:li]. Ağır giden, dağlar aşar. Go slowly but surely. to move slowly. Burada işler çok ağır gidiyor. Things are moving too slowly here. ağrına gitmek to offend one's feelings. akıntı ile gitmek to go with the stream [stri:m]. akıp gitmek to slip by. Yıllar akıp gitti. The years have slipped by [slipt]. to be perplexed [piplekst]. aklı gitmek to be beside oneself [bisayd]. aklı başından gitmek to go wrong. aksi gitmek Bugün her şey aksi gitti. Everything has gone wrong today. aksine, gitmek to run counter to [kaunti]. alışverişe gitmek to go shopping. arada gitmek to pass unnoticed [anoutist]. araya gitmek to be sacrificed [se:krifayst]. arkasından gitmek (birinin) to run after. Halkın hâlâ bu kadının arkasından gitmesi, It's unbelievable that the people should still inanılacak gibi değil! run after that woman. arpa boyu kadar gitmek to show little progress. askere gitmek to do one's military service [so:vis]. Kardeşim askere gitti. My brother is doing his military service. aşın gitmek to exceed the limit [iksi:d]. ayağına gitmek (birinin) to visit smb personally [porsmli]. ayaklan geri geri gitmek to drag one's feet [fi:t]. basıp gitmek to walk off [wo:k]. baş aşağı gitmek to go steadily down. başabaş gitmek to be level with. başın sağ olsuna gitmek to pay a visit of condolence [kmdoulms]. başını alıp gitmek to leave without notice [noutis]. başının dikine gitmek to refuse all advice [ldvays]. başta gitmek to be in the lead [li:d]. baştan kara gitmek to head for disaster [diza:sti]. betine gitmek to vex [veks]. bir arpa boyu yol gitmek to make little headway. Şimdiye kadar bir arpa boyu yol gittik. We've made little headway so far. bir içim suya gitmek to go for next to nothing. boşa gitmek to be wasted [weystid]. Bunca iyi niyet boşa gitti. All this good-will has been wasted. to come to nothing. Bütün gayretlerimiz boşa gitti. All our efforts came to nothing. Er giden işine, geç giden boşuna. (It's the early bird that catches the worm.) Bulgurlu'ya gelin gitmek to be in a great hurry [hari]. Bulgurlu'ya gelin mi gidecek? Why all this hurry? burnunun dikine gitmek to do smth one's way.
gitmek (canı)
333
canı gitmek çamaşıra gitmek çekip gitmek Böyle çekip gidemezsiniz! Bu adam elini kolunu sallaya sallaya nasıl çekip gider? çifte gitmek dere tepe düz gitmek dışarı gitmek dışarıya gitmek dikine gitmek doktora gitmek doludizgin gitmek dörtnala gitmek dümen suyundan gitmek dünür gitmek dünyadan göçüp gitmek Hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğiz. eğri gitmek elden gitmek elinden gitmek eriyip gitmek eşkin gitmek eve gitmek ezbere gitmek fena gitmek fenasına gitmek, gücenmek anlamında: sinirlenmek anlamında: Bu iş fenama gitti. garibine gitmek Doğrusu, bu iş garibime gitti. geçinip gitmek Güç bela geçinip gidiyoruz. Zar zor geçinip gidiyoruz. geçip gitmek Günler geçip gidiyor, daha hiçbir şey yapmadık. gelin gitmek gelip gitmek Gelip giden olmadı. geçmiş olsun'a gitmek geri gitmek, çekilmek anlamında: gerilemek anlamında: kötüleşmek anlamında: geri geri gitmek ayakları geri geri gitmek: gezmeye gitmek görücü gitmek göz aydın'a gitmek gözü açık gitmek gözünün önünden gitmemek greve gitmek
to worry about smb [wari], to do the laundry for a living [lo:ndri], to walk out. You can't just walk out like that! (How can this man go scot free?) to go to plough [plau]. to go up hill and down dale [deyl]. to go out. to go abroad [ibro:d], to do the opposite of what one is told. to see the doctor. to ride at full speed [rayd]. to gallop [ge:lip]. to follow in one's wake [weyk]. to ask for. to depart from this world. We shall all depart from this world. to go wrong. to be lost. to be dispossessed [dispizest] of. to waste away [weyst]. to canter [ke:nti]. to go home [houm]. to proceed blindly [blayndli]. to go badly. to upset [apset]. to exasperate [igza:spireyt]. This business has exasperated me. to strike one as odd [strayk]. To tell you the truth, it strikes me as odd. to make ends meet. We can hardly make both ends meet. to live from hand to mouth. We live from hand to mouth. to go by. The days are going by and we haven't done a thing. to marry into a family. to come and go frequently [fri:kwintli]. (Nobody has come.) to pay a visit of sympathy [simpithi]. to go back. to recede [risi:d]. to decline [diklayn]. to back out. to go unwillingly. to go for a walk. to pay a visit to a prospective bride [brayd], to pay a visit of congratulation. to die a disappointed person. to continue to haunt one's mind [ho:nt]. to go on strike [strayk].
gitmek (gücüne)
334
gücüne gitmek
to be offended. I'm deeply offended. to go by the board [bo:d]. güme gitmek gürültüye gitmek to be lost in the confusion [kmfyuijin]. hacca gitmek to make the pilgrimage to Mecca [pilgrimic]. hacı olmak to become a pilgrim. hasır altına gitmek to be covered up [kavid]. hasret gitmek (bir şeye) to die longing for. havaya gitmek to be in vain [veyn]. hoşa gitmek to tickle one's fancy [fe:nsi]. Önemli kişiler arasında oturuyor olmak çok It tickled my fancy to be sitting among the hoşuma gidiyordu. bigwigs. to please [pli:z]. O sabah hoşa gitmeyen raporlar gelmeye başladı. That morning scarcely pleasing reports started coming in. to like [layk]. Hoşunuza gidiyor mu? Do you like it? Bunu duymak hoşlarına gitmeyecek. They won't like to hear of that. Pek hoşuma gidiyor diyemem. I can't say I like it much. Hoşunuza gitse de gitmese de, bu böyledir. That's how it is, whether you like it or not. to enjoy [incoy]. Pek hoşumuza gitmedi. We didn't enjoy it much. hoşuna gitmemek: not to be to one's liking. Bu tür eğlenceler hoşuma gitmiyor. This type of entertainment is not to my liking. Onun çapında bir oyuncuyu kaybetmek hoşuma gitmez. (I'd hate to lose a player of his calibre [kedibi] , Bu, hiç de hoşuma gitmiyor. / find it very distasteful [disteystful]. huyuna suyuna gitmek to treat smb tactfully [te:ktfuli]. içi gitmek, çok istemek anlamında: to crave for [kreyv]. ishal olmak anlamında: to have diarrhea [dayirkyi]. bir içim suya gitmek to go for next to nothing. içinden kan gitmek to suffer secretly [safi]. içtikleri su ayrı gitmemek to be close friends [klous]. İçtikleri su ayrı gitmezdi. They were very close friends.) iflâsa gitmek to head for bankruptcy [be:nkrapsi]. ileri gitmek, ilerlemek anlamında: to advance [idva:ns]. konu için: to go further. Daha ileri gitmeden bu konuyu tartışalım. Let's discuss this before going any further. Bu, bir söylentiden ileri gitmez. (It's no more than a rumour [ru:mi].) mesafe için: to go forward [fo:wid]. ölçü dışına çıkmak anlamında: to go too far. saat için: to be running fast. fazla ileri...: to go to extreme [ikstriim]. Fazla ileri gitmeye gerek yok. There's no need to go to extreme. ilerisine gitmek (bir işin) to follow a matter up [folou]. imansız gitmek to die as an unbeliever [anbilkvi]. istemiye istemiye gitmek to go willy-nilly. işi rast gitmek to be in luck [lak]. işleri iyi gitmek to do well. işleri yolunda gitmek to fare well [fe:]. işleri yolunda gitmemek to fare i l l . iyi gitmek, vakısmak anlamında: to suit [su:t]. Bu, çok gücüme gitti.
gitmek (izinden)
335
yolunda olmak anlamında: İşinin iyi gittiği görünüyor. izinden gitmek O, babasının izinden gidiyor.
to go well. He seems to be getting along quite well. to follow in the footsteps of smb. He's following in his father's footsteps. to follow in the wake of [weyk]. Onun izinden gideceğime yemin ediyorum. I swear to follow in his wake. kafasının dikine gitmek to do as one pleases [plkziz]. kapış kapış gitmek to sell like hot cakes [keyks]. karadan gitmek to go by land [le:nd]. kamı gitmek to have diarrhea [dayiri:yi]. karşılamaya gitmek to go to meet smb. kendi havasına gitmek to do as one pleases. kendi keyfine gitmek to do what strikes one's fancy [fe:nsi]. kestirmeden gitmek to take a short cut [kat]. Ormandan kestirme giderseniz, zaman kazanırsınız. You'll gain time if you cut across the wood. Bazen kestirmeden gitmeye çalışırız, Sometimes we try to take a short cut. fazla uzatmadan anlatmak: not to beat about the bush [bi:t], kısa yoldan gitmek, mesafe için: to take a short cut. anlatım için: to be to the point, kıvrıla kıvrıla gitmek to wind [wayind]. Yol, ormanın içinden kıvrıla kıvrıla gidiyor. The road winds through the forest. kıyıdan gitmek to hug the coast [hag]. kim vurduya gitmek to be an unlucky victim [anlaki]. Bir gazeteci yine kim vurduya gitti. Yet another newspaperman was the victim of an unknown killer. kötüye gitmek to worsen [wo:sin]. Kötüye giden bir ekonomi söz konusudur. We're talking here of a worsening economy. İşler kötüye gidiyor. (Things are taking a bad turn.) kurban gitmek to fall victim. misafirliğe gitmek to pay a visit to. okkanın altına gitmek to bear the brunt [brant]. okula gitmek to go to school. orağa gitmek to go reaping [ri:ping], orsa gitmek to hug the wind [hag]. oturmaya gitmek to go on a visit to. önden gitmek to lead the way [li:d]. Sizin önden gitmeniz daha iyi olur. It would be better if you lead the way. önünden gitmek to get ahead. ölüp gitmek to die [day]. Doktor gelinceye kadar adam ölüp gidecek. By the time the doctor comes, the man is certain to die. peşinden gitmek, to follow. izlemek anlamında: Neden her yere onun peşinden gidiyorsun? Why do you keep following her everywhere? to follow in smb's footsteps. izinden gitmek anlamında: Onun peşinden gitmeyi kim istesin ki? Why should anyone want to follow him? post elden gitmek to lose one's post [poust]. pupa yelken gitmek to sail before the wind [seyl]. rahvan gitmek to go at an amble [e:mbil]. rast gitmek to go well. referanduma gitmek to hold a referendum on [refirendim]. Hükümet bu konuda referanduma gider mi? Will the government hold a referendum on this issue [gavmmint]?
gitmek (rüzgâr gibi)
336
rüzgâr gibi gitmek safa geldin'e gitmek sarsıla sarsıla gitmek sayfiyeye gitmek sefere gitmek sele gitmek sıcağa gitmek sılaya gitmek sır olup gitmek siya siya gitmek su gibi gitmek suyuna gitme (birinin) suyunca gitmek sürgün gitmek sürgüne gitmek sürüp gitmek Bu böyle sürüp gitmez. TV'de bu tartışma saatlerce böyle sürüp gidiyor. Bu garip durum sonsuza dek sürüp gidemez. Saldırılar ve karşı saldırılar sürüp gitti. şansı kötü gitmek şansı ters gitmek şansı yaver gitmek Şimdiye kadar şansımız yaver gitti. şansı yaver gitmemek tadı gitmek talihi ters gitmek talihi yaver gitmek (bir) tarafa gitmek Siz ne tarafa gidiyorsunuz? tasfiyeye gitmek tekne ile geziye gitmek temizliğe gitmek tepesi aşağı gitmek ters gitmek Bugün her şey ters gitti. tersine gitmek Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine. tersyüzden gitmek tıkırında gitmek Bir müddet her şey tıkırında gitti. işler tıkırında gidiyor. tıpış tıpış gitmek, küçük adımlarla gitmek: istemiye istemiye gitmek: tırıs gitmek Bana tırıs gider. Bana vız gelir, tırıs gider. tuhafına gitmek Bu, tuhafına gitmedi mi? ucuza gitmek uçup gitmek usu gitmek
to sail with the wind [seyl] to pay smb a visit of welcome [welkim], to jolt along. to move to a summer house. to go to war [wo:]. to be needlessly wasted [weystid]. to go to a Turkish bath [ba:th], to visit one's native place [neytiv], to vanish into thin air [ve:ni§]. to go backwards [be:kwidz], to flow like water. to treat smb with tact [te:kt]. to rub smb the right way [rab]. to be exiled to [eksayld], to go into exile [eksayl]. to last. It won't last long. This discussion goes on like this on TV for hours. This strange state of affairs can't possibly last for ever [ife:z]. Attacks and counter-attacks went on [ite:ks]. to have a run of bad luck. to get a bad break. to get a good break. (We've been in luck's way so far.) to be down on one's luck [lak]. not to give pleasure any more [pleji]. to be down on one's luck. to be in luck [lak]. to head for. Where are you heading for? to go into liquidation [likwideysm]. to go sailing [seyling]. to do the cleaning for a living. to go downhill. to go wrong. Everything has gone wrong today. to go against the grain [greyn]. (Something must be wrong here.) to retrace one's footsteps [ritreys], to go well. Everything went well for some time. Business is going well [biznis]. to patter [pe:ti]. to go willy-nilly, to trot. (I don't give a damn [de:m].) / don't care a bit. to strike one as odd [strayk]. Didn't it strike you as odd? to go cheap [c:ip]. to fly away [flay]. to lose one's mind [maynd].
gitmek (uzaklara)
337
uzaklara gitmek, uzak yerler için: konudan ayrılmak anlamında: üstüne gitmek cesaretle...: üstüne...: üzerine gitmek Hükümet fuhuşun üzerine gitmeye karar verdi. vedaya gitmek yabana gitmek yağ gibi gitmek yalpalaya yalpalaya gitmek Sarhoştu ve yalpalaya yalpalaya evine gidiyordu. yangına gitmek yangına kürekle gitmek yanına gitmek (birinin) Genel müdürün yanına gitti, yaklaşmak anlamında: Yanına gidip, bunları ona sorabilirsin. yanlış gitmek Her şey yanlış gitti. yanpiri yanpiri gitmek yaver gitmek yaya gitmek yayan gitmek Korkarım, yolculuğu yayan gitmek zorunda. Yolculuğun ondan sonraki kısmını yayan gittik. yola gitmek Bir kişiyle ya alışveriş etmeli ya da yola gitmeli ki, ne olduğu bilinsin. yoldan gitmek (bir) İsterseniz yeni yoldan gidebilirsiniz. Aynı yoldan gidiyoruz. Burası İstanbul, yolun sağından gidiniz. yolunda gitmek Her şey yolunda gitti. Burada her şey yolunda gidiyor. yolundan gitmek (birinin) Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme. yorga gitmek yuvarlanıp gitmek Eh, işte yuvarlanıp gidiyoruz. yürüyerek gitmek Oraya yürüyerek gitmek zorundayız. zevkine gitmek zıt gitmek zıttına gitmek Böyle bir şeyi kabul etmek zıttıma gidiyor. ziyaretine gitmek zoruna gitmek
to go to faraway places. to get off the subject [sabcikt], to go for. to take the bull by the horn. to do smth obstinately. to crack down upon [kre:k]. The government has decided to crack down upon prostitution [prostityu:sm]. to pay a visit of farewell [fe:wel]. to go to a stranger [streynci]. to move smoothly [smu:thli]. to stagger [ste:gi]. He was drunk and was staggering home [houm], to go in great haste [heyst]. to add fuel to the flame [fyu:l]. to go to see. He went to see the general manager [me:nici]. to go up to. You can go up to him and ask it to him. to go wrong. Everything has gone wrong. to move crabwise [kre:bwayz]. to go well, to go on foot, to go on foot. I'm afraid he'll have to make the journey on foot [co:ni]. We made the rest of the journey on foot. to set off on a journey [cb:ni]. To know someone well one should either do business or go on a journey with them. to take. You can take the new road, if you like. We're moving on the same path. You're in Istanbul, keep to the right. to go like clockwork. Everything went like clockwork. Everything is going all right here. to follow smb's example [igza:mpil]. Do as the preacher says but don't follow his example [pri:ci], to go at a jog-trot. to manage somehow [me:nic]. Well, we're just managing. to go on foot. We'll have to go there on foot. to please [pli:z], to do the opposite of what smb wishes. to go against the grain [greyn]. It goes against the grain for me to accept such a thing. to go to visit smb. to hurt one's pride [prayd].
giydirilmek
338
giydirilmek giydirmek, giysi için: ağır sözler için: hüküm giydirmek kavuk giydirmek külahım ters giydirmek (birine)
to be dressed by [drest], to dress. to rebuke [ribyu:k], to pass sentence on [sentins], to deceive (smb) [disi:v], to teach smb a thing or two. to be a real fox. This man will rob Peter to pay Paul.
şeytana...: Bu adam, Ali'nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali'ye giydirir. to make smb do the wrong thing, pabucu başına giydirmek (birinin) to be a real fox. pabucu ters giydirmek pabucunu ters giydirmek, to teach smb a thing or two. çak kurnaz olmak anlamında: to make smb leave in a hurry [he:ri], telaşlandırmak: to lay the blame on. samur kürkü (-in) sırtına giydirmek to be smart enough to outwit the devil. şeytana pabucu ters giydirmek O, şeytana pabucu ters giydirir. He could outwit the devil himself. to be worn [wo:n]. giyilmek Bunlar ev içinde giyilmez. These are not worn indoors [indo:z]. giyinmek to get dressed [drest]. Git giyin. Go and get dressed. to dress (oneself). Sen hâlâ giyinmedin mi? Haven't you finished dressing? , Gidip giyineyim. I'll go and dress myself. Tek başına giyinecek kadar büyüdü. He's old enough to dress by himself. Giyinmeleri uzun sürmez. It won't take them long to dress themselves. Balo için iyi giyinmek gerek. You must dress well for the ball [bo:l]. Kendiniz için yiyiniz, başkaları için giyininiz. Eat to please yourself but dress to please others. Bari böyle giyinmese, ona hiç yakışmıyor. It doesn't suit her at all to dress like that. 6.30 trenine yetişeceksen, çok çabuk giyinmen lazım. You have to dress very quickly if you want to catch the 6.30 [ke:c]. | birleşikler ve deyimler] hafif giyinmek to dress lightly [laylli]. hırtlamba gibi giyinmek to be untidely dressed in several layers. karalar giyinmek to be dressed in black [drest]. siyahlar giyinmek to be dressed in black. Hepsi siyahlar giyinmişti. They were all dressed in black. temiz giyinmek to dress neatly [ni:tli], giymek to wear [we:]. Kırmızı elbisesini giymişti. She was wearing her red dress. Onu, düğünde giymesi için aldım. I bought it for her to wear at the wedding. Güle güle giyin. Enjoy wearing it. Hep elbise alırdı ve giymezdi. She would buy dresses and never wear them. to put on. İşte giyeceğim elbise kalmadı. I've nothing left to put on at work. Beyaz ipek bir elbise giymişti. She had a white silk dress on. I birleşikler ve deyimler | allar giymek to be clad in red [kle:d]. ayağını giymek to put on one's shoes [su:z]. hapis giymek to be sentenced to prison [prizin]. hüküm giymek to be condemned to prison [kmdemd]. karalar giymek to wear mourning [morning]. 1
gizlemek
339
sarı çizme giymek şapkasını yana giymek taç giymek gizlemek Ajanının gerçek kimliğini uzun süre gizlemeyi başarmışlardı. Şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Niyetlerini hepimizden gizlemeyi başarmıştı. Bunu ondan gizlemek doğru olmaz. genel anlamda: Gerçeği gizlemekte çok ustadır. bilgi için: Sen bizden bir şeyler gizliyorsun. örtbas etmek anlamında: Suçlarını gizlemeye çalışıyorlar. gizlememek Sizden nefret ettiğini hiç bir zaman gizlememiştir. gizlenilmek gizlenmek, bilgi için: Bu antlaşma halktan tümüyle gizlenmişti.
to hold a high office [ofis]. to cock one's hat. to be crowned [kraund]. to disguise [disgayz]. They suceeded in disguising the identity of the agent [eycint]. to conceal [kinsid] smth from smb. They were not able to conceal their surprise. He had managed to conceal his intentions from us all. It would be unfair to conceal this from him. to hide [hayd]. She's very clever at hiding the truth. to hold back. You're holding back something from us. to cover up [kavi]. They are trying to cover up their crime. to make no secret of. She has never made a secret of the fact that she hates you [heyts]. to be kept secret [si:krit].
to be kept secret from [skkrit]. This agreement was totally kept secret from the public [pablik]. to hide [hayd]. genel anlamda: Ağaran baş, ağlayan göz, gizlenmez, You can't hide tears or white hair. kötü niyetle: to lurk [lo:k]. saklanmak anlamında: to go into hiding [hayding]. Bir müddet gizlenmelidir. He must go into hiding for a while [wayl]. to hide. Bunlar gündüzleri nerede gizleniyorlar. Where do they hide during the day? gizli olmak to be secret [si:krit]. Bu da mı gizli? 7s that secret, too? resmi ve askeri bilgi için: to be classified [kle:sifayd]. Üzgünüm, bu belgeler gizlidir. I'm sorry, these documents are classified. I birleşikler ve deyimler | ibâdet de gizli, kabahat de. Piety and vice should be out of sight [sayt]. to lay one's cards on the table [ley]. gizlisi saklısı olmamak Bizim gizlimiz saklımız yok. We're laying our cards on the table. to be above-board [ibavbo:d]. gizli kapaklı tarafı olmamak to offend [lfend]. gocundurmak gocunmak to take offence [lfens]. Yarası olan gocunsun. a-Let the guilty conscience worry [konsms]. b-It's the hurt dog that hollers [hohrz]. göbeklenmek, kişiler için: to become paunchy [pomçi]. bitki için: to develop a heart [ha:t]. göç etmek to migrate [maygreyt]. Avustralya'ya göç etmeye karar verdiler. They've decided to migrate to Australia. göç ettirmek to depart [di:pa:t]. göçebeleşmek to become migrant [maygnnt]. göçermek to transfer [trensfô:].
göçertmek
340
göçertmek göçmek,
to demolish [dimolisj.
yer değiştirmek cudamında: Bu kuşlar göçmezler. çökmek anlamında: Avurdu avurduna göçmüş haldeydi. ölniek anlamında: Hepsi göçüp gittiler. *konup göçmek göçürmek göğermek, morarmak anlamında: yeşermek anlamında: göğüslemek göl olmak gölge etmek, ışık bakımından: engel bakımından: Gölge etme, başka ihsan istemem. gölgelemek, değer için: resim için: yer için: gölgelendirmek gölgelenmek, gölgeli duruma gelmek: gölgede oturmak anlamında: gölgesi altında olmak (birinin) göllenmek gömmek, toprağın içine yerleştirmek: bir şeyin içine yerleştirmek: genel anlamda: kakma işlemek anlamında: birinden daha uzun yaşamak: *başını kuma gömmek *diri diri gömmek Başını kuma gömmektense, bir şeyler yap.
to migrate [maygreyt]. These birds do not migrate. to cave in [keyv]. He had sunken cheeks [sankm]. to die. They have all died [dayd]. to lead a nomadic life [li:d]. to cause to migrate. to to to to
turn blue. turn green [gri:n]. breast [brest]. form a lake [leyk].
to cast a shadow on. to become an obstacle. Don't be an obstacle, that is all I want. to overshadow [ouvi§adou]. to shade up [seyd]. to put in the shade, to shade [seyd]. to become shady, to sit in the shade. to be under the protection of smb [priteksm]. to form a lake [leyk]. to bury [beri]. ' to embed [imbed], to bury. to inlay [inley]. to outlive. to bury one's head in the sand, to bury alive [llayv]. Instead of burying your head in the sand do something about it.
gömülmek, toprağa: to be buried [berid]. suya: to sink into. *canlı canlı gömülmek to be buried alive [elayv]. gömülü olmak to be buried, to be embedded, taş için: to be sent. gönderilmek Size yeni bir katalog gönderilecektir. A new catalogue will be sent to you. Paket yanlış adrese gönderilmiş olabilir. The parcel could have been sent to the wrong address. Bana kitap filan gönderilmedi. I wasn't sent books or anything like that. to be sent back. *geri gönderilmek Geri gönderilsin. Have them sent back. to be sent into exile [eksayl]. *sürgüne gönderilmek
göndermek
341
göndermek, genel anlamda: Konuşmanın tam metnini gönderebilir misin? Ne diye sizi buraya gönderdiler? Bana geçen ayın hesaplarını göndersin. Onları göndereydiniz. Göndermek nezaketinde bulunduğunuz çiçekler için teşekkür ederiz. gemi ile: Hepsini gelecek ay gemiyle gönderiyoruz. mektup vs. için: Mektuplarımı lütfen yeni adresime gönderin. posta ve banka ile: sevkctıuek anlamında: yolcu etmek anlamında: |birleşikler ve deyimleri apar topar göndermek geri göndermek haber göndermek Gelemeyecekleri hususunda bana haber gönderdi.
to send. Could you send the exact wording of his speech? What's the idea of sending you here? Have him send me the accounts for last month. You could have sent them. Thank you for the flowers you were kind enough to send [inaf]. to ship. We shall ship them all off next week. to forward [fo:wtd]. Please forward my mail on to my new address. to remit. to dispatch [dispe:c], to see off.
to send smb packing, to send back, to send word. He sent me word that they won't be able to come. to send a message [mesic]. Bari bir haber gönderseydiniz. You might have sent a message. to send to prison [prizm]. hapse göndermek havale göndermek to send a money order [o:di]. öpücük göndermek to blow kisses. selâm göndermek to send smb one's regards [riga:dz]. sürgüne göndermek to send into exile [eksayl], tez elden göndermek to send without delay. bir yere göndermek to send smb round. Şeker için bir yere gönderdim. I've sent him round for some sugar. göndertmek to have smth sent. Büyük olanları neden göndertmedin? Why didn't you have the large ones sent? to be willing. gönlü olmak gönlü tez olmak to be impatient [impey§mt]. gönlü tok olmak to be contented. gönlü olmamak to be unwilling. gönlünü etmek to please [pli:z]. gönlünü hoş etmek to conciliate [kinsilieyt]. gönlünü yapmak to blandish [blemdisj. gönüllenmek to take smth to heart [ha:t], gönüllü olmak to volunteer [vohnti:]. Rehberlik yapmaya gönüllüyüm. / volunteer to serve as a guide [gayd], gönülsüz olmak to be unwilling. gönyelemek to measure with a set square [skwe:]. göre olmak (birisine) to be suitable for [su:ttbil]. Bu iş bize göre değil. This job is not suitable for us. Maaş, tecrübe ve kabiliyete göre olacaktır. The salary will be commensurate with experience and ability [kimen§irit]. to act as. görev yapmak Bu hisse, toparlamada daima lokomotif This share has always acted as an engine of görevi yapmıştır. recovery [rikaviri]. görevi olmak, iş bakımından: to be one's duty. Bu insanlara yardım etmek senin görevin. It's your duty to help these people.
görevini yapmak
342
to be one's business [biznis]. Bu çocukları giydirmek kulübün görevi değil. It's not the business of the club to clothe these children [klouth]. yel ki bakımından: to have authority [o:thoriti]. Görevi olmadığı halde işlerimize karışıyor. He is meddling in our affairs without having any authority to do so. görevini yapmak to do one's duty [dyu:ti]. Bu şartlar altında, görevimizi gereği gibi Under these conditions it's not possible for yapmamız imkansız. us to carry on our duties. to discharge one's duty [discax]. Görevlerini yapmalarına izin verin. Let them discharge their duty. Bu durumda görevimizi yapmamız mümkün değil. We are in no position to do our duty. görevlendirmek to assign [isayn]. görevlendirilmek to be assigned [isaynd]. Dört müfettiş bu iş için görevlendirildi. Four inspectors have been assigned to this task. Bu iş için kimi görevlendireceksiniz? Who will you assign to this task? görevli olmak to be in charge [ca:c]. Burada görevli kim? Who is in charge here? nöbet için: to be on duty [dyu:ti]. Bu sabah kim görevli? Who is on duty this morning? görgülenmek to gain experience [ikspiryins], görgülü olmak saygılı anlamında: to be well-bred. gün görmüş anlamında: to be of some standing. görgüsüz olmak saygı için: to be ill-mannered. ' tecrübe için: to be inexperienced [inekspirymst]. görmek, (ayrıca bak görmemek) gözle algılamak anlamında: to see. Hiçbir şey göremiyorum. / can't see a thing. Çantadan tabancayı aldığını gören oldu mu? Has anyone seen her take the gun out of the bag? Sizi iyi gördüm. (You look very well.) Görmemeniz imkânsız, kocaman bir binadır. (It's a huge building, you can't miss.) Olayı gözleriyle görmüşçesine anlattı. He related the incident as if he had seen it with his own eyes [ayz]. Kenarını gör bezini al, anasını gör kızını al. The sample will show what the whole is. algılamak, yargıya varmak: to see. Görebildiğim kadar. As far as I can see. It remains to be seen [rimeynz]. Göreceğiz. Bekle gör. Wait and see [weyt]. Bunun neticesinin ne olacağını göreceğiz. What the consequences will be, remains to be seen. Gelip kendin görebilirsin. You can come and see for yourself. Göreceksiniz, onu beğeneceksiniz. You'll see, you're going to like it. Onların pek o kadar değişik olmadıklarını göreceksiniz. You will find that they are not so different. Aç tavuk kendini arpa ambarında görür, A hungry hen imagines itself in the granary. karşılaşmak anlamında: to meet/see. İstanbul'u sevmeyeni hiç görmedim. I've never met anyone who doesn't like Istanbul. Onu görmesem, olmaz mı? Would it not do if I didn't see him? Sizi burada görmek ne güzel! How nice meeting you here! rastlamak anlamında: to see. Onun gibisini bir daha göremeyeceğiz. We'll never see her like again. Böylesini hiç görmedim. I never saw the like of this. Bu kadın gibisini daha görmedim, I haven't seen the like of that woman. gezmek anlamında: to see. Gitmeden önce turistik yerleri göreceğiz. We shall see the sights before leaving.
görmek (adet)
343
ıciıdit anlamında: O soruyu sor da göreyim seni! Yapar mıyım, yapmaz mıyım, görecekler. Geleceği varsa, göreceği de var! Kitabı yayınla da seni görelim. yaşamak: Ben neler gördüm! lanık olmak anlamında: Biz her türlüsünü gördük. Onun kızdığını hiç gören olmadı, görüşmek anlamında: Müdürü görebilir miyim? Orada kimi görsünler? Yarın sabah beni görsün. manzara için: Arka pencere denizi görüyor. birleşikler ve deyimler] göreceği gelmek: Eşimi ve çocuğumu göreceğim geldi. göresi gelmek: Ailesini göresi gelmiş. maya/meye görsün: Eline bir fırsat geçmeye görsün. Üstüne düşmeye görsün. Şeytan görsün yüzünü. Ne hali varsa görsün. Dostlar alışverişte görsün. Gel gör ki, kabul etmiyorlar. Sıkıyı görünce pes ettiler. Bir gölge görür gibi oldum. Sizi görene maşallah. Görüp göreceğimiz hepsi bu kadar. Ay gördünse bayram et. Hadi kızlar, göreyim sizi! Göz göre göre. Onları, göz göre göre ölüme gönderdiler. adet görmek az görmek bir görmek blöfünü görmek büyük görmek caiz görmek cebi para görmek cefa görmek ceza görmek çatal görmek çok görmek esirgemek anlamında: miktar için: dava görmek destek görmek dünyayı güllük gülistanlık görmek dünyayı toz pembe görmek düş görmek
to dare [de:], to see. I dare you to ask that question [kwescin]. They'll see whether I do it or not. Let him come and see what's waiting for him. I dare you to publish that book. to go through. I've been through all sorts of things. to see. We've seen every sort. He was never seen to lose his temper. to see. Could I see the manager? Who are they to see there? Have him see me tomorrow morning. to look out on. The back window looks out on the sea. to long to see. / long to see my wife and my child [wayf]. to miss. He misses his family. If he ever gets the opportunity [opityumiti]. If he wishes something he usually gets it. I have no wish to see him. Let him stew in his own juice [cu:s]. It's all for the sake of appearances [lpknnsiz]. They just won't accept [iksept]. When things got tough, they gave in [tafj. / thought I saw a shadow. You're a hard man to see. That is all there is to see. Start the feast, if you have seen the new moon. Come on girls, show them who you are! Knowingly. (They sent them to a certain death [so:tin].J to menstruate [menstru:yeyt]. to find smth insufficient [insifi§int]. to consider equal [i:kwil]. to call one's bluff [blaf]. to highly respect [hayli]. to approve of [ipru:v]. to earn money [b:n]. to suffer [safi]. to be punished [panist], to see double [dabil]. to begrudge [bigrac]. to consider it too much. to hear a case [keys]. to receive support [sipo:t]. to see things through rose-coloured glasses. to see the world through rose-coloured glasses. to have a dream [dri:m].
görmek (fayda)
344
fayda görmek (bir şeyden) faydasını görmek eğitim görmek Herkesin eğitim görme hakkı vardır. eli para görmek ezbere iş görmek gerçek yüzünü görmek Onun tatlı dilinin gerçek yüzünü gördüm. gerekli görmek Bunu disiplin için gerekli görüyorum. gezip gömlek Yemekten sonra bazı yerleri gezip göreceğiz. görevi görmek Aramızda bir köprü görevi görüyordu. görmüş geçirmiş olmak Görmüş geçirmiş bir beyefendidir. gözüyle görmek gün görmek gününü görmek Sen gününü görürsün! güneş görmek hacet görmek, gerekli saymak anlamında: tuvalet için: hakaret görmek hakir gömıek harcını görmek hasar görmek hayal görmek Sen hayal görüyorsun. hayal meyal görmek hayrını görmek Hayrını gör! hazırlık görmek hesabı görmek hesabını görmek, alacak için: ceza için: hizmet görmek hizmetini görmek (birinin) hor görmek Sanatını hor gören boğazına torba takar. hoş görmek Hiç yoktan azı hoş görmeli. Beni hoş görün. ileriyi görmek iş görmek Bu kutu, işi görür, iki kişi, bir işi aynı şekilde görmez. Az eli aşta gör, çok eli işte gör.
Bu ne iş görür?
to get benefit from. to get benefit from. to receive education [edyukeyfin]. Everyone has the right to education. to start earning money [6:n]. to do smth in a haphazard fashion [fe:§in]. to see through [thru:]. / easily saw through his soft words. to consider it necessary [nesisiri]. I consider it necessary for the sake of discipline [seyk]. to go sightseeing. We'll go sightseeing after lunch. to act as [e:kt]. It acted as a bridge between us. to have been around. He is a gentleman who has been around. to be an eye witness to [ay], to live prosperously [prospmsli]. to get one's deserts [dizo:ts]. You'll get your deserts! to be light and sunny. to consider it necessary [nesisiri]. to go to the toilet [toylit]. to be insulted [insaltid]. to hold in contempt [kintempt]. to pay the expenses of smb. to suffer damage [demic]. to imagine things [imexin]. You're imagining things. to be hardly able to discern [diso:n]. to enjoy the benefit from. May you enjoy the benefit! to make preparations [prepireysm]. to pay the bill, to pay up. to settle smb's account [lkaunt]. to have a reckoning. to serve as a civil servant [so:vint]. to serve for [so:v]. to scom [sko:n]. He who scorns his trade will end up begging. to tolerate [tolireyt]. (A little is better than nothing.) (Please bear with me.) to foresee [fosi:]. to do a job [cob]. This box will do. Two people can't do a job in the same way. to work. It takes a few to cook but many to finish some work. to be used for [yu:zd]. What is it used for?
görmek (itibar)
345
Bir testereye ihtiyacım var, ancak bu da işi görür. Al şunu dene, belki iş görür. işini görmek iş yapmak anlamında: Kurda "Neden boynun kalın?" demişler, "İşimi kendim görürüm de ondan." demiş. iş yapmaya uygun anlamında: Bu çekicin, işimizi görmesi gerek. Bu, şimdilik işinizi görür. Bu işimizi görür. itibar görmek savılmak anlamında: aranmak anlamında: iyilik görmek Onun çok iyiliğini gördük. kabul görmek kâbus görmek kara düş görmek Ne karanlıkta yat, ne kara düş gör. kendi gözüyle görmek Olayı kendi gözümle gördüm. Gel kendi gözünle gör. kendi işini kendi görmek kendisini dev aynasında görmek korkulu rüya görmek köle muamelesi görmek Bu insanlar burada köle muamelesi görüyor. kurs görmek küçük görmek Oradaki Avrupalıları küçük görüyorlar. layık görmek leyleği havada görmek lüzum görmek mahzur görmek Beklemekte mahzur görmüyor. Onunla konuşmakta mahzur görmüyorum. mâkul görmek mazur görmek muamele görmek Çocuk muamelesi görmekten hoşlanmam. mukabele görmek münasip görmek mürüvvetini görmek ortalığı toz pembe görmek öğrenim görmek Askerlerin hiç biri öğrenim görmemiş. para yüzü görmek Biz daha para yüzü görmedik. rağbet görmek Bu şapka modeli çok rağbet görüyor. rahat yüzü görmek reva görmek Bize bunu mu reva görüyorsun?
to answer the purpose [po:pis]. / need a saw but this will serve the purpose as well. Here try this, it may answer the purpose. to do one's work. They asked the wolf why his neck was so strong, he replied, "It's because I do my own work myself." to answer one's purpose [po:pis]. That hammer should answer our purpose. This will answer your purpose for the moment. (That will do.) to be respected. to be in demand [dima:nd]. to be treated with generosity [cenirositi]. He was always very generous to us [ceniris]. to find acceptance [ikseptins]. to have nightmares [naytme:z], to have nightmares. (Don't invite trouble and you won't have any.) to see with one's own eyes. / saw it with my own eyes [ayz]. (Come and see for yourself.) to paddle one's own canoe [kmu:]. to have inflated ideas about oneself. to have nightmares [naytme:z]. to be treated as slaves [sleyvz]. These people are treated here as slaves. to take a course [ko:s]. to regard smb as inferior [infi:yi]. They regard the Europeans there as inferior. to deem smb worthy of [wo:thi], to be always on the move [mu:v]. to think it necessary [nesisni]. not to mind [maynd]. He doesn't mind waiting. I don't mind talking to him. to deem reasonable [rkzinibil]. to excuse smb [ikskyu:z], to be treated [tri:tid]. / dislike to be treated like a child. to be received with applause [iplo:z]. to think it proper. to see one's children grow up and do well. to see things through rose coloured glasses. to receive education [edyukeygin]. None of the soldiers had received any education. to get some money. We didn't get any money yet. to be in demand fdimamd]. (This hat model has caught on [ko:t].J to find peace [pi:s]. to consider smth as fitting for smb. Do you consider this fitting for us?
görmemek
346
rüya görmek rüyasında görmek sakınca görmek staj görmek şeşi beş görmek tahsil görmek Orada kızlar tahsil görmez. tamir görmek Bu araba tamir görmüş. tedavi görmek terbiye görmek tozpembe görmek türlüsünü görmek Bu türlüsünü hiç görmedim. ufak tefek görmek uygun görmek Davetiyeyi kabul etmeyi uygun görmedim. Nasıl uygun görürseniz, öyle hareket edin. Bu garip davranışınızı hiç uygun görmüyoruz. Heyetimiz alınan karan uygun görmüştür. Nasıl uygun görürseniz. uzağı görmek üvey evlat gibi muamele görmek yarar görmek (bir işte) Bu işte bir yarar görmüyorum. yardım görmek Hiç kimseden yardım görmedim. yüz görmek Dosta çok varan, ekşi yüz görür. zam görmek Kahve bu ay yüzde elli zam gördü. zarar görmek Nazilerden çok zarar gördüler. ziyan görmek görmemek Oğlunun kusurlarını göremiyor. Bu liderler kendi kusurlarını göremiyorlar. İş kardeşime geldi mi, annem hiç bir şey görmez.
Gözüm görmesin! Göremez ol! Sağ elinin verdiğini, sol elin görmesin. Sen de görmeyiver. Onu yıllardır görmüyoruz. Ondan zorluktan başka bir şey görmedim.
to have a dream [dri:m]. to see smb/smth in one's dream. to object to [obcekt], to be under training. to be completely confused [kmfyu:zd]. to receive education [edyukey§in]. Girls receive no education there. to be repaired [ripe:dj. This car has been repaired. to be under treatment. to receive education [edyukey§m]. to see things through rosy glasses. to have diverse experiences [dayvo:s]. I've never seen this sort. to regard as of no account [lkaunt]. to see fit. / didn't see fit to accept the invitation. Act as you see fit. to approve [ipru:v]. We disapprove of your strange conduct. to give one's consent [kinsent]. Our committee has given its consent to the decision taken. (It's up to you.) to have foresight [fo:sayt]. to be treated very unfairly [anfedi]. to think it will serve some purpose. J don't think it will serve any purpose. to get help. / got no help from anyone. to get encouragement [inkaricmint]. (Too frequent visits don't foster friendship.) there to be an increase in price [inkrks]. There's been a 50 percent increase in the price of coffee this month. to suffer loss/harm. They've suffered great harm at the hands of the Nazis. to suffer damage [de:mic], to be blind to [blaynd]. He is blind to the defects of his son. These leaders are blind to their own defects. to have a blind spot for. My mother has a blind spot when it comes to my sister. not to see. / don't want to see him/her. May you never see it! What the right hand gives the left hand should not see. Just ignore it. (We've lost sight of him for years now.) (I had nothing but trouble with him.)
görülmek
347
|birleşikler ve deyimler] Su yüzü görmemiş.
To be very dirty [d5:ti]. to pretend to. Bizi görmemezlikten geldi. He pretended not to see us. to ignore [igno:]. Kuralları açıkça görmezden geliyorlar. They are clearly ignoring all the rules. to turn a blind eye to [blaynd]. Haklı isteklerimizi neden görmemezlikten Why do they turn a blind eye to our lawful geliyorlar? demands [dima:ndz]? başı yastık görmemek not to sleep a wink. burnunun ucundan ilerisini görmemek to be short-sighted [saytid]. burnunun ucunu görmemek to be blind with pride [prayd], dert yüzü görmemek not to have a worry. Bunlar hayatlarında dert yüzü görmedi. They have never had a worry in their lives. Ellerin dert görmesin! May your hands be free from trouble [trabil]/ dirlik yüzü görmemek to have no peace or comfort [kamntj. dünya yüzü görmemek not to have a moment of peace [pi:s]. dünyayı gözü görmemek to be too distressed to think of anything. gerekli görmemek not to consider it necessary to. Bunu gerekli görmüyorlar, değil mi? They don't consider it necessary, do they? göz gözü görmemek to be pitch dark. gözü görmemek to be blind [blaynd]. gözü hiçbir şey görmemek to be too affected to see anything. gözündeki merteği görmemek to be blind to one's defects. güneş görmemek to be sunless and dark. hayrını görmemek not to benefit from. hoş görmemek to disapprove [disipru:v]. mümkün görmemek to see no way to. Salonu kullanmalarını mümkün görmüyorum. / see no way to letting them use the hall. öğrenim görmemek to receive no education [edyukeysm]. rahat yüzü görmemek not to have a moment of peace [pi:s]. Hayat boyunca rahat yüzü görmedim. I've had no moment of peace in my life. sakınca görmemek to have no objection [obcek§in]. Sakınca görmüyorsanız, anlaşmayı iptal edelim. If you have no objection let's cancel the deal [ke:nsil]. to see no harm [ha:m]. Herkese anlatmakta sakınca görmedim. / saw no harm in relating it to everyone. uygun görmemek to find inappropriate [improuprieyt]. Orada bir cami yapılmasını uygun görmüyor. He doesn't find it appropriate that a mosque should be built there [bilt], to have no hesitation [hezitey§in]. yapmakta sakınca görmemek (bir şeyi) Onları satmakta sakınca görmedim. / had no hesitation to sell them. yüzü görmemek (bir şey) to be deprived of [diprayvd]. Biz daha para yüzü görmedik. (We didn't get any money yet.) görülmek to be seen. İlk defa buralarda görüldü. It has been seen here for the first time. Burada görülecek başka bir şey yok. There's nothing to see here any more. Kızdığı görülmüş değil. He was never seen to lose his temper. Bu, görülmemiş bir şey. (This is unheard o/[anho:d]. to be visible [vizibil]. Gece görülebilen tek şeydi. It was the only thing visible that night. Gözle görülmez. It's not visible to the naked eye [neykid]. to manifest itself. Bu, birçok vakada görülür. It manifests itself in a lot of cases. görmemezlikten gelmek
görünmek
348
görünmek, görülür olmak anlamında: Fener hâlâ uzaktan görünüyordu.
to be visible [vizibil]. The lighthouse was still visible in the distance. to come into view. Gün ışığıyla kıyı tam göründü, With daylight, the coast came into full view. izlenim uyandırmak anlamında: to seem. Düş kırıklığına uğramış görünüyor. He seems disappointed [disrpoyntid]. Bize oldukça dost görünüyorlardı. They seemed to be quite friendly to us. Öyle görünmüyor. It doesn't seem so. to appear [ipi:]. Bakan, epey yorgun görünüyordu. The minister appeared quite tired. Ufukta bir çözüm görünmüyor. There appears to be no solution in view. Öyle görünüyor ki... It appears that... gibi görünmek: to look as if/though [thou]. Yağmur yağacak gibi görünüyor. It looks as though it's going to rain [reyn]. Yansı kazanacak gibi görünüyor. It looks as if he's going to win the race. to seem as if. Fikrini değiştirmiş gibi görünmüyor. It seems as if she hasn't changed her mind. Bu göründüğü gibi kolay değil. It's not as easy as it seems to. | birleşikler ve deyimler] Söyledikleri pek göründüğü gibi değil. There was more in his speech than met the ear. Bu iş pek göründüğü gibi değil. There is more in this than meets the eye. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. The grass is always greener on the other side of the fence [fens]. bet görünmek to look ugly [agli]. dibi görünmek to be emptied. doktora görünmek to see a doctor [dokti]. Bir doktora görünürseniz iyi olur. You had better see a doctor. Sen bir dişçiye görünmelisin. You should see a dentist. göze görünmek to be visible [vizibil]. keli görünmek to show up (for a defect [difekt]). Takke düştü, kel göründü. The mask has fallen and the truth revealed. küçük görünmek to look younger than one is. yapar gibi görünmek to pretend to be doing smth. Projeyle ilgilenir gibi göründüler. They pretended to be interested in the project. yol görünmek to be time for smb to leave. Bize yol göründü. We must be going now. görünmemek, göze görünmemek to be invisible [invizibil]. Otel ağaçlardan görünmüyor. (The hotel is hidden from view by the trees.) gözüne hiçbir şey görünmemek to be overwhelmed by one's troubles. ortalıkta görünmemek to lie low [lay]. piyasada görünmemek to stay out of sight [sayt]. Bugünlerde ortalıkta görünmemeye bak. You'd better lie low these days. görünmez olmak to disappear [disipi:]. Birden görünmez oldu. It disappeared suddenly from sight [sayt]. to visualize [vijyu:layz], görüntülemek to project [pricekt]. perdeye yansıtmak: to exchange views. görüşme yapmak Sadece durum üzerinde kısa bir görüşme yaptık. We had only a short exchange of views. Bu konuda hiç bir görüşme yapılmayacak. No discussion on this question will take place. görüşmek, buluşup konuşmak anlamında: to talk over. Bu sorunu bakanla görüşeceğiz. We shall talk over this issue with the minister. Onunla mutlaka görüşmelisin. You really must have a talk with him.
görüştürmek
349
to have a word with. Merak etmeyin, onunla görüşeceğim. Don't worry, I'll have a word with him. to take up. Yarın bu konuyu yeniden görüşmeliyiz, We should take up this matter again tomorrow. bir konu üzerinde tartışmak: to discuss [diskas]. Problemin bu yüzünü görüşemedik. We couldn't discuss this aspect of the problem. Bu konuyu daha önce iki defa görüştük, We had discussed this subject twice before. dostluk etmek anlamında: to see each other. Görüşmeydi uzun zaman oldu. / haven't seen you for ages [eyciz]. Altı aydır birbirimizle görüşmüyoruz. We haven't seen each other for six months. Burada genç çiftler, nikah gününe kadar Young couples here do not meet each other birbirleriyle görüşmezler. before the wedding day [kapıl], telefon için: to speak. Bir görevli ile görüşebilir miyim? Could I speak to an official [ıfişıl]? (aynı) görüşte olmak: to see eye to eye with. We don't see eye to eye with them on every Her konuda onlarla aynı görüşte olmuyoruz. subject. to introduce one to another. görüştürmek Could you fix an interview with the manager? Beni müdürle görüştürebilir misin? to be discussed [diskast]. görüşülmek gösteri yapmak, to show off. şov için: to demonstrate [demmstreyt]. tezahürat için: to be shown. gösterilmek The cables must be connected as shown in the Kablolar resimde gösterildiği gibi bağlanmalıdır. diagram [dayigre:m]. Hastaya gereken ilgi gösterilmedi. The patient wasn't given the proper care. *parmakla gösterilmek to be counted on the fingers of one hand, gösteriş yapmak to show off. gösterişli olmak to be imposing [impouzing]. göstermek, (ayrıca bak göstermemek) genel anlamda: Bu rakamlar neyi gösteriyor? to show. O gün, ırkçılık çirkin başını gösterdi. yaş için: Seni daha fazla yaşlı gösteriyor, belirtmek anlamında: Bu işaret, yazının nerede ortaya çıkacağını gösterir. Bu, saflarında ciddi ayrılıklar olduğunu gösteriyor.
What do these figures show [figiz]? That day racism reared its ugly head [reysizm]. to make smb look. It makes you look older. to indicate [indikeyt]. This marker indicates where the typing will appear. It does indicate a serious disagreement in Gösterge, her şeyin yolunda gittiğini gösteriyordu. their ranks. The gauge indicated that everything was going smoothly [geyc]. Farklı tipler farklı değişim hızı gösterir. to exhibit [igzibit]. Different types exhibit different rates of change. açıklamak anlamında: to demonstrate [demmstreyt]. görünmek anlamında: to manifest itself, işaretle göstermek anlamında: Tanık, tereddütsüz sanığı gösterdi. to point to. The witness pointed to the suspect without hesitation [[heziteyşın]. kanıtlamak anlamında: Bu, ne kadar yanıldığımızı gösteriyor. to show. It goes to show how wrong we were. Bu da gösteriyor ki, insan hiçbir şeyden emin to prove [pru:v]. olamaz. It all goes to prove that one can't be sure of anything.
göstermek (aba altında değnek)
350
nrta\a çıkarmak anlamında: öğretmek anlamında: tehdit olarak: Eşim hakkında yalan yaymak nasıl olurmuş ona göstereceğim. Ben onlara gösteririm! saat için: Bu saat doğru vakit göstermiyor. televizyon ve film için: zaman için: Bunu zaman gösterecek. Nasıl bir netice alacağımızı zaman gösterecek. | birleşikler ve deyimler | aba altında değnek göstermek alaka göstermek anlayış göstermek aşinalık göstermek basiret göstermek baş göstermek Ülkede her yerde ayaklanmalar baş gösterdi. başarı göstermek Adaylarımız sınavlarda üstün başarı gösteriyorlar. Bazı insanlar testlerde başarı gösteremiyor. belirti göstermek ' yorgunluk belirtileri göstermek: aşınma belirtileri göstermek: delilik belirtileri göstermek: Bir süredir delilik belirtileri gösteriyordu. boy göstermek büyüklük göstermek cesaret göstermek çaba göstermek Bunlar hiçbir çaba göstermiyorlar. delilik belirtisi göstermek delil göstermek dip göstermek diş göstermek Isıracak it, dişini göstermez. dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek düşüş göstermek eğilim göstermek emsal göstermek etkisini göstermek İlaç, yavaş yavaş etkisini gösteriyor. faaliyet göstermek Özellikle kumarhanelerde faaliyet gösteriyorlar. feragat göstermek gayret göstermek Krizi çözmek için her gayreti gösteriyoruz. gelişme göstermek Şimdiye kadar bir gelişme göstermediler. haklı göstermek Hanya'yı Konya'yı göstermek (birine)
to expose [ikspouz]. to teach [ti:c]. to teach smb smth. I'll teach him to spread lies about my wife. I'll show them! to tell the time. This clock doesn't tell the right time. to show. to remain to be seen. It remains to be seen. It remains to be seen what results we'll get. to show an iron hand in a velvet glove. to take an interest in. to show understanding. to show interest. to show insight [insayt]. to break out [breyk aut]. Revolts broke out everywhere in the country. to achieve success [sikses]. Our candidates achieve great successes in examinations. (Some people don't do well in tests.) to show signs of [sayn]. to show signs of fatigue [fitug]. to show signs of wear [we:]L to show signs of madness. For some time he was showing signs of madness. to put in an appearance [lpkrins]. to show generosity [cenirositi]. to show courage [karigj. to exert oneself [igzo:t]. (They are not trying at all.) to show signs of madness. to offer proof [pru:f]. to drink to the dregs [dregz]. to show one's teeth. A dog that intends to bite won't show its teeth. to teach smb a lesson. to show a decline [diklayn]. to show a tendency. to show a precedent [presiding. to take effect. The drug is slowly taking effect. to operate [opireyt]. They particularly operate in gambling houses. to act with generosity [cenirositi]. to do one's best. We're doing our best to solve the crisis. to make headway /progress. They've made no headway up to now. to justify [castify]. to teach smb a lesson.
göstermek (hüner)
351
hüner göstermek to show skill in. hürmet göstermek to show respect. hüsnükabul göstermek to receive smb cordially [koidyili]. ihtimam göstermek to take great care [ke:]. ilgi göstermek to take interest in. itina göstermek to exercise care [eksisayz], kahramanlık göstermek to show heroism [hirouwizm]. kapıyı göstermek to show smb the door. kazaya rıza göstermek to resign oneself to one's fate [rizayn]. kefil göstermek to assign a guarantor [ısayn], kendini göstermek, to show oneself. niteliklerini ortaya koymak: Kendinizi gösterin bakalım! Show them who you are! to prove one's worth [wo:th], varlığını hissettirmek: to manifest itself. artara çıkmak anlamında: Mal kendini gösteriyor. The work speaks for itself. to work a miracle [mirıkıl], keramet göstermek kolaylık göstermek to make things easier for. kulağını ensesinden göstermek to do smth the hard way. küçük göstermek to look younger than one is [yangı]. liyakat göstermek to show oneself worthy of [wo:thi]. mazur göstermek to justify [castifay]. Bu, yasadışı davranışları mazur göstermez. That doesn't justify such illegal actions. metanet göstermek to show firmness. mevcudiyet göstermek to make one's presence felt [prezins]. meyil göstermek to have inclination for [inklineyşın]. mukavemet göstermek to offer resistance [rezistins]. namzet göstermek to nominate smb [nomineyt]. özen göstermek to take pains in. Düğünün hazırlıklarına büyük bir özen gösteriyor. He's taking great pains in preparing the wedding. parmakla göstermek to point to. referans göstermek (birini) to give smb as reference [refinns]. rıza göstermek to consent [kmsent]. to show great patience [peyşms]. sabır göstermek to show loyalty. sadakat göstermek sağ kulağını sol eliyle göstermek to point to the right ear with the left hand, saygı göstermek to show respect. Bana değil, bu makama saygı gösteriniz. Show respect if not to me to this office. to show deference to [definns]. Onun yaşına saygı göstermelisiniz. You should show deference to his age [eye]. to spare smb's feelings. -in hislerine saygı göstermek: to give smb a warm welcome [welkim], sıcak yüz göstermek to offer facilities [fisilitiz]. suhulet göstermek şefkat göstermek to offer compassion [kımpe:şın]. televizyonda göstermek to show on TV [ti:vi].» tepki göstermek to react [riyekt]. Bu kararlara tepki gösterecekleri muhakkak. They will certainly react to these decisions. teslimiyet göstermek to submit to (the will of). tevazu göstermek to behave humbly [hambli]. teveccüh göstermek to show consideration to [kınsidıreyşın]. tırnak göstermek to show one's claws [klo:z]. tolerans göstermek to show tolerance [tolirms]. varlık göstermek to make a good showing.
göstermemek
352
yakınlık göstermek Bize çok yakınlık gösterdiler.
to show sympathy [simpithi]. (They were very good to us.) to look one's age [eye].
yaşını göstermek yaşlı göstermek, to make smb look old. elbise vs. için: Bu saç modeli seni yaşlı gösteriyor. This hair-style makes you look old. to be old for one's years. kendi yaşı için: Yaşlı gösteriyor. She looks old for her years. to show the way. yol göstermek Araba devrildikten sonra, yol gösteren çok (It's no use shutting the stable door after the olurmuş. steed is stolen.) to lead the way [li:d]. kılavuzluk etmek anlamında: Lütfen bize yol gösterir misiniz? Could you please lead the way? Tanrım, bana doğru yolu göster. 0 Lord, guide me to the true path [gayd]. to blaze a trail [bleyz]. öncülük etmek anlamında: to show smb how to do smth. ne yapılacağını öğretmek: tarif etmek anlamında: to direct smb to [dayrekt]. hırsıza yol göstermek: to unintentionally help a wrongdoer. yorgunluk belirtileri göstermek to show signs of fatigue [fiti:g]. göstermemek, | birleşikler ve deyimleri Allah göstermesin! May I never live to see the day! Allah eksikliğini göstermesin. We thank you Lord for (this food.) Allah yokluk göstermesin! May God not expose us to poverty! parmağının ucunu göstermemek to cover oneself so that no part of one's body can be seen. rıza göstermemek not to consent [kmsent]. varlık göstermemek to make a poor showing. yaşını göstermemek not to look one's age [eye]. Hiç yaşını göstermiyor. She doesn't look her age. göstermelik olmak, to be for show. gösteriş için yapılan: mostralık anlamında: to be a figurehead [figihed], götürmek, to put up with. dayanmak anlamında: eşlik etmek anlamında: to accompany [ikampini]. Beni otele kadar götürdü, He accompanied me to the hotel. neden olmak anlamında: to lead to. Bu iş hepimizi darağacına götürür, This affair will send us all to the gallows. öldürmek, yok etmek anlamında: to cause the death of [ko:z]. sürükleyerek...: to drag, taşımak anlamında: to take. İzmir'e kaç kişi götürüyorsun? How many people are you taking to Izmir? Bavulları oraya kim götürecek? Who is taking the suit-cases there? Onu hastaneye götürdüler, He was taken to hospital. ulaştırmak anlamında: to take to. Bunu onlara götürüver. Could you take this to them? Mektubu ona kim götürecek? Who is taking the letter to him? yanında...: to take along. Al şunu da götürüver. Take this along with you. yol için: to take. Bu yol sizi oraya götürecektir. This road will take you there. Bu yol sizi doğru, köprüye götürür. This road will take you straight to the bridge. to lead to [li:d]. vol açmak anlamında:
götürmemek
353
\ol göstermek anlamında: Aramızdan biri, sizi oraya kadar götürebilir. | birleşikler ve deyimler] alıp götürmek Erkekleri beşer beşer alıp götürdüler. Yiyecek ne varsa alıp götürdüler.
to take. One of us can certainly take you there.
to take away. They took the men away in groups of five. What food there was they took away. to carry away. Sel, tek köprüyü alıp götürmüş. The flood has carried away the only bridge. to walk off with. izinsiz olarak: Birisi dergileri alıp götürmüş. Somebody has walked off with the magazines. to make off with. Birisi şemsiyemi alıp götürmüş. Someone has made off with my umbrella. to take back. geri götürmek Bunları lütfen ona geri götürünüz. Please take these back to him. Bu şarkı beni asker olduğum günlere geri götürdü. This song took me back to the days I was in the army. Bunu geri götürüp değiştireyim. Let me take it back and change it [ceync]. to carry too far. ileri götürmek Şakayı biraz fazla ileri götürdün. You carried the joke a little too far. there to be bloodshed [bladsed]. kan gövdeyi götürmek Sizi uyarıyorum, kan gövdeyi götürür. I'm warning you, there will be bloodshed. not to show dirt [db:t]. kir götürmek ortalığı götürmek to cover the place [kavi] with. Ortalığı kir götürüyordu. The place was covered with dirt. to make a task unduly hard [andyuili]. öküzü bıçağın yanına götürmek pislik götürmek to be very dirty. Orada kalamazlar, orasını pislik götürüyor. They can't possibly stay there, the place is extremely dirty. to cause flooding [flading]. sel götürmek İzmir'i sel götürdü. Rain caused violent flooding in Izmir. Yel üfürdü, sel götürdü. It seems to have vanished into thin air. to see it through. sonuna kadar götürmek Merak etmeyin, bunu sonuna kadar götüreceğim. Don't worry, I shall see it through. su götürmek to be open to question. Bu mesele su götürür. That is an open question [kwescm]. to sweep away. süpürüp götürmek Sular her şeyi süpürüp götürdü. The waters swept along everything. to be dubious [dyu:byis]. şüphe götürmek Bu işin şüphe götürür bir yanı yok. (The matter leaves no room for doubt [daut].) to carry smb by the head and shoulders, yaka paça götürmek to take along with. yanında götürmek Kurda konuk giden, köpeğini yanında götürür. He who is dealing with a wolf should take his dog along with him. götürmemek, [birleşikler ve deyimler] Zırva, tevil götürmez. It's no use making sense out of nonsense. içi götürmemek to be unable to bear [be:]. to be beyond question [kwesgin]. kuşku götürmemek Bu, kuşku götürmez. (There is no doubt about that.) to be indisputable. münakaşa götürmemek söz götürmemek to be incontestable [inkintestibil]. Sorumluluğu söz götürmez. (There is no denying his responsibility.) su götürmemek to be beyond doubt [daut]. Suçlu oldukları, hiç su götürmez. It's beyond any doubt that they are guilty. Bunun su götürür yeri yok. There's nothing to be said about it.
götürü iş yapmak
354
şaka götürmemek Bu iş şaka götürmez. Bu işin şaka götürür yanı yok. şakadan hoşlanmamak anlamında: şüphe götürmemek Senin sorumluluğun şüphe götürmez. götürü iş yapmak götürülmek ' Tutuklanan öğrenciler nereye götürüldüler? gövde gösterisi yapmak gövdelenmek gövermek, Yeşermek
anlamında:
morarmak
anlamında:
göymek göyünmek göz ardı etmek göz etmek göz kulak olmak Lütfen onlara göz kulak olun. Arabaya göz kulak olabilir misiniz? gözaltı etmek gözbebeği olmak O, annesinin gözbebeğidir. gözde olmak gözde diken olmak gözemek gözenmek gözetilmek Burada neden yönetmelik gözetilmiyor? gözetlemek, izlemek anlamında: gizlice...: bir delikten...: etrafı...: Gözetleme kulesinde daima etrafı gözetleyen birileri var. gözetlenmek Gözetleniyoruz! gözetletmek gözetmek, bakmak anlamında: korumak anlamında: Binayı gece kim gözetecek? kollamak anlamında: göz önünde bulundurmak: ayrı
tutmak:
Irk ve din gözetmeksizin herkes eşittir. I birleşikler ve deyimler] fark gözetmek fırsat gözetmek hakkını gözetmek Amacımız çalışanların
haklarını gözetmektir.
to be no joking matter [couking]. This is no joking matter. This admits of no joke [couk]. not to know how to take a joke, to be beyond question [kwescin]. Your responsibility is beyond question. to do work by the job. to be taken to. Where have the arrested students been taken to? to make a show of strength, to develop a trunk [trank]. to turn green. to turn blue. to burn [bo:n]. to be burned [bo:nt]. to consider it unimportant. to wink at. to keep an eye on. Please keep an eye on them. Could you keep an eye on the car for a minute? to put smb under house arrest [irest]. to be the apple of smb's eye. She is the apple of her mother's eye. to be in favour [feyvi]. to arouse jealousy [irauz celisi], to patch [pe:c]. to be patched. to be observed [ibzo:vd]. Why aren't the regulations observed here? to keep watch [woe], to spy on [spay], to peep. to be on the look out. There's always someone on the look out on the watchtower. to be watched [woct]. We are being watched! to have smb spy on. to look after. to watch over [woe]. Who is going to watch over the building at night? to keep under observation [obzivey§in]. to envisage [invizic]. to distinguish. Everyone is equal without distinction of race or religion [rilicin]. to discriminate. to be on the look out for an opportunity, to safeguard one's rights. Our aim is to safeguard the rights of the workers [seyfga:d].
355
gözettirmek
hatır gözetmek duralar için: kayırmak anlamında: sıra gözetmek gözettirmek gözlemek, beklemek anlamında: dikkatle bakmak: incelemek anlamında: Güneş tutulmasını Türkiye'den gözleyebileceğiz.
to respect the feelings of. to act partially [pa:§ili]. to watch for a suitable moment [su:tibil]. to have smb watch over.
to watch for. to keep an eye on. to observe [ibzo:v]. We shall be able to observe the solar eclipse from Turkey [souh]. to watch for an opportunity. *fırsat gözlemek O şimdi fırsat gözlüyor. (He is just watching his time.) to observe [ibzo:v]. gözlemlemek Şimdiye kadar bir gelişme gözlemlemiş değiliz. We haven't observed any development so far. to be observed. gözlenmek Its beneficial influence has been observed Yararlı, etkisi çok defa gözlenmiştir. many times [benifigil]. Will it be possible to observe the lunar eclipse Ay tutulması Türkiye'den gözlenebilecek mi? from Turkey [Mips]? to have smb watch over, gözletmek to have an eye on. A hungry man will have his eyes on the bread gözü (bir şeyde) olmak tray. Açın gözü, ekmek teknesinde olur. When a beggar has his fill, he'll think of setting off. Abdalın karnı doyunca, gözü pabucunda olur. When an opportunist gets what he wants, he moves on. Abdalın karnı doyunca, gözü yolda olur. The wise will not start a journey without provisions [pnvijinz]. Azıksız çıkanın, gözü el torbasında olur. |birleşikler ve yola deyimleri - de gözü olmak
to covet [kavit]. He covets the manager's position [pizi§in]. to have no desire for [dizayi]. to aim high [eym]. to have one's eyes on smth else. to watch over. to have great ambitions [e:mbi§inz]. to appear [ipi:]. Öyle gözüküyor. // appears so. to have no interest in. to turn into granite [gre:nit]. to strike [strayk]. to be on strike. to catch the flu. Ben grip oldum. / have got the flu. to form a group. to group. to separate into groups [sepireyt]. to cluck [klak]. to be broody. to be broody. to rumble [rambil]. to rumble.
Müdürün koltuğunda gözü var. -de gözü olmamak gözü büyükte olmak gözü dışarıda olmak gözü birisinin üzerinde olmak gözü yükseklerde olmak gözükmek gözünde olmamak granitleşmek grev yapmak grevde olmak grip olmak grup olmak gruplandırmak gruplaşmak gurk etmek gurk olmak gurklamak gurlamak guruldamak
gururlanmak
356
to feel proud [praud] of. gururlanmak gururlu olmak, to be proud [praud]. onurlu anlamında: to be arrogant [emgrnt]. kendini beğenmiş anlamında: to be conceited [kmsirtid]. kibirli anlamında: to take a ritual bath [rityu:l]. gusletmek gübrelemek hayvan gübresi irin: to manure [rmnyu:]. suni gübre için: to fertilize [fo:tilayz]. gücendirmek to offend [tfend]. Onları gücendirecek bir şey yapmadım. / have done nothing to offend them. to be offended. gücenilmek to be offended [tfendid]. gücenmek Kim olursa olsun, bu sözlere gücenir. Anyone would be offended at these remarks. to take offence [lfens]. Söylediklerin beni neden gücendirsin? Why should I take offence at what you said? to be hurt [ho:t]. Annen çok fena gücendi. Your mother was deeply hurt. to find it difficult, gücümsemek to be hard. güç olmak Tok ağırlamak güçtür. It's hard to host people who are full [houst]. Bunu söylemek güç. It's hard to say. Geç olsun da, güç olmasın. Better late than never. Adamak kolay, ödemek güçtür. It's easy to promise but hard to deliver. Cahile söz anlatmak deveye hendek It's harder to explain something to a fool atlatmaktan güçtür. than make a camel jump a ditch. güçlendirmek to strengthen. to get strong. güçlenmek to get harder. güçleşmek Ülkede durum her gün git gide güçleşiyor. The situation in the country is growing more serious from day to day. to make things difficult, güçleştirmek to be powerful. güçlü olmak Hem suçlu, hem güçlü. He is not only guilty but quite offensive about it. to be weak [wi:k]. güçsüz olmak to be strong enough to [inaf]. güçte olmak güdülmek, sürü için: to be herded [ho:did]. düşünce için: to be guided [gaydid]. güdümlü olmak to be controlled [kmtrould]. güldürmek to make smb laugh [la:f]. to amuse [rmyu:z]. eğlendirmek anlamında: Dost ağlatır, düşman güldürür. Friends criticize, enemies flatter [kritisayz]. Beni güldürme! Don't make me laugh! to be a laughing-stock [lafing]. *kendini aleme güldürmek to please [pli:z]. *yüzünü güldürmek güler yüzlü olmak to have a smiling face [smayling]. güllabicilik etmek to cater to the vagaries of [vige:riz]. gülmek to laugh [la:f]. Bir güldük ki. We laughed so much. Güler misin, ağlar mısın? Should one laugh or cry about it? Çok gülen çok ağlar. He who laughs much will grieve much. Ben bunda gülünecek bir şey görmüyorum. I can't see anything to laugh about. Bunda gülünecek ne var? (What's funny about it?)
gülümsemek
357
ala\lı bir biçimde: Köpekler güler buna. (It's just too silly for words.) Son gülen, iyi güler. He laughs best who laughs last. Buna güleyim bari! Don't make me laugh! Gülme komşuna, gelir başına. Do not rejoice at other's misfortunes, it may happen to you. [birleşikler ve deyimler j Bu sefer şans bize gülebilir. This time fortune may smile on us. Güle güle! Good-bye and good luck! Şans herkese bir gün güler. Every dog has its day. Güle güle giyiniz. Enjoy wearing it. Güle güle gidiniz. Have a nice trip. Güle güle kullanınız. May you enjoy its use [yu:s]. to laugh up one's sleeve. bıyık altından gülmek Şimdi bıyık altından gülüyordur. He must be laughing up his sleeves now. gevrek gevrek gülmek to laugh in ringing tones [tounz]. gevşek gevşek gülmek to laugh in vulgar manner [valgi]. bir gözü gülmek to have mixed feelings [mikst]. haline köpekler gülmek to be an object of ridicule [ridikyu:l]. içinden gülmek to laugh up one's sleeve [sli:v]. kahkaha ile gülmek to roar with laughter [la:fti]. katıla katıla gülmek to burst one's sides with laughter [b6:st]. kıkır kıkır gülmek to giggle [gigil]. kıs kıs gülmek to laugh up one's sleeves. Şu an bize kıs kıs gülüyor olmalıdır. He must be laughing up his sleeves at us. to grin unpleasantly. pis pis gülmek sakalına gülmek (birinin) to fool smb. yüze gülmek to feign friendship [feyn]. yüzü gülmek, gülümsemek anlamında: to smile [smayl]. mutlu olmak anlamında: to be happy. Yüzü gülüyor. She is happy. Çocuğun yüzü güldü. (The child's face brightened [braytind].) Bugün yüzü hiç gülmüyor. He is in no laughing mood today. yüzüne gülmek, dostmuş gibi davranmak: to feign to be friendly [feyn]. talih için: to have a streak of good luck [stri:k]. Talih yüzümüze güldü. We had a streak of good luck [lak]. to smile [smayl]. gülümsemek Müşteriler daima gülümseyen yüzler bekler. Customers always expect smiling faces. gülünç olmak to be ridiculous [ridikyulis]. gülünmek to laugh [la:f]. Gülünecek konu değil. That's not a matter to laugh at. gülüşmek to laugh in common [komrn]. güm etmek to resound with a booming sound [rizaund]. gümbürdemek to thunder [thandi]. gümlemek to resound [rizaund], gümletmek to make smth resound. gümrüklemek to clear goods at the customs [kastimz]. gümüşlemek to silver-plate [pleyt]. gümüşletmek to have smth silver-plated. gün yapmak to be at home to guests [gests]. günah olmak to be a sin. Günah olur. (It would be a pity.) Ayıptır, günahtır. This is altogether disgraceful [disgreysful]. Sizin yaptığınız günahtır. What you are doing is sinful.
güncelleşmek
358
güncelleşmek güncelleştirmek güneş banyosu yapmak güneşlemek güneşlenmek Gölgede oturmak yerine güneşlenmek daha iyi. güneşletmek . günleri gece olmak günü gün etmek gününü gün etmek Ekonomi batıyor, fakat onlar günlerini gün ediyorlar. güreş etmek güreşmek *alrtan güreşmek başa güreşmek güreştirmek gürlemek Gök gürlüyor. gürleşmek, güçlü çıkan anlamında: bollaşmak anlamında: gürültü etmek gürültü yapmak Vantilatör çok gürültü yapıyor. Gürültü yapma, olur mu? gütmek, hayvan sürüsü için: Güttüğüm domuzu, bana öğretmeye kalkışma. peşine düşmek anlamında: sevketmek anlamında: | birleşikler ve deyimler] amaç gütmek Orta sınıfı ortadan kaldırma amacını güden bir taslak idi. amacım gütmek Bütün bu girişimler, basın özgürlüğünü yok etmek amacını güdüyor. deve gütmek Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. gayesini gütmek hedef gütmek kan gütmek kan davası gütmek kin gütmek maksat gütmek Tam olarak, bunlar hangi maksadı güdüyor? politika gütmek güvelenmek güvendirmek güveni olmak güveni olmamak güveni olmak (kendine) Mesleğinde yenidir, fakat kendine çok güveni var. t
to become current [kannt]. to make smth topical [topikil]. to sunbathe [sanbeyth]. to bask in the sun. to sunbathe. It's better to lie in the sun than sit in the shade. to leave in the sun [san]. to fall on evil days [i:vil]. to enjoy oneself thoroughly [thanli]. to live it up. The economy is going to pieces but they are living it up. to wrestle [resil]. to wrestle [resil]. to look for a way to win. to wrestle for the title [taytil], to match a wrestler with another. to thunder [thandi]. It's thundering. to become thick. to become abundant [ibandint]. to make a noise [noyz]. to make noise. The fan is making a lot of noise [fe:n]. Don't make any noise, will you? to herd [hd:d]. (Don't try to teach me what sort of man he is) to pursue [pisyu:]. to drive [drayv]. to pursue a goal [goul]. It was a draft intended to crush the middle class. to aim [eym]. All this initiative aims at suppressing the freedom of the press [inijyitiv]. to lead a camel [ke:mil]. (There is just no other alternative.) to aim at. to pursue an aim [pisyu:]. to seek vengeance [vencms]. to seek a vendetta, to nurse a grudge against [grac]. to have a secret aim [eym]. (What are they exactly driving at?) to pursue a political line [layn]. to be moth-eaten. to give one confidence [konfidins]. to have confidence in. to have no confidence. to be self-possessed [pizest]. She is new in her profession but she is very self-possessed [pnfesin].
güvenilmek
359
güvenilmek Bu adama nasıl güvenilir? Bu adama daima güvenilir. Paraya, altına daima güvenilmez. *sözüne güvenilmek (birinin) Onun sözüne daima güvenilir. Babamın sözüne daima güvenilir. güvenli olmak Gece burası artık daha güvenli oldu. güvensiz olmak güvenmek Projeye katkıda bulunmamız konusunda bize güvenebilirsiniz. Bir sıkıntınız olduğu zaman, bana daima güvenebilirsiniz. Ona güvenilmez.
to be relied on [rilayd]. How can this man be relied on? to be trusted [trastid]. (You can always trust him.) (Money and gold are not always a guarantee). to be faithful to one's promise [promis]. He has always been faithful to his promise. to be as good as one's word. My father is always as good as his word. to be safe [seyf]. This place has finally become safer at night. to be unsafe, to rely on [rilay]. You can rely on us to contribute to the project [kmtribyu:t]. You can always rely on me in any difficulty.
It doesn't do to rely on him. to trust [trast]. Ben onlara artık güvenmiyorum. / no longer trust them. Birbirlerine hiç güvenmezlerdi. Neither ever trusted the other. Bize daima güvenebilirsiniz, para bizde. You can always trust us, we have the money. Bence, sen boş şeye güveniyorsun. I think you're trusting to a broken reed. to depend on. Bunun için bana güvenebilirsin. You can depend on me for that. Bu insanlara güvenemeyiz. We can't depend on these people. to count on [kaunt]. Ekonomik krizi durdurmak için size güveniyor. She counts on you to stop the economic crisis. Bu işte onun yardımına pek güvenmeyin. Don't count upon his help for this. Para için bana güvenmeyiniz. Don't count on me for the money. Ektiğine değil, biçtiğine güven. Do not count on what you sow but what you reap. to have confidence in [konfidins]. Biz doktorumuza güveniyoruz, We have confidence in our doctor. bir şeye güvenmek: to rely on smth. Bu konuda yardımınıza güveniyorlar. They are relying on your help in this matter. Annesinin servetine güveniyor olmalı. He must be relying on his mother's wealth. Sözüne güvenmeniz hata oldu. It was a mistake to rely on his word. Biz daima onun fikirlerine güvenmişiz. We've always relied upon his judgement. I birleşikler ve deyimler | Güvenme dostuna, saman doldurur postuna. Blind trust will pave the way to treason. Nefesine güvenen, borazancı başı olur. If you believe that you will succeed, go ahead and do it. bileğine güvenmek to trust one's fists. birinin güvendiği biri olmak to enjoy the confidence of [konfidins]. O, Başbakanın tam güvendiği biri olmalıdır. He must be someone who enjoys the full confidence of the P.M. to lean on a broken reed. boş şeye güvenmek Öyle boş şeylere güvenmesin. He shouldn't trust to broken reeds. to presume upon [prizyu:m]. fazla güvenmek (bir şeye) Onun iyi niyetine pek fazla güvenme. Don't presume upon his good-will. to have self-confidence [konfidins]. kendine güvenmek to be able to afford [ifo:d]. kesesine güvenmek güzel olmak, kadınlar için genellikle: to be beautiful [byu:tifil].
güzelleşmek
360
erkekler için genellikle: to be handsome [he:nsim]. bebekler için genellikle: to be cute [kyu:t]. c'iğer yarlıklar için: to be beautiful. Hem çok güzel, hem de çok zengin. She is very beautiful and also very rich. O kadar güzel ki! She's so cute [kyu:t]. Çiçekler, ağaçlar, tepeler, her şey güzeldi. The flowers, the trees, the hills, everything was beautiful. Kız güzel mi güzel! The girl is a real beauty [byu:ti]. to be pretty [priti]. ince re zarif anlamında: to be fair [fe:]. hoş anlamında: to be fine [fayn]. çok güzel, mükemmel: Her şey çok güzeldi, elinize sağlık. Everything was fine, thank you very much. Ne güzel olur, değil mi? Won't that be lovely? to be good-looking. göze çarpan: to be lovely [lavli]. çekici anlamında: Bu gece çok güzelsin. You're lovely tonight. to become beautiful. güzelleşmek to embellish. güzelleştirmek All these things will embellish the square. Bütün bunlar meydana güzelleştirecek. to beautify [byu:tifay]. The new plan will beautify our city. Yeni plan, şehrimizi güzelleştirecektir.
habbeyi kubbe yapmak haberdar etmek Yaptıkları her şeyden beni haberdar edin. Bir değişiklik olursa, bizi haberdar et. haberdar olmak *günü gününe haberdar olmak Ekonomik durumdan günü gününe haberdar olmak o kadar kolay değil. * sürekli haberdar olmak Bugünlerde skandallardan sürekli haberdar olmak çok zor. haberi olmak Durumdan haberi olsa gerek. Bundan haberi yok. Burada neler olup bittiğinden pekâlâ haberiniz var. Bundan henüz haberleri yok. Benim haberim yok. Haberim var. Yalan söylüyorsanız, haberim olacak. Onların gelişlerinden haberim olmadı. Onu satacak olursanız, haberim olsun. haberi olmamak Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.
Senin buradaki olup bitenlerden haberin yok. Nerede olduğuna dair haberim yok. Benim bu tekliften haberim yoktu. Kurallardan haberin yokmuş gibi konuşma. haberleşmek habersiz olmak Kızların içinde bulunduğu tehlikeden habersiz olamazsınız. Başlarına geleceklerden habersizdiler. hacamat etmek Eski zamanlarda tek tedavi bazan hacamat etmekti. hacamatlamak
to make a mountain out of a molehill [moulhil], to inform smb of smth. Keep me informed of everything they do. Let us know if there is any change. to know about. to keep abreast of [ibrest]. It's not that easy to keep abreast of the economic situation [sityueysm]. to keep abreast of. It's very hard to keep abreast of the scandals these days [skemdilz]. to be aware of [iwe:]. He must be aware of the situation. He's not aware of it. to know about [nou]. You know pretty well what's going in here. They don't know anything about it yet. I don't know anything about it. I know about it. If you're lying, I shall know [laying]. / was not informed of their coming. to let smb know. If you ever decide to sell it, let me know. to be unaware [amwe:]. It's the case of the hare being angry with the mountain but the mountain being unaware of it. You're unaware of what's happening here. to have no information [infi:meysin]. / have no information as to where she is. I had no information about the offer [ o f t ] . to be ignorant of [igmrmt]. Don't pretend to be ignorant of the rules. to correspond [konspond]. to be ignorant of. You can't be ignorant of the danger the girls are in. to be unaware of [amwe:]. They were unaware of what was to come. to cup [kap]. In the old days the only treatment was sometimes to bleed by cupping. to bleed smb by cupping [kaping].
haccetmek haccetmek hacet olmak
362 to go on a pilgrimage [pilgrimic], there to be need. Böyle bir şeye hacet var mı? Is there any need for such a thing? Sormaya ne hacet? There is no need to ask. Arife tarif ne hacet? There is no need to explain anything to the wise. Hacet yok. (It's not necessary [nesisiri]. to need to go to the toilet [toylit]. to go to the toilet.
haceti olmak, hacetini yapmak hacı olmak, to become a pilgrim. hristivanlar için: to perform the pilgrimage to Mecca [pilgrimic]. müslüınanlar için: Deve Kabe'ye gitmekle hacı olmaz. A camel doesn't become a pilgrim by going to Mecca [ke:mil]. to sequestrate [sikwestreyt]. haczetmek to crucify [krursifay]. haçlamak to roll. haddelemek not to have the right to [rayt]. haddi olmamak Haddim değil. It's not for me to say. Haddim olmayarak. Though it isn't for me to say [thou]. Kimin haddine? Who would dare to? Ne haddine? Who is he to? to be abundant [ıbandmt]. *haddi hesabı olmamak hadım etmek to castrate [ke:streyt]. hafızlamak to learn by rote [rout]. hafif olmak to be light [layt]. Yükte hafif, pahada ağır olmalı. It should be something light but valuable. to be light-handed, *eli hafif olmak to be a light sleeper. *uykusu hafif olmak hafiflemek, ağırlığı azalmak anlamında: to get lighter. etkisi azalmak anlamında: to subside [sibsayd]. İlk heyecan hafifliyor gibi görünüyor. The initial excitement seems to be subsiding [inişıl]. to abate [ibeyt]. Öfkenin hafifleyeceği görünmüyor. The anger shows no sign of abating. sıkıntıdan kurtulmak anlamında: to be relieved. hafifleşmek, ağırlık için: to get light [layt], acı vs. için: to subside. ağır başlılık yönünden: to get frivolous [frivihs]. hafifletmek, acı için: to relieve [rili:v]. ağırlık için: to lighten [laytin]. dindirmek anlamında: to alleviate [ili:vyeyt]. Sancıyı hafifletmenin en iyi yolu budur, This is the best way to alleviate the pain. baskı için: to ease up [i:z]. Dolar üzerindeki baskıyı biraz hafifletti, It eased up a little the pressure on the dollar. ceza için: to extenuate [ikstenyueyt]. yük için: to relieve [rili:v]. Bu yükünü hafifletmemiz gerek. We shall have to relieve him of this yoke. to act improperly. hafiflik etmek hafifsemek to take smth lightly [laytli]. hafriyat yapmak to excavate [ekskiveyt]. hain olmak to be a traitor [treyti]. *tuz ekmek haini olmak to be ungrateful [angreytful].
363
hainleşmek
hainleşmek hainlik etmek haiz olmak Yalnız bu şartlara haiz olanlar başvurmalı. *hayatı öneme haiz olmak hak etmek Bu adam cezayı çoktan hak etti. Asılmayı hak etti. Bu kadar yürüdükten sonra bir molayı hak ettik. Bunlar bir tatil hak edecek kadar iyi çalışmadılar. Ekmeğini hak etmiyor. Cezalandırılmayı haketmiş değiliz. hâk ile yeksan etmek hakaret etmek Bize orada hakaret edildi. hakikat olmak hakiki olmak Onun hastalığı hakiki. Bu hakiki mi?
to become treacherous [trecins]. to act treacherously, to possess [pizes]. Only those who fulfill these conditions need apply [kindism]. to be vital [vaytil]. to deserve [dizov]. This man deserved the punishment long ago. He deserves hanging. We deserve a break after walking so long. They haven't done well enough to deserve a vacation [vikey§in]. (He is not worth his salt.) We didn't deserve to be punished [pani§t]. to raze to the ground [reyz]. to insult [insalt]. We got insulted there. to come true. to be genuine [cenwm]. His illness is genuine. to be real [ri:l]. Is this real?
hâkim olmak, egemen olmak: dil için:
1 birleşikler ve deyimler | duruma hâkim olmak Hükümet duruma gerçekten hâkim mi?
to dominate [domineyt]. to have a good command of [kima:nd].
to be in full control of the situation. Is the government really in full control of the situation [sityuey§in]? to have the situation in hand. Ordu şu anda duruma tamamen hâkim. At the moment the army has the situation completely in hand. to control oneself [kmtroul]. kendine hâkim olmak Lütfen kendine hâkim ol. Please control yourself. Daima kendine hâkimdi. She was always in command of herself. to have a good command of [kima:nd]. konuya hâkim olmak Konuya mutlak bir şekilde hâkimdi. He had a supreme command over the subject. İngilizceye çok hâkimdir. He has an excellent command of English. to break down. hislerine hâkim olmamak to lose one's self-control [kintroul]. iradesine hâkim olmamak to be vile [vayl]. hakir olmak hakketmek, to engrave [ingreyv]. oymak anlamında: kazıyarak silmek anlamında: to scrape away [skreyp]. hakkı olmak to have the right [rayt]. Böyle bir şeyi yapmaya kimin hakkı var? Who ever has the right to do such a thing? Yaşam ve özgürlük her insanın hakkıdır. Everyone has the right to life and liberty. Herkesin vicdan ve din özgürlüğüne Everyone has the right to freedom of hakkı var. conscience and religion [kon§ms]. hissesi olmak anlamında: to be due to. Bu bizim hakkımızdı. This was due to us [dyu:]. to have right of way. *geçiş hakkı olmak to have no right to. hakkı olmamak Hakkın yok. You have no right. Böyle bir şeyi söylemeye hakkınız yok. You have no right to say such a thing.
364
hakkından gelmek
Orada bulunmaya hakları yoktu. hakkından gelmek Dinsizin hakkından imansız gelir. Bize bir sataşırlarsa onların hakkından geliriz. *işin hakkından gelmek Milli takım bu işin hakkından gelecektir.
to have no business [biznis]. They had no business being there. to get the better of. (Set a thief to catch a thief.) (If they ever enterfere with us we shall make short work of them.) to be equal to the occasion [ikeyjin]. The national team will be equal to the occasion [i:kwil].
haklamak, bozmak anlamında: ezmek anlamında: yenmek anlamında: yıkmak anlamında: yiyip bitirmek anlamında: haklaşmak haklı olmak Çok haklısın. Bu konuda yerden göğe kadar haklısın. Dolandırıcı olduğunu söylemekle haklıydın. Kıvanç duymakta haklıdır. Haklı olarak, herkes istifasını verdi. Ne kadar haklı olursak olalım,... Tutumlarında haklıdırlar. haksız olmak Kimin haklı, kimin haksız olduğunu göreceğiz. Her ikisi de haksız. Hani, haksız da değil. Burada haksızsın. haksızlık etmek Haksızlık etmeyelim. Bence haksızlık ediyorsunuz. Bu adama büyük bir haksızlık yaptık. hakşinas olmak hal olmak (bir), sıkıntı için: O rengi bulana kadar bir hal oldum. Durumu anlatana kadar bir hal oldum. kötü bir durum için: Bana bir hal oldu. Bunlara bir hal olmuş. Bu insanlara bir hal oldu. Bana bir hal olursa... Bu ne hal? halâs etmek halâs olmak (bir şeyden) halde olmak [birleşikler ve deyimler | acınacak halde olmak Siz acınacak bir haldesiniz. iyi halde olmak metruk halde olmak
to spoil [spoyl]. to crush [krasj. to defeat [difi:t]. to destroy. to finish up. to be quits [kwits]. to be right [rayt]. You're dead right. You're absolutely right in this. You were right in saying he was a crook. (He has every reason to be proud [praud].) Rightly, everyone submitted their resignation. However right we may be,... to be justified [castifayd]. They are justified in their attitude. to be wrong. We'll see who is right and who is wrong. Both are wrong. In fact he is quite right. You're wrong here. to be unfair [anfe:]. Let's not be unfair. I think you're unfair. to do smb injustice [incastis]. We did this man a great injustice. to be fair [fe:]. to be hard put to it (to do smth.) (/ had quite a job to find the right colour.) I was hard put to it to explain the situation. to come over. Something has come over me. What has come over them? to be smth wrong with. There is something wrong with these people. Should anything happen to me... What's all this? to save [seyv]. to be saved from. to be in a state [steyt]. to be in a pitiable state [pityibil]. You're in a pitiable state. to be in good condition [kmdism]. to be in a derelict state [steyt].
365
hale gelmek şaşkın halde olmak hale gelmek
Klasik bir örnek haline geldi. Hikaye gittikçe ilginç bir hale geliyor. halef selef olmak halel gelmek haletmek hali olmak
to be all mixed up [mikst]. to become. It has become a classic example. The story is becoming more and more interesting. to be in the relation of predecessor and successor [sıksesı]. to be harmed. to depose [dipouz]. to appear [ipi:]. She appeared ashamed [ışeymd]. He looked as if he hadn't understood. You seem surprised [siprayzd]. They look as if they have been frightened.
Mahcup bir hali vardı. Anlamamış gibi bir hali vardı. Şaşırmış bir halin var. Bunların korkmuş gibi bir halleri var. I birleşikler ve deyimler | to fall into dire straits [dayı], hali duman olmak to be well-off. hali vakti yerinde olmak Ne halleri varsa görsünler. As far as I'm concerned they can do what they like. Ne halin varsa gör! You can go your own way! not to have the strength to. hali olmamak Ayağa kalkacak halim yok. / don't have the strength to get up. not to feel well. Halim yok. / don't feel well. not to feel up to doing smth. Çamaşır yıkayacak halim yok. / don't feel up to washing the laundry. not to feel like doing anything. Yemek yemeye halim yok. / don't feel like eating anything. to be hopelessly clumsy [klamzi]. *paçasını çekecek hali olmamak to be. halinde olmak [birleşikler ve deyimler j to be at war [wo:]. harp halinde olmak to be harmless and quiet [kwayit]. kendi halinde olmak to be in fashion [fe:şın]. moda halinde olmak to be at war. savaş halinde olmak to be in draft. taslak halinde olmak to be on the move [mu:v]. yürüyüş halinde olmak to become. haline gelmek Gittikçe baş belâsı haline geliyor. He is fast becoming a nuisance [nyu:sms]. Bir deri, bir kemik haline gelmişsin. You've become mere skin and bone [boun]. to form a circle [sö:kıl]. halka olmak to fasten with a ring [fa:sin], halkalamak halkalanmak, to curl into ringlets. halka biçimine getirilmek: to be fastened with a ring. bir yere...: to card [ka:d]. hallaçlamak hallenmek, to feel faint [feynt]. bayılır gibi olmak: yeni bir duruma girmek: to acquire a new form [lkwayi], halletmek, çözüm yolu bulmak anlamında: to solve. Sizin oraya gitmeniz hiçbir şeyi halletmez. Your going there won't solve a thing. Bu işi kanun yolu ile halletmeniz gerek. You should solve this by legal means. to settle [setil]. Bunu halletmenin bir yolu olmalı. There must be some way to settle this. Bu işi dostça halledebiliriz. We can settle this amicably [e:mikibli].
hallolmak
366
to see about. Could you see about the passport, please? to iron out. Halletmemiz gereken bir iki sorun kaldı. There remains a problem or two to be ironed out. to disssolve. eritmek anlamında: to be solved. hallolmak halleşmek , to confide to one another [ktnfayd]. halsiz olmak to feel weak. Çok halsizim. / feel quite weak. Telefonda sesi bana halsiz gibi geldi. She sounded feeble on the telephone. Yürüyemeyecek kadar halsizim. I'm too weak to walk. halt etmek, to do smth stupid. uygunsuz iş sapmak anlamında: to say snith stupid. uygunsuz söz söylemek anlamında: halvet etmek to retire into solitude [ritayi]. halvet olmak to withdraw into solitude [solityu:d]. halvet gibi olmak to become very hot. ham hum etmek to hum and haw [ham]. hamam yapmak to take a bath. hamarat olmak to be diligent [dilicmt]. hamaratlaşmak to become diligent. to thank God. hamdetmek Her şey için daima Allah'a hamdederim. / always thank God for everything. Hamdolsun! Praise be to God! [preyz]. hamile olmak to be pregnant [pregmnt], hamlamak to get out of shape [§eyp]. hamlaşmak to get out of practice [pre:ktis]. hamle etmek, to make a leap forward [li:p]. atılmak anlamında: to make an attack [ite:k]. saldırmak anlamında: to make a great effort [eftt]. hamle yapmak to impute to [impyu:t]. hamletmek to become doughy [dowi]. hamur olmak Hamur gibiyim. I feel worn out. to knead dough [ni:d]. hamur yapmak hamurlamak, to cover with dough [dou]. hamur sürmek anlamında: to seal the lid with dough, tencerenin kenarını sıvamak: to get doughy [dowi]. hamurlaşmak to stab. hançerlemek hançerlenmek to be stabbed [ste:bd]. hantal olmak to be clumsy [klamzi]. hantallaşmak to become clumsy. hapsetmek, to jail [ceyl]. hapishaneye koymak: to lock in. bir yere kapatmak: Ziyaretçiler olduğu zaman köpekleri hapsediyorlar. The dogs are locked in when there are visitors around [vizitiz]. to confine [ktnfayn]. bir odava veya hücreye: Onu bütün gün odasına hapsettiler. She was confined to her room the whole day. hapsettirmek to have smb jailed [ceyld], hapşırmak .to sneeze [sni:z]. to make smb sneeze. hapşırtmak Bu beni daima hapşırtıyor. It always makes me sneeze. Pasaport işini lütfen halleder misiniz?
harakiri yapmak harakiri yapmak haram etmek haram olmak
367
to commit harakiri. to take the pleasure out of [pleji]. to be unlawful. Haram olsun! May you never enjoy it [injoy]/ Eve gerek olan, mescide haramdır. (Charity begins at home.) to destroy. harap etmek Deprem şehrin yarısını harap etti. The earthquake destroyed half of the city. to devastate [devisteyt]. 1580'de, bir yangın ve düşman orduları şehri A fire and enemy troops devastated the city harap etmişti. in 1580. to be destroyed. harap olmak İstanbul'un yeşil alanları her yıl harap oluyor. The green areas in Istanbul are being destroyed every year. | birleşikler ve deyimler [ hali harap olmak to be in a mess. Halimiz harap! We are in a pretty mess. to be exhausted [igzo:stid]. bitkin olmak anlamında: harap durumda olmak to lie waste [weyst]. harap halde olmak to be in ruin [ruwin]. Selden sonra tüm ekili arazi harap haldeydi. After the flood the fields lay waste. to fall in ruin. haraplaşmak hararetlendirmek to excite [iksayt]. hareretlenmek, to get excited. canlanmak anlamında: ısı için: to get warm. tartışma için: to get heated [hi:tid]. harcamak, to spend. para için: Harcayacak param kalmadı. I've no money left to spend. Bari bu kadar harcamasa. I wish she wouldn't spend so much. Çocuklarımız faydasız şeylere çok para harcıyorlar. Our children spend too much money on useless things. to use (up) [yu:z]. kullanmak, tüketmek anlamında: On ton çelik harcamışlar. They have used 10 tons of steel. feda etmek anlamında: to sacrifice [se:krifays]. | birleşikler ve deyimler | bol keseden harcamak to spend lavishly [le:vi§li]. boş yere harcamak to waste [weyst]. bozuk para gibi harcamak to use a person [yu:z]. çaba harcamak to make an effort [efit]. Bir şey öğrenmek için hiçbir çaba harcamıyorlar. They make no effort to learn anything. to exert oneself. O, hiçbir çaba harcamaz. She never exerts herself [igzo:ts]. Devletin yıkılmasına çaba harcıyorlar. (They are at work to destroy the state.) emek harcamak to expend an effort [ikspend]. Bu işe çok çaba harcadık. We have expended a lot of efforts on this. nefesini boşuna harcamak to waste one's breath [breth]. Bu soğukta boşuna nefesini harcama. Don't waste your breath in this cold. para harcamak to spend money. servet harcamak to spend a fortune on [fo:cin]. Tamirat için bir servet harcamışlar. Apparently they've spent a fortune on the repairs. su gibi harcamak to spend lavishly [le:vi§li]. vaktini boşa harcamak to waste one's time [weyst]. Açıklama bekliyorsanız, vaktinizi boşa If you're waiting for an explanation you're harcıyorsunuz. wasting your time.
harcanmak
368
Burada boşu boşuna vaktinizi harcıyorsunuz. Vaktini öyle boşa harcama. vaktini harcamak Boş tartışmalarla vakit harcamayalım. varını yoğunu harcamak zaman harcamak Bunlar boşuna zaman harcıyorlar. Harcanan zamana değmez, harcanmak, hoşa gitmek anlamında: Bilgilerin burada harcanıyor. para vs. için: kullanılmak, tükenmek anlamında: feda edilmek anlamında: harcı olmak Bu gibi şeyler güçlü bir liderin harcıdır. harcı olmamak Bu benim harcım değil. Bunu yapmak onun harcı değil. Bu, bizim pek harcımız değil. Bu, akıllı bir adamın harcı değil. harekelemek hareket etmek, , davranmak anlamında: Müfettiş sıfatıyla hareket edecekler, yola çıkmak anlamında: Saat kaçta hareket edeceğiz? Bari yarın erken hareket etmeseler. Otobüs tam saat 8'de hareket ediyor. Tren hareket etmek üzere. Artık hareket etmeliyiz. Dün Paris'e hareket ettiler. Gemi ne zaman hareket edecek? devinmek anlamında: Ekran üzerinde küçük bir işaretçik hareket edecektir. |birleşikler ve deyimleri Nerede hareket, orada bereket. akılsızca hareket etmek aptalca hareket etmek Bu insanlar neden böyle aptalca hareket ediyorlar? baskı altında hareket etmek, birlikte hareket etmek doğru hareket etmek emre göre hareket etmek Hepsi emre göre hareket ettiklerini iddia ediyorlar. O yukarıdan gelen emre göre hareket etti. hesaplı hareket etmek hislerine göre hareket etmek talimatlara göre hareket etmek Banka, bu konuda talimatınıza göre hareket edecektir.
You 're wasting your time here. Just don't fiddle about [fidil], to spend one's time. Let's not waste time in empty discussions. to put everything into it. to spend time. They are just wasting their time. It's not worth the time spent on it. to be wasted. Your knowledge is being wasted here. to be spent. to be used up [yu:zd ap]. to be sacrificed [se:krifayst]. to be within one's power/means [mi:nz]. That sort of thing is within the means of a strong leader [li:di]. to be beyond one's power [pawi]. That's beyond my power. It's beyond his power to do that. to be unable to afford [ifo:d]. We just can't afford it. (That's not the way a wise man would act.) to give the vowel's symbols of the letters. to act [e:kt]. They'll act in the capacity of inspectors. to set out. What time are we setting out? I hope they don't set out early tomorrow. to leave [li:v]. The bus leaves at 8 sharp. The train is on the point of leaving. We ought to leave [li:v]. They have left for Paris yesterday. When is the ship sailing? to move [mu:v], A small marker will move around on the screen. Activity brings prosperity. to act foolishly. to behave like a fool [fu:l]. Why are these people behaving like fools? to act under compulsion [kimpalsm]. to act in concert [konsit]. to do right. to act under orders [o:diz]. They all claim they have acted under orders. He has acted on orders from above. to act rationally [rersmili]. to act according to the dictates of one's feelings. to proceed according to instructions. In this matter, the bank will proceed according to your instructions [instraksinz].
hareket ettirmek
369
usule uygun hareket etmek zıttına hareket etmek hareket ettirmek Pullar zar atımına göre hareket ettirilir.
to act as is proper. to act contrary to [kontriri]. to set in motion [mousin]. The pieces are moved depending on the throwing of a dice [days]. Birisi arabayı hareket ettirdi. Someone has started the car. hareket halinde olmak to be on the move [muv]. Bu kabileler, yazın daima hareket halindedirler. These tribes are continuously on the move in summer [kintinyusli]. hareketlendirmek to put smth into motion [mou§m]. hareketlenmek to get into motion. hareketli olmak to be lively [layvli]. hareketsiz olmak to be motionless [mou§inlis]. to be inactive [ine:ktiv]. durgun anlamında: (for silk) to be watered [wo:tid]. harelenmek to be watered. hareli olmak haremlik selâmlık olmak (for men and women) to sit separately. harınlamak to become restive. hariç olmak to be excluded [iksklu:did], haritada olmak to be foreseen [fo:si:n]. haritada olmamak (bir şey) to be unexpected. harlamak, to burn furiously [fyurytsli]. ateş için: to flare up [fle:rap]. birden öfkelenmek anlamında: harlatmak to poke up a fire [poukap]. harman etmek/yapmak, tahıl için: to thresh, çay için: to blend. Bazen ithal çayla harman ediliyor. It is sometimes blended with imported tea. sayfalar için: to sort and arrange [ireync]. harman çorman olmak to be mixed up [mikstap], harmanlamak to blend. bir çember biçiminde dolaşmak: to go in circles [so:kilz] harmanlanmak, çay için: to be blended. baskı işleri için: ay için: harp etmek hasar yapmak hasat etmek hasbıhal etmek haset etmek Haset eden, mahrum kalır. hasetlenmek hâsıl olmak hasır altı etmek Bu konuyu hasır altı edemeyiz. Skandali hasır altı etmeye çalışıyorlar. hasır altı edilmek Bunun hasır altı edilmesini izin veremem. hasırlamak hasırlanmak hasis olmak hasretmek
to be sorted out and arranged [ireyncd]. to be surrounded by a halo [heylou]. to wage war [wo:]. to cause damage [de:mic], to reap [ri:p]. to have a friendly chat [ge:t], to envy. The envious is always the loser [lu:zt]. to feel envy. to ensue [insyu:]. to hush up [ha§ap]. We cannot hush up this matter. to cover up [kavirap]. They are trying to cover up the scandal. to be covered up [kavid ap]. (/ won't let this matter rest.) to cover with matting [me:ting]. to be covered with matting. to be stingy [stinci]. to devote [divout].
hassas olmak
370
hassas olmak, dııy . ular :
için:
Çocuklar bizden daha hassas olurlar. hasta etmek hasta olmak Çok hastayım. *ruh hastası olmak * şeker hastası olmak *hastalık hastası olmak hasta numarası yapmak Bize hasta numarası yapıyor. hastalanmak hastanelik etmek hastanelik olmak hastası olmak (bir şeyin), düşkün olmak anlamında: lakım için: birinin...: haşarı olmak haşarılaşmak haşır neşir olmak haşırdamak haşin olmak haşlamak, dalamak anlamında: don ve kırağa için: kaynar su ile yakmak: yiyecekleri kaynar suda pişirmek: azarlamak anlamında: haşlanmak, kaynar suda pişmek anlamında: kaynar su ile yanmak: *haşım hasım haşlanmak haşlatmak hata etmek Planı desteklemekle hata etti. Hisseleri satmak büyük hataydı. Biz hata ettik. Teşbihte hata olmaz. hata yapmak Herkes hata yapar. Hakem de insan, hata yapar. hatalı olmak, davranış için: kalite için: hatır için yapmak hatırı olmak Hatırım yok mu? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var.
to be susceptible [siseptibil]. Children are more susceptible than we are. to make smb i l l . to be ill. (Ifeel very ill.) to be a psychopath [saykoupe:th]. to be a diabetic [dayibetik], to be a hypochondriac [haypoukondriyak]. to pretend to be i l l . He is pretending to be ill. to be taken i l l [teykm]. to beat smb up badly. to be badly beaten up [bktinap]. to be addicted to [e:diktid], to be a fan of [fe:n]. to be the patient of [peyfint]. to be naughty [no:ti]. to become naughty. to be cheek by jowl with. to make a scraping sound [saund], to be harsh. to sting all over, to frost. to scald [sko:ld], to boil [boyl]. to scold [skould]. to be boiled [boyld]. to be scalded. to get thoroughly scalded [sko:ldid]. to have smth boiled, to do wrong. It was wrong of him to support the plan. Selling the shares was a big mistake. We've made a mistake. Pardon the comparison [kimpe:risin]. to make a mistake. Everyone makes mistakes. A referee is human, he will make mistakes.
to be in the wrong, to be defective. to do smth for the sake of [seyk]. to be of account [lkaunt]. Don't I count for anything? A cup of coffee may be the cause of a lifelong friendship [ko:z]. hatırına gelmek to occur to one's mind [iko:]. to be on one's mind [maynd]. hatırında olmak Hatırında bir şey mi var? Is there smth on your mind? 9 Eylül üzücü olayları, hâlâ birçoğumuzun (Many of us still remember the sad events of September 9.) hatırındadır.
hatırlamak
371
hatırlamak
to remember. Whenever I come here I always remember that night. to recall [riko:l]. Şimdi siz söyleyince olayı hatırladım. Now that you've mentioned it, I recall the incident. to bear in mind [maynd]. Toplantıda söylediklerini bir hatırla. Bear in mind what she said at the meeting. to look back on. O günleri hatırladıkça, gözlerim yaşarıyor. When I look back on those days tears come to my eyes [ayz]. to think of. Şu anda adını hatırlayamıyorum. / can't think of her name at the moment. Olayı hayal meyal hatırlıyorum. I vaguely remember the incident. Yanlış hatırlamıyorsam, kırmızıydı. If my memory doesn't fail me, it was red. to be remembered. hatırlanmak Büyük önder olarak hatırlanacak. He will be remembered as a great leader. to be in everyone's mind [maynd]. hatırlarda olmak to remind [rimaynd]. hatırlatmak Hatırlattığın için, sağol! Thank you for reminding me. Davranışları bana annesini hatırlatıyor. Her manners reminds me of her mother. Ona her fırsatta bir yabancı olduğunu hatırlatmışlardı. He was always reminded that he was a foreigner. Bunu, ona çok nazik bir şekilde hatırlatın. Please remind him of this very gently. to read from cover to cover. hatmetmek to be in the clouds [klaudz]. havada olmak (aklı) havada olmak (burnu) to be conceited [kinsirtid]. havadar olmak to be airy [e:ri]. havalandırmak, to air [e:]. bir şeyi açık havada bırakmak: to ventilate [ventileyt]. bir yere temiz hava vermek: havalanmak, to be ventilated, havası değiştirilmek: to take off. uçak için: to become frivolous [frivihs]. davranış için: havale etmek, to transfer [tremsfo:]. devretmek anlamında: para için: to transfer. to refer (a matter) to. göndermek anlamında: Davayı Yüksek Mahkemeye havale edeceğiz. We shall refer the case to the Higher Court. to endorse [indo:s]. imzalayarak aktarmak: Ibirleşikler ve deyimler] to leave it to God. Allah'a havale etmek to leave a matter to smb's sense of honour. sütüne havale etmek to finish off. temize havale etmek havale olmak to be referred to [rifo:d]. havası olmak to have a certain personality. havasında olmak (kendi) to think only of oneself. hâvi olmak to include [inklu:d]. havlamak to bark. Bu köpekler niye böyle havlıyor. What are these dogs barking like that for? Havlayan köpek, ısırmaz. Barking dogs do not bite [bayt]. to yap [yep]. *acı acı havlamak Bu köpek, bütün gün acı acı havlayıp durdu. That dog has been yapping all day long. havuzlamak to dock. havuzlanmak to be docked [dokt]. Buraya geldikçe daima o geceyi hatırlarım.
hayal aleminde olmak
372
hayal aleminde olmak hayal etmek Orkestra şefi olmayı hayal ediyor. Bunlar, hayat boyunca hayal ettiğim şeyler. hayal olmak, ger çekle hatıra
şi
inlememek olmak
anlamında:
anlamında:
to be in the clouds. to dream of [dri:m]. He dreams of becoming a conductor. These are things that I've been dreaming of. to become a dream [dri:m]. to become a memory [memiri]. to have imaginative power [pawi]. to be in the clouds [klaudz]. to be a dreamer. He is too much of a dreamer to be a leader. to be impudent [impyu:dmt]. to be a matter of life and death [deth], to be in the prime of life [praym]. to be vital [vaytil]. to be alive [llayv]. to urge on [6:c]. to drive on [drayv]. to lament. to do good. God grant that all ends well! to do no good. to do no good to. (One should rely on oneself.)
hayal gücü olmak hayaller içinde olmak hayalperest olmak Önder olması için çok fazla hayalperest. hayâsız olmak hayat memat meselesi olmak hayatın baharında olmak hayati olmak hayatta olmak haydalamak haydamak hayıflanmak hayır etmek Allah sonunu hayır etsin! hayır etmemek hayır gelmemek Kimseden kimseye hayır gelmez. hayır olmak. Bu işte bir hayır var. Something positive will come out of this. Belki de bu işte bir hayır vardır. It could be a blessing in disguise [disgayz]. Sabah ola, hayır ola. Let's wait and see how things develop by morning. Amellerin hayırlısı, sonu hayır olanıdır. The best deed is the one that ends well. Kimseden kimseye hayır yok. One should rely on oneself. Onun kimseye hayrı yok. One should expect no good of him. Hayrola! Good news, I hope. Hayırdır inşallah! I hope all is well. not to be just for love. *babasımn hayrına olmamak Bunu, babasının hayrına yapmıyor. (He's not doing it for nothing.) hayır yapmak to do good. Yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmez. He means well, but his deeds do more harm than good. hayır dua etmek to give one's blessing, hayırlı olmak, iyi anlamında: to be good. uğurlu anlamında: yararlı olmak: to be auspicious [o.spifis]. Bu proje bizim için hayırlı olacak. to be beneficial [benifi§il]. Bu iş hayırlısı ile bir bitse! This scheme will be beneficial for us. Hayırlı olsun! If only this job finishes without a hitch. Hayırlısı! Congratulations! [kmgre:tyuley§inz]. Sabah şerifler hayırlı olsun! Let's hope for the best. Vermek, almaktan daha hayırlıdır. Good morning. Akıllı düşman, akılsız dosttan hayırlıdır. To give is more benevolent than to take. hayırsız olmak, Better a wise foe than a foolish friend. yararı olmayan anlamında: to be worthless. hayrı olmayan anlamında: to be good-for-nothing. haykırmak to shout [§aut].
haykırtmak
373
haykırtmak haylaz olmak, aylak ve tembel anlamında: lıayla anlamında: haylazlaşmak, aylak olmak anlamında: kötü davranmak anlamında: haylazlık etmek aylaklık bakımından: davranış bakımından: hayra alâmet olmak hayra alâmet olmamak Bütün bunlar hayra alâmet değil. hayran olmak Bu adamın cesaretine hayranım. hayret etmek haysiyetli olmak haysiyetsiz olmak haytalık etmek hayvanlaşmak hayvanlık etmek hazfetmek hazır etmek hazır olmak Saat sekize kadar hazır olacak. Bu hafta hazır olması gerekiyor. Akşama kadar hazır olmalarına bak. Parti böyle değişimleri kabule hazır değil.
to make smb shout. to be an idler [aydh], to be a nuisance [nyu:sins]. to get lazy [leyzi], to become a nuisance [nyu:sms].
to idle [aydil]. to make mischief [miscif]. to bode well for [boud]. to bode no good for. All this doesn't bode well. to admire [ldmayi]. / admire this man's courage [karic]. to be astonished [istoni§t]. to be dignified [dignifayd]. to lack self-dignity. to look for mischief. to act like a beast [bi:st]. to behave like a beast. to suppress [sipres]. to prepare [pripe:]. to be ready. It will be ready by eight. It's to be ready by this week. Make sure they are ready by the evening. The party is not ready to accept such changes. to be all set for. Büyük gün için hepimiz hazırız. We are all set for the big day. bir yerde: to be on hand. Tüm personel onu desteklemek için orada All the staff will be on hand to support him. hazır olacaktır. asker, polis vs. için: to stand by. Silahlı kuvvetlere hazır ol emri verildi, The armed forces have been ordered to stand by. razı olmak anlamında: to be willing to. Hepsi yardım etmeye hazır. They are all willing to help. Her şeyi unutmaya hazırdım, I was willing to forget everything [figet]. göze almak anlamında: to be prepared for. Barışı korumanın en etkili yolu, savaşa hazır olmaktır. The best way to preserve peace is to be ready for war. Her ihtimale karşı hazır olmalıyız. We should be prepared for any contingency. Buna hiç de hazır değildik. We were not prepared for that. | birleşikler ve deyimler | Hazır ol! Attention! [iten§in]. Peynir ekmek, hazır yemek. Fish and chips will always do for a meal. dünden hazır olmak (bir şeye) to jump at smth [camp]. O buna dünden hazır. He will jump at it. Her teklifi kabule dünden hazır. He is ready to jump at any offer. hazırcevap olmak to be good at repartee [repa:ti:]. hazırlamak, hazır dununa getirmek anlamında: to prepare [pripe:]. Toplantı için herşeyi hazırladım. I've prepared everything for the meeting. Tabak, çatal, bıçakları hazırladınız mı? Have you got ready the plates, forks and knives?
hazırlanmak önceden
374 düzenlemek anlamında: Minareyi çalan, kılıfını hazırlar.
pişirmek üzere tavuk vs...: İlk önce tavuğu hazırlaman gerek. |birleşikler ve deyimler] kendi sonunu hazırlamak kendini (bir şeye) hazırlamak yazıp hazırlamak Bu dilekçeyi kimler yazıp hazırladı? İhtiyaçlarımız için bir liste yazıp hazırlayacağım. zemin hazırlamak hazırlanmak, hazır duruma getirmek: Bunun hazırlanması zaman alacak, kendini hazırlamak anlamında: Biz savaşa mı hazırlanıyoruz? hazırlatmak bir şeyi birisine: hazırlık yapmak hazırlıklı olmak hazırlıksız olmak hazmetmek, hazım için: bilgi için: ı insan bütün bu bilgileri kısa bir sürede nasıl hazmedebilir? Okuduğum her şeyi hazmedemiyorum. içine sindirmek anlamında: Bu hakareti hazmetmem mümkün değil. O fiyaskoyu bir türlü hazmedemiyor. katlanmak anlamında: hazzetmek heba etmek Harika bir fırsatı heba ediyoruz. heba olmak hecelemek hedef olmak heder olmak hediye etmek helak etmek *kendini helak etmek helak olmak, bitkin duruma gelmek: yok olmak anlamında: helâl etmek *hakkım helâl etmek Gidip gelmemek var, gelip de bulmamak var, helâl eyle hakkını! helâl olmak Helâl olsun! Hakkım helâl olsun! Ölüm hak, miras helâl.
to plan. // one is thinking of committing a crime he or she will have planned it in advance. to dress. First of all you have to dress the chicken. to prepare one's own end. to brace oneself for [breys]. to draw up [dro:]. Who has drawn up this petition [piti§m]? /'// make up a list of what we need. to lay the groundwork for. to prepare [pripe:]. It will take some time to prepare it. to prepare for. Are we preparing for war? to have smth prepared. to have smb prepare smth. to prepare for. ' to be prepared [pripe:d]. to be unprepared. to digest [dicest]. to assimilate [isimileyt]. How can one assimilate all this information in a short period? I'm unable to assimilate everything I read. to stomach [stamik], / can't possibly swallow that affront. He doesn't seem to get over the fiasco. to endure [indyu:]. to be pleased by [pli:zd]. to waste [weyst]. We're wasting a wonderful opportunity. to be wasted. to spell (out). to become a target [ta:git]. to be sacrificed in vain [veyn], to make a present [prezmt]. to destroy. to burn the candle at both ends [ke:ndil]. to be utterly exhausted [igzo:stid]. to perish. to forsake [fiseyk] one's rights willingly. to forgive smb's wrong doings. You may leave and not return or return but not find those you expect, so forgive people their wrong doings. to be lawful [lo:ful]. You can have it with my blessings. I forgive all the wrongful acts. Inheritance is as natural as death is.
helalleşmek
375
to forgive each other one's past wrong doings. to become thick and soupy [su:pi]. to become jelly [cell]. to be of the same standard [stemdid], to be of the same opinion [lpinym], Sizinle tamamen hemfikirim. / wholly agree with you [lgri:]. to stake [steyk]. hereklemek to have a score to settle with smb [sko:]. hesabı olmak (görülecek) Onunla görülecek hesabım var. / have a score to settle with him. to be beyond reckoning [rekining]. hesabı olmamak to be without any supervision [supo:vijin]. hesabı kitabı olmamak Bunun hesabı kitabı yok. It's completely without any supervision. to suit [syu:t]. hesabına gelmek Bu hesabıma gelir. That suits me fine. hesap etmek, to calculate [ke:lkyuleyt]. hesaplamak, anlamında: to plan. tasarlamak: to think smth over carefully. hesap etmek, kitap etmek hesaplamak, hesap etmek anlamında: to calculate [ke:lkyuleyt]. Hesaplaması kolay. It's easy to calculate. to work out Bunu bir dakikada hesaplayabilirim. / can work it out in a minute. Bunu sterlin olarak hesaplayabilir misin? Can you work it out in sums of pounds? to figure out [figiraut]. Maliyetini hesaplayabilir misiniz? Could you figure out what it will cost? göz önünde tutmak anlamında: to take smth into consideration [kmsidireyjin]. | birleşikler ve deyimler | to plan down to the very last detail [diteyl]. kıtı kıtına hesaplamak to count on one's fingers, parmakla hesaplamak to be rash [re:sj. ilerisini, gerisini hesaplamamak to be calculated. hesaplanmak hesaplaşmak, alacaklar için: to settle outstanding accounts [lkaunts]. kazlarım paylaşmak anlamında: to settle old scores with [sko:z]. hesaplı olmak, ekonomik anlamında: to be economical [kkmomikil]. rasyonel anlamında: to be rational [re:s,iml]. Hesaplı olmak zorundayız. We have to be rational. not to have been taken into account. hesapta olmamak Bu hiç hesapta yoktu. (We didn't bargain for that.) to have a desire for [dizayi]. heves etmek Herkeste bir araba hevesi var. Everyone has a desire to own a car. to awake one's desire [iweyk]. heveslendirmek to be eager to do smth [i:gi]. heveslenmek to be keen on [ki:n]. hevesli olmak Bu aleti çalmaya çok hevesli. He is very keen on playing that instrument. Bizimle çalışmaya daima hevesli. He is always keen to work with us. to have no desire [dizayi]. hevessiz olmak to excite [iksayt]. heyecanlandırmak Bu şeyler, beni hiç mi hiç heyecanlandırmıyor. These things do not excite me in the least. heyecanlanmak to get excited [iksaytid]. heyecanlı olmak to be thrilled. O kadar heyecanlıydım ki uyuyamadım. / was so thrilled that I couldn't sleep. helalleşmek helme olmak helmelenmek hemayar olmak hemfikir olmak
hezeyan etmek
376
hezeyan etmek hıçkırmak, h.içkrrık sesi için: içini çekerek ağlamak: hıçkırtmak hık mık etmek hıncahınç dolu olmak hınzırlık etmek lers davranış için: muziplik anlamında: hırçın olmak hırçınlaşmak hırçınlık etmek hırıldamak hırıldaşmak Hıristiyanlaşmak Hıristiyanlaştırmak hırlamak hırlanmak hırlaşmak, karşılıklı hırlaşmak anlamında: ağız kavgası için: hırpalamak hırpalanmak, dövülmek anlamında: örselenmek anlamında: hırpalatmak hırsızlık etmek hırsızlık yapmak hırslanmak h ışıldamak hışırdamak hışırdatmak hıyanet etmek Emanete hıyanet olmaz. hızlandırılmak hızlandırmak Dağıtımı
bir hızlandırabilsek.
Üretimi büyük ölçüde
hızlandıracaktır.
Bakanın bu garip tutumu, rejimin çöküşünü hızlandıracaktır. Bu metot, çalışmayı biraz hızlandırdı. hızlanmak Otobüs, yokuş aşağı hızlandıkça hızlandı. hibe etmek hicran olmak (birisine) hicret etmek hicvetmek hiç olmak hiçlemek hiçleşmek
to talk nonsense [nonsins], to to to to to
hiccup [hikap]. sob. make smb hiccup/sob. hum and haw [ham end ho:]. be overcrowded [ouvikraudid].
to behave nastily [biheyv]. to play a dirty trick. to be ill-tempered. to become bad tempered [tempid]. to show bad temper. to growl [graul], to snarl at each other. to become Christian [kriscinj. to Christianize [krisctnayz]. to growl [graul]. to snarl. to snarl at each other, to squabble [skwobil]. to ill-treat [tri:t]. to be buffeted about [bafitid]. to be treated roughly [rafli]. to cause smth to be roughed up [raftap]. to commit theft [kimit]. to steal [sti:lj. to get angry [erngri]. to make a rustling noise. to rustle [rasil]. to make smth rustle. to betray [bitrey]. One cannot betray a trust. to be speeded up. to speed up [spi:d]. If only we could speed up the delivery. to step up. // will step up greatly the production. to hasten [heysm]. This strange attitude of the Minister will hasten the downfall of the regime [reyji:m]. to accelerate [e:kselireyt]. This method has accelerated the work a little. to gain speed [geyn]. The bus went faster and faster downhill. to donate [douneyt]. to grieve smb deeply. to migrate [maygreyt], to satirize [se:tirayz]. to lose one's importance [impodins]. to give no importance. to become insignificant.
hiddet içnide olmak
377
hiddet içinde olmak hiddetlendirmek hiddetlenmek hikaye etmek hile yapmak, aldatmak anlamında: Her biri, diğerinin, hile yapacağını düşündü. dümen re oyun için: saflığını bozmak anlamında: seçimler vs. için: himaye etmek, arka çıkmak anlamında: korumak anlamında: himayesi altında olmak himayesinde olmak himayesiz olmak himmet etmek hislenmek hissedilmek hissetmek, duygu için: farkına varma anlamında: sezmek anlamında: | birleşikler ve deyimler | Demoklesin kılıcını başında hissetmek. derinden hissetmek gücünü hissetmek kendini berbat hissetmek kendini bitkin hissetmek kendini halsiz hissetmek Kendimi halsiz hissediyorum. kendini küçük hissetmek kendini iyi hissetmek kendini iyi hissetmemek Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. kendini kötü hissetmek Bütün hafta kendini kötü hissetti. kendini rahat hissetmek Kızların huzurunda kendini hiç rahat hissetmez. Orada kendimi çok rahat hissediyorum, bir konuda: Birçok konuda kendini rahat hisseder. kendini suçlu hissetmek kendini terkedilmiş hissetmek hitap etmek Sana, öğretmenin olarak hitap ediyorum. hizada olmak (bir) hizalamak hizaya gelmek hizipleşmek hizmet etmek Size hizmet ediyorlar mı?
to be in a rage [reyc]. to enrage [mreyc]. to get furious [fyuryis]. to relate [rileyt]. to cheat [ci:t]. Each thought the other would cheat. to use a trick. to adulterate [idaltrreyt]. to rig. to patronize [pe:trinayz], to protect [pntekt]. to be under the patronage of [pe:trimc]. to be under the protection of [pritek§m]. to be unprotected [anpritektid]. to help. to be moved [mu:vd]. to be felt. to feel [fi:l]. to detect [ditekt]. to sense. To feel the sword of Democles hanging over one's head [so:d]. to feel smth deeply. to feel the force of [fo:s]. to feel awful [o:ftl]. to feel worn up. to feel exhausted [igzo:stid]. I feel exhausted. to feel cheap [ci:p]. to feel well. not to feel well. / don't feel well at all. to feel low. He has been feeling low all week long. to feel at ease [i:z]. He has never felt at ease in the presence of girls. to be at one's ease. / feel I'm very much at my ease there. to be at home in. He is at home in many subjects [sabcikts]. to feel guilty. to feel abandoned [ibemdmd]. to address [tdres]. (I'm speaking to you as your teacher.) to be in a level with, to become level with, to get into line. to separate into factions [fe:k§inz]. to attend. Is anyone attending you?
hizmetçilik etmek
378
Size hizmet eden var mı? Ona, şikayet etmeden hizmet etmelisiniz. |birleşikler ve deyimler] Hangi akla hizmet ediyorsun? Bu adam, ne akla hizmet ediyor? amaca hizmet etmek bir amaca hizmet etmek canla başla hizmet etmek bir davaya hizmet etmek özel çıkarlarına hizmet etmek hizmetçilik etmek hizmete amade olmak Hizmetinize amadeyim. hocalığı yapmak, ahilik hocalığı: Son günlerde ahlâk hocalığı etmektedir.
to wait on/upon. Is anyone waiting upon you? to serve [so:v]. You must serve him without any complaints. Why on earth are you doing this? What makes this man do such a thing? to answer the purpose [po:pts]. to work to an end. to wait on smb hand and foot. to serve the case of [keys]. to have an axe to grind [graynd]. to be a servant with [so:vmt]. to be at smb's service. I'm at your service [so:vis].
to set oneself up as the guardian of morals. He has lately set up himself as the guardian of morals [ga:diym], to have pretensions to giving advice to others akıl hocalığı: [priten§inz]. Akıl hocalığı yapmak gibi bir iddiam yok. I have no pretensions to giving anyone any advice [ldvays]. hocalık etmek, to serve as a teacher. öğretmen olarak: to serve as a hodja. hoca olarak: to blow one's breath upon [breth]. hohlamak Isıtmak için parmaklarını hohla. Blow on your fingers to warm them. to grumble [grambil]. homurdanmak hoplamak, to hop. sıçramak anlamında: zıplamak anlamında: to leap [li:p]. *sevinçten hoplamak to jump for joy. *yüreği hoplamak to get a fright [frayt]. hoplatmak to bounce [bauns]. Bebeği dizinin üstünde hoplat, bu ağlamasanı Bounce the baby on your knees and it will kesecektir. stop crying. çocuklar için: to dandle [de:ndil]. hora gelmemek not to withstand rough usage [yu:sic]. horlamak, uvkıı sırasında: to snore [sno:]. to treat with contempt [kmtempt]. aşağılamak anlamında: *horul horul horlamak to snore like a pig. horlanmak to be treated with contempt, horozlanmak to swagger [swe:gi]. hortlamak, mezardan çıkmak anlamında: to rise from the grave [greyv]. to arise again [irayz]. sorunlar için: to snore. horuldamak hoş gelmek to sound pleasant [pleztnt]. Davulun sesi, uzaktan hoş gelir. The sound of a drum is pleasant from a distance. Kulağa hoş geliyor. It sounds pleasant. to be nice [nays]. hoş olmak Bu çikolatanın yenmesi çok hoş. (This chocolate tastes very nice [co:kilit]. İstediği zaman hoş olabiliyor. She can be pleasant when she wants to.
hoş olmamak
379
*bir hoş olmak *birine göre hava hoş Bana göre hava hoş. hoş olmamak Bu durum hiç de hoş değil. *arası hoş olmamak hoşaf gibi olmak hoşbeş etmek hoşlanmak (bir şeyden) Kumsalda yürümekten çok hoşlanırım. Ben bu tür şeylerden hoşlanmam. Hiç kimse onlardan hoşlanmıyor. Nasıl, yeni işinizden hoşlanıyor musunuz? İçkiden hiç hoşlanmam. hoşlanmamak Herkes bekletilmekten hoşlanmaz. Onda hoşlanmadığın ne var? *perisi hoşlanmamak Perisi bizden hoşlanmamış. hoşlaşmak hoşluğu olmak Bugün üstümde bir hoşluğum var. hoşnut etmek hoşnut olmak hovardalaşmak hovardalık etmek, çapkınca davranmak anlamında: bol para harcamak anlamında: hoyratlık etmek hödüklük etmek höpürdetmek höykürmek hudut dışı etmek hudutlandırmak limit koymak anlamında: hulâsa etmek hurdahaş etmek hurdahaş olmak, kırılıp dökülmek anlamında: yorulmak anlamında: husule gelmek husumeti olmak Bu ülkeye karşı neden husumetleri olsun? hususiyeti olmak huy edinmek huy etmek huylandırmak huylanmak, insanlar için: hayvanlar için: huysuz olmak İnsanlar ne kadar da huysuz olabiliyor!
to feel embarrassed [imbe:rest], to be all the same to one. It's all the same to me. to be distasteful [disteystful]. This is very distasteful. to dislike smth. to be very tired. to chat briefly with [ce:t], to enjoy [injoy]. / enjoy walking on the beach a lot [bi:c]. to like. / don't enjoy that sort of thing. Nobody likes them. How are you liking your new job? [cob], to care for. / don't care for drinks. to dislike [dislayk]. Everyone dislikes being kept waiting. What do you dislike about her? to dislike. He dislikes us. to be pleased [plkzd]. to feel quaint [kweynt]. / feel quaint today. to please smb. to be pleased with [plkzd]. to become a spendthrift. to womanize [wuminayz]. to spend money extravagantly [ikstre:vigtntli]. to act roughly [rafli]. to act boorishly [burisH]. to drink noisily [noyzili], to intone chants [intoun]. to expel [ikspel]. to trace the boundary [baundtri]. to put a limit. to sum up [sam ap]. to smash to bits. to be smashed to bits [sme:st]. to be dead tired [tayid]. to come into existence [igzistms]. to be hostile [hostayl]. Why should they be hostile to that country? to have a special feature [fkct]. to form the habit of. to contract the habit of [ktntre:kt]. to upset smb. to get nervous [novis]. to become restive. to be disagreeable [disigriyibil]. How disagreeable can people be!
380
huysuzlanmak huysuzlanmak, büyükler için: çocuklar için: huysuzlaşmak, büyükler için: çocukum için • huysuzluk etmek huyu olmak huzur içinde olmak huzurlu olmak huzursuz olmak
Herkes neden huzursuz? Ne zaman adını duysa, kusursuz oluyor. huzursuz etmek Haber, herkesi huzursuz etmişti. Beni en fazla huzursuz eden, budur. hücum etmek Ölmüş aslana tavşanlar bile hücum eder. hükmetmek, -e egemen olmak anlamında: kanıya varmak anlamında: karar vermek anlamında: tahakküm etmek anlamında: yönetmek anlamında: hükmü olmak, geçerlilik: önem için: Ne hükmü var ki? hükmünde olmak hükümsüz olmak Korkarım, bu pasaport hükümsüz.
to act peevishly [pkvisli]. to fret. to become peevish. to become fretful. to show bad temper. to have the habit of. to be in peace [pi:s], to be at ease [i:z]. to be i l l at ease. Why is everyone ill at ease? Whenever she hears his name she becomes ill at ease. to make smb nervous [no:vis]. The news had made everyone nervous. to bother. That's what is bothering me most. to attack [tte:k]. Even the hares will attack a dead lion. to dominate [domineyt]. to conclude [kinklu:d]. to decide on [disayd]. to rule [ru:l]. to govern [gavtn].
to be valid [ve:lid]. to be of importance [impo:tins]. It's of no importance! to be equivalent to [ikwivihnt]. to be invalid. I'm afraid this passport is invalid. to be void [voyd]. Bu çek artık hükümsüz. This cheque is now void. to invalidate [invedideyt], hükümsüz kılmak to have a knack for [ne:k]. hüneri olmak to be skillful. hünerli olmak hünersiz olmak to be unskilled [anskild], hüngürdemek to sob. hür olmak to be free [fri:] If you want to be free, do not enter into Hür olmak istiyorsan, olma cihanın zevkinde. the pleasures of the world [plejiz]. to respect [rispekt]. hürmet etmek How can you respect these people? Bu insanlara nasıl hürmet edilir? to treat with respect [tri:t]. Burada herkese hürmet ederiz. We treat everybody with respect here. to honour [oni]. Annenize, babanıza hürmet ediniz. Honour your parents [peynnts]. Hürmetler ederim! (With my best regards [riga:dz].) to be disrespectful. hürmetsizlik etmek hürya etmek to rush out [rasaut], hüzünlendirmek to sadden [se:dm]. hüzünlenmek to feel sad [se:d]. hüzünlü olmak to be sorrowful [sorouful].
I ıhlamak ıhtırmak ıkınmak ıklamak,
to groan [groun]. to make a camel kneel [ni:l]. to hold one's breath while making an effort.
güçlükle .soluk almak: ağlarken içini çekmek: ıklım tıklım olmak, ağzına kadar dolu anlamında: çok kalabalık anlamında: ılgamak ılgar etmek ılıklaşmak ılıklaştırmak ılımlı olmak ılındırmak ılınmak ılıştırmak ılıtmak ımızganmak, uyuklamak anlamında: ateş için: ırak olmak Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Üstünüzden ırak! ıraklaşmak ıraksamak ıraksınmak ırgalamak ırgalanmak ırgamak ırganmak ısındırmak, bir şeyin ısınmasını sağlamak: bir şeye alıştırmak anlamında: birisinden hoşlanmak anlamında: Yeni antrenörümüze hemen ısınıverdik. ısınmak, motor için: Motor neden ısınıyor? sıcak durumu gelmek anlamında: Oda şimdi ısınıyor.
to breathe heavily [bri:th]. to sob. to be overflowing. to be overcrowded [ouvikraudid]. to galop. to raid [reyd]. to become lukewarm [lu:kwo:m], to make lukewarm. to be middle of the reader [roudt]. to warm up. to become tepid. to make smth lukewarm. to make smth tepid. to be half-asleep, to smolder, to be far away. Away from the eyes, away from the heart. God forbid! to move away from [mu:v], to consider improbable [kinsidi], to regard smth as far away. to shake [seyk]. to be rocked [rokt]. to move. to shake. to heat [hi:t], to make smb gently take a liking to. to take a liking to [layking]. We took a liking to our new coach at once. to overheat [ouvihi:t]. Why is the engine overheating [encin]? to warm up. The room is warming up now.
ısırılmak
382
Yakında havalar ısınır. üşümesini gidermek anlamında: içeri girip ısınınız. *kanı ısınmak (birisine) ısırılmak ' Öpülecek el ısırılmaz. ısırmak, dişleriyle: Isıracak it, dişini göstermez. Köpek sahibini ısırmaz. Ürüyen köpek ısırmaz. İt, iti ısırmaz. kumaş için kaşındırmak: aniden ısırmaya çalışmak: | birleşikler ve deyimler] dudağını ısırmak dudak ısırmak gözü ısırmak (birini) Sizi gözüm ısırıyor. gülerken ısırmak Bu adam gülerken ısırır. parmak ısırmak yaka ısırmak ısırtmak [ birleşikler ve deyimler | dudak ısırtmak parmak ısırtmak şeytana parmak ısırtmak ısıtılmak ısıtmak Temcit pilâvı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürüyorsun. *yerini ısıtmak ıskala yapmak ıskalamak ıskarta etmek iskonto etmek ıskonto yapmak ıslah etmek, iyileştirmek anlamında: yola getirmek anlamında: ıslah olmak Allah ıslah etsin! Bu insanlar ıslah olmaz. ıslahat yapmak ıslamak ıslanmak | birleşikler ve deyimler | ağzında bakla ıslanmamak Islanmışın yağmurdan korkusu olmaz. iliğine kadar ıslanmak O gece iliklerime kadar ıslanmıştım. sucuk gibi ıslanmak ıslatılmak
to get warm. // will get warm soon. to warm oneself. Get in and warm yourself. to be drawn to. to be bitten [bitm]. One doesn't bite the hand that must be kissed. to bite [bayt]. Someone intending to harm will look friendly. A dog doesn't bite the hand that feeds it. Barking dogs seldom bite. Thieves have a code of honour among themselves. to irritate [iriteyt]. to snap at. to bite one's lip. to bite one's lip. to seem to know smb. / seem to know you. to be deceptive [diseptiv]. He's a very deceptive man. to be amazed [imeyzd], to express horror [hon]. to cause smb to get bitten. to astonish [istonisj. to amaze [lmeyz]. to outdo the devil himself, to be warmed [wo:md]. to warm up. (You're harping on the same string all the time.) to be unwilling to give up one's seat [si:t], to practice scales [skeylz]. to miss the ball. to discard [diska:d], to discount [diskaunt], to reduce the price [ridyu:s], to improve [impruiv]. to discipline [disiplin]. to change one's ways. May God mend his way! (These people are incorrigible [inkoricibil]). to make reforms. to wet. to get wet. to be unable to keep a secret [skkrit]. A suffering person is not afraid of more suffering. to be soaked to the skin [soukd]. I was soaked to the skin that night. to be wet through. to be made wet.
383
ıslatmak ıslatmak iyice ıslatmak: *altmı ıslatmak ıslıklamak Öğrenciler bakanı
ıslıkladılar.
ıslıklanmak Islıklanmaktan korkmam. ısmarlamak, sipariş etmek anlamında: Neden beş çift ısmarladı? yiyecek vs siparişini ödemek: Size bir içki işmarlayım, birine bir şey aldırtmak: Bu, kediye peynir ısmarlamak gibi bir şey. *Allaha ısmarladık. ısmarlanmak ısrar etmek Lütfen ısrar etmeyiniz. İstedikleri fiyata satmaya ısrar ediyorlar. Evde kalmasında ısrar ettik. Tanık ifadesinde ısrar etti. *düşüncesinde ısrar etmek *körü körüne ısrar etmek ıssızlaşmak ıstırap içinde olmak Annesini kaybetmenin ıstırabı içindedir. ışıklandırılmak ışıklandırmak ışılamak ışıldamak, parlamak anlamında: parıldamak anlamında: ışıldatmak ışımak ışınlamak ıttıla etmek ızgara yapmak
to wet. to soak [souk]. to wet one's bed/lundercloth. to boo [bu:]. The students booed the Minister [bu:d]. to be hissed at [hist]. I'm not afraid of being hissed at. to order [odi]. Why did she order five pairs? to treat smb to. Let me buy you a drink. to have smb get smth. It's like entrusting a valuable thing to an untrustworthy person. Goodbye. to be ordered [o:did[. to insist on. Please do not insist. They insist on selling at any price they want. We insisted that she stay at home. to hold to. The witness held to his statement. to stand one's ground. to run against a stone wall. to get desolate [desileyt]. to be distressed [distrest]. She's distressed at the loss of her mother. to be illuminated [ilyu:mineytid]. to light up [layt], to gleam [gli:m]. to shine [§ayn]. to sparkle [sparkil]. to make smth glitter [gliti]. to radiate [reydieyt], to radiate. to get information [infi:mey§in]. to grill.
i iade etmek to reject [ricekt]. geri çevirmek anlamında: Bunların çoğunu iade etmek zorundayız. We shall have to reject most of these. Bu makina, jetonları neden iade ediyor? Why is this machine rejecting the tokens? to give back/send back. geri vermek anlamında: Biletleri iade etmeyi düşünüyoruz, We're thinking of sending back the tickets. to return [rito:n]. geri göndermek: Lütfen gönderene iade ediniz, Please return to sender. to restore [risto:]. eski duruma getirmek üzere: Çocuğu annesine iade etmek zorundalar, They have to restore the child to his mother. to refund [rifand]. para için: Parayı iade etmek istemiyorlar. They don't want to refund the money. to extradite [ekstndayt]. suçlular için: iade edilmek, to be given back. geri verilmek anlamında: to be restored [ristoid]. eski duruma getirilmek: Tüm fabrikalar eski sahiplerine iade edilecektir. All the factories will be restored to their former owners [fe:ktiriz]. to sustain [sisteyn]. iaşe etmek to worship [wo:§ip]. ibadet etmek Yalnız sana ibadet ederiz. You alone we worship. Çalışmak ibadet etmektir. To work is to worship. to consist of [kinsist]. ibaret olmak O, bir oda ve bir mutfaktan ibarettir. It consists of a room and a kitchen. Bir boru ve bir kesici uçtan ibarettir, It consists of a tube and a cutting edge. to consist in. soyut şeyler için: Bütün iş sabırlı olmaktan ibarettir. // all consists in being patient [peysuit]. to be nothing but. Tarih tekerrürden ibarettir. (History is nothing but a repetition.) Bütün bunlar yaldızdan ibaret. (All this is nothing but superficial gloss.) to house [haus]. ibate etmek iblağ etmek, to communicate to [kimyu:nikeyt], ulaştırmak anlamında: to raise [reyz]. miktarını artırmak anlamında: to discharge [discax]. ibra etmek to present [prizent]. ibraz etmek Bu poliçeler ibraz edildiğinde ödenir. (These drafts are payable at sight.) to be a lesson to [lesin]. ibret olmak Bu onlara ibret olsun. Let that be a lesson to them. icabet etmek, to accede [e:ksi:d]. razı olmak anlamında: to accept [iksept]. kabul etmek anlamında: to accept an invitation [invitey§tn]. *davete icabet etmek
icap etmek
386
icap etmek Parayı iade etmemiz icap ettiğini söyledi. Ne icap ediyorsa yapılacaktır. icat etmek, yeni bir şey yaratmak: uydurmak anlamında: *balla sarımsağı yemesini icat etmek icaz etmek icbar etmek icmal etmek icra etmek, bir işi yapmak anlamında: bir işi yerine getirmek: müzik eseri için: iç açıcı olmak iç içe olmak içeride olmak, borçlanmış olmak anlamında: zarar etmek anlamında: Birkaç milyar içerideyiz. içerlemek öfkelenmek anlamında: içermek Görevlerim neleri içeriyordu? ,
Kitaplığımız binlerce kitap içeriyor. Bu tasarı, asla kabul edemeyeceğimiz hükümler içeriyor. Bu, bir yığın prensip içerir.
içi altüst olmak Ne yaptıklarını görünce içim altüst oldu. içi çiz etmek içi dışı bir olmak içi hop etmek içi pır pır etmek içi rahat etmek içi vık vık etmek içilmek İçilmez. Bu su içilebilir. içinde olmak I birleşikler ve deyimleri Bu işin içinde iş var. endişe içinde olmak hayaller içinde olmak hiddet içinde olmak ihtiyaç içinde olmak korku içinde olmak melankoli içinde olmak sefalet içinde olmak ter içinde olmak zaruret içinde olmak içine etmek
to be necessary [nesisiri]. (He said we had to return the money.) Whatever is necessary will be done. to invent. to fabricate [fe:brikeyt]. to think of smth original but useless [rriciml]. to compress (for a writing.) to compel [kimpel]. to summarize [samirayz]. to perform. to carry out [ke:ri]. to execute [eksikyu:t]. to be cheering. to be one within the other. to be in debt [det]. to lose money [lu:z]. We have lost a few billions [bilymz]. to take to heart [ha:t]. to be angry [e:ngri]. to consist of [kmsist]. What did my duties consist of? to contain [kinteyn]. Our library contains thousands of books. to include [inklu:d]. This draft contains provisos that we can never accept [privayzouz]. This includes a multitude of principles. to be shocked [§okt]. / was shocked to see what they were doing. to be deeply affected [lfektid]. to be outspoken [autspoukin]. to get excited [iksaytid]. to be restless. to feel relieved [rili:vd], to feel restless. to be drunk [drank]. Not fit to drink. This water is fit to drink. to be included [inklu:did]. There's something behind it all. to be anxious [e:nk§is], to be in the clouds [klaudz], to fly into a rage [reyc], to be in great need. to be in fear [fi:]. to be in the blues [blu:z]. to be in extreme poverty [poviti]. to be all in a sweat [swet]. to be in want. to make a complete mess of.
içine...gelmek
387
içinc.gelmek İçime öyle geliyor ki burada istenmiyorum. İçime öyle geldi ki, gidip ona herşeyi anlatayım. içine dert olmak içirmek Bu berbat şeyi onlara içiremezsin. *ant içirmek içirtmek içkili olmak içlenmek, duygulanmak anlamında: kendine dert etmek: içler acısı olmak içli dışlı olmak içinden gelmek içmek, genel anlamda: emmek anlamında:
to feel like. / feel as though I'm not wanted here. I felt like going and telling him everything. to be a thorn in one's side, to make smb drink. You can't make them drink this awful thing. to administer an oath to [outh]. to make smb drink, to be drunk [drank]. to be emotionally affected [lfektid]. to take smth to heart [ha:t]. to be heart rending, to be intimate [intimit]. to feel like doing smth.
to drink. to absorb [ibso:b]. to have tea. çay vs için: to drink. içki için: Yeni idarenin başarısına içelim. Let's drink to the success of the new administration [ldministreysm]. to smoke [smouk]. sigara ve tütün için : 1 birleşikler ve deyimler] Su içene yılan bile dokunmaz. You don't attack an enemy who is drinking. Bu, su içmek gibi bir şey. (It is as easy as can be.) Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. (Everything comes to him that waits [weyts].) Sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer. (Once bitten twice shy [tways].) İçtikleri su ayrı gitmez. They are very intimate friends [intimit]. to take an oath [outh]. ant içmek Doğruyu söyleyeceğine ant içtin. You took the oath to tell the truth. to vow [vau], -\ Bu işi yapacağıma ant içtim. / have vowed to do it. çubuk içmek to smoke the long pipe [payp]. bir dikişte içmek to drink in one draft. içecek suyu olmak to be fated to go to a place [feytid]. içki içmek to drink. Sen yine içmişsin. You've been drinking again. to take medicine [medsin]. ilaç içmek to have a glass, bir kadeh içmek to drink one's fill. kana kana içmek nargile içmek to smoke the water-pipe [wo:ti payp]. öldüresiye içmek to drink oneself to death, pipo içmek to smoke a pipe, sigara içmek to smoke [smouk]. Babam zincirleme iki paket sigara içerdi. My father used to chain smoke two packs a day. şerefe içmek to drink to. Gelinin şerefine içelim! Let's drink to the bride! to smoke. tütün içmek üstüne bir bardak soğuk su içmek to forget about getting smth back. Bunun üstüne bir bardak su iç. (That is the last thing you'll see of it.) to eat and drink, yiyip içmek to sip. yudum yudum içmek zehir içmek to take poison [poyztn].
388
içten olmak içten olmak
Projeye içten olmayan destek verdiler. içtima etmek içtinap etmek idam etmek idame etmek idare etmek, , araba için: birini idare etmek: Lütfen onu idare ediniz. Herkesi nasıl idare edeceğini iyi biliyor. Çok yaşlıdır, onu idare etmek zorundayız.
to be heart-felt. (They paid lip service to the project.) to have a meeting, to refrain from [rifreyn]. to execute [eksikyutt], to sustain [sisteyn]. to drive [drayv]. to handle smb with tact [te:kt]. Please handle him with tact. to get around smb. She knows how to get around everyone very well. to handle smb with kid gloves [glavz]. She is very old and we have to handle her with kid gloves. to handle tactfully [te:ktfuli]. They have handled the situation very well. to manage [me:nic]. If you can manage it, well, go ahead. Despite the crisis we managed to get along. to make do with. We shall do with what we have. to do without. (We can always manage without him.) We shall have to do without bread today. to tolerate [tolireyt]. to pay. It just doesn't pay. to use sparingly. (Go easy with the cream.) to hush up [hasap]. to be enough [inafj. to administer. The canteen was run by four people.
bir durumu...: Zor durumu çok güzel idare ettiler, çekip çevirmek anlamında: idare edebilecekseniz, haydi durmayınız. Krize rağmen durumu idare ettik. eldeki ile...: Eldekilerle idare edeceğiz. birinin, bir şeyin eksikliğiyle: Onsuz da idare edebiliriz. Bugün ekmeksiz idare edeceğiz. hoş görmek anlamında: fiyat için kurtarmak anlamında: İdare etmez. tutumlu kullanmak anlamında: Kaymağı idare ediniz. örtbas etmek anlamında: yeterli olmak anlamında: yönetmek anlamında: Kantin, dört kişi tarafından idare edilirdi. | birleşikler ve deyimleri to keep body and soul together, ancak idare etmek to manage for oneself [me:nic], kendini idare etmek Kendimi idare edebilirim. I can manage for myself. to scrape along [skreyp]. kıtı kıtına idare etmek to get along somehow or other. idareimaslahat etmek iddia etmek, to maintain [meynteyn]. bir fikre karşı: Bunun hâlâ doğru olduğunu mu iddia ediyor? Does he still maintain that it's right? to claim [kleym]. ileri sürmek anlamında: Çöl, bazılarının iddia ettiği kadar tehlikeli The desert is not as dangerous a place as bir yer değil. some people claim. kesin bir şekilde belirtmek: to assert [iso:t]. bir kanıt göstermeden: to allege [dec]. Demek parayı onun aldığını iddia ediyorsun. So you allege that he took the money. to insist. sözünde direnmek anlamında: taslamak anlamında: to profess [pnfes]. Demek bu konuda bir uzman olduğunuzu iddia ediyorsunuz, So you profess to be an expert on this subject. yalan yere...: to pretend. Bu adamı tanımadığınızı iddia ediyorsunuz. You pretend you don't know this man. * aksini iddia etmek to assert the contrary [kontnri].
iddialı olmak
389
to make claims on [kleymz]. to be pretentious [pritensis]. to pretend [pritend]. / don't pretend I can do better. to be unpretentious [anpriten§is]. to idealize [aydiyilayz]. to geld. to train [treyn]. He is training day and night for the race. to do exercise [eksisayz]. Biraz daha fazla idman yapmalısınız. You should do some more exercises. Bu idmanları ne zamandan beri For how long have you been doing these yapıyorsunuz/7? exercises? to practice [pre:ktis]. Burada idman yapmak için iznim var. / have permission to practice here. idman yaptırmak to exercise [eksisayz]. idrak etmek, to understand. anlamak anlamında: to perceive [pisi:v]. kavramak anlamında: erişmek anlamında: to reach [ri:c], îfâ etmek, to fulfill. yerine getirmek anlamında: Herkesin görevini îfâ etmesi gerekiyor. Everyone should fulfill their duty. to execute [eksikyu:t]. Emirleri îfâ etmenizi beklerim, / expect you to execute the orders. ödemek anlamında: to pay. ifade etmek, to state [steyt]. anlatmak anlamında: Her şey ifade ettiğim gibi cereyan etti. Everything happened as I have stated. to express [ikspres]. görüş ve düşünce için: Bakan da aynı görüşü ifade etmişti. The Minister has expressed also the same view. Galiba duygularımı iyi ifade edemiyorum, I guess I can't express my feelings well. to mean [mi:n]. anlam taşımak anlamında: Komşuna saygı, sana hiçbir şey ifade etmiyor mu? Doesn't the respect of your neighbour mean anything to you? önem taşımak anlamında: to be of significance [signifikins]. to represent [reprizent]. simge olarak: Bu altı ok neyi ifade ediyor? What do these six arrows represent? to be worthless. ifade etmemek (bir şey) Bunlar, teminat olmadan bir şey ifade etmez. Without a proper guarantee, these are worthless. to improve [impru:v]. iflah etmek Allah iflah etsin! May God reform him! to get better. iflah olmak Bunlar iflah olmaz. These people are incorrigible. iflas etmek to go bankrupt [benkrapt]. Hazine iflas etmiş durumdadır. The treasury is bankrupt. ifraz etmek, to secrete [sikri:t], salgılamak anlamında: to parcel out [pa:sil]. parsellere ayırmak: to enrage [inreyc]. ifrit etmek to go into a rage [reyc]. ifrit olmak to coiTupt [ktrapt], ifsat etmek to reveal [rivirl]. ifşa etmek Her şeyi ifşa etmekle tehdit etti. He threatened to reveal everything. to break one's fast. iftar etmek *hak iddia etmek iddialı olmak iddiasında olmak Daha iyisini yapabileceğim iddiasında değilim. iddiasız olmak idealize etmek idiş etmek/iğdiş etmek idman yapmak Yarış için gece gündüz idman yapıyor.
iftar etmek iftihar etmek
390
to be proud of [praud]. Okulumuzla iftihar ediyoruz. We are proud of our school. Bu, iftihar edilecek bir şey değil. This isn't something to be proud of. to take pride in [prayd]. Ülkelerinin geçmiş tarihi ile iftihar ediyor. They take pride in the past history of their country. Biz ürünümüzle iftihar ediyoruz. We pride ourselves in our product. iftira etmek , to defame [difeym]. onur kırıcı yayın için: to libel [laybil]. ihtiva etmek to contain [kinteyn], iğdiş etmek to geld. iğfal etmek, kandırmak anlamında: to deceive [disi:v]. baştan çıkarmak anlamında: to seduce [sidyu:s], iğne olmak to have an injection [inceksm]. iğne yapmak to give smb an injection. iğnelemek, iğne ile tutturmak: to pin (down), iğne batırmak anlamında: to prick. üzüntü verici söz söylemek: to speak in sarcastic terms [sa:ke:stik]. iğnelenmek, iğne ile tutturulmak: to be pinned together [pind]. iğne batar gibi acı duymak: to have a pricking sensation [senseyfin]. iğrenç olmak to be repulsive [ripalsiv]. Bunu iğrenç buluyorum. I find it repulsive. to be disgusting [disgasting]. ' Bu, büsbütün iğrenç. This is altogether disgusting [odtigethi]. iğrendirmek to disgust. iğrenmek to be disgusted (with), ihale etmek to adjudicate [tcu:dikeyt]. ihanet etmek, hainlik etmek anlamında: to betray [bitrey]. Davaya asla ihanet etmem. / shall never betray the cause [ko:z]. Millet, kendisine ihanet edenleri affetmez, The nation doesn't forgive those who betray it. evlilikte aldatmak anlamında: to be unfaithful [anfeythful]. ihata etmek, çevirmek anlamında: to surround [siraund]. anlamak anlamında: to comprehend, ihbar etmek to inform on. Çocuklar ana babalarını ihbar ederlerdi. Children informed upon their parents. Bizi ihbar eden, odur. He was the one who informed on us. ihdas etmek to introduce [intndyu:s]. ihlal etmek, çiğnemek anlamında: to infringe [infrinc]. Bu kanun insan haklarını ihlal ediyor, This law infringes on human rights. kanun için: to break [breyk]. Kanunları bu şekilde ihlal edemezsiniz. You can't go on breaking the law like that. * sükuneti ihlâl etmek to break the peace [pi:s]. ihmal etmek to neglect [niglekt]. Çocuklarını nasıl ihmal edebilir? How can she neglect her children? işleri...: to let things slide [slayd]. Derslerini neden ihmal ettin? Why did you let your studies slide? ihmali olmak to be negligent [neglicint]. Bu işte ihmalin olursa tazminatı ödersin. If you have been negligent in this, you will pay compensation [kompinseygin].
ihraç etmek
391
ihraç etmek, dışarı almak anlamında: yurt dışına satmak: ihsan etmek ihsas etmek ihtar etmek ihtilaflı olmak ihtilal yapmak ihtilât yapmak ihtimam etmek ihtiraslı olmak Servet ve şöhret için insan bu kadar ihtiraslı olamaz. ihtisas yapmak ihtiva etmek, İçinde bulundurmak anlamında: Şeker ihtiva etmez. kapsamak anlamında: ihtiyacı olmak İngilizceyi iyi bilen bir elemana ihtiyacımız var.
to expel. to export [ekspo:t]. to grant. to insinuate [insinyueyt], to warn [wo:n]. to be controversial [kontrivb§il]. to bring about a revolution [revilyu:§in]. to lead to complication [komplikey§m]. to take pain [peyn]. to be ambitious [e:mbi§ts]. One can't possibly be so ambitious of wealth and fame [feym], to major in [meyct].
to contain [ktnteyn]. It doesn't contain sugar [§ugi]. to comprise [kimprayz]. to need. We need someone with a good knowledge of English. Ne kadar ihtiyacın olacak? How much are you going to need? Düşünmek için zamana ihtiyacım var. I need some time to think. Şiddetle onarıma ihtiyacı var. It badly needs repairing. Bakarsın, ona ihtiyacın olur. Perhaps you may need it. Orada bunlara ihtiyacım olmayacak. I shan't need these over there. to be in need of. Partimizin, dinamik bir tidere ihtiyacı var. Our party is in need of a dynamic leader. Pantolonun, ütülenmeye ihtiyacı var. Your trousers are in need of ironing. to have no use for [yu:s]. ihtiyacı olmamak Bizim, tavsiyelere ihtiyacımız yok. We have no use for advice [tdvays]. to be a necessity [nisesiti], ihtiyaç olmak to be in great need. ihtiyaç içinde olmak ihtiyarlamak, yaşı ilerlemek anlamında: to grow old. ihtiyar görünmek anlamında: to age [eye], ihtiyarlatmak to age smb. Gece hayati onu erken ihtiyarlattı. Night life has aged him too soon. to be cautious [ko:§ts]. ihtiyatlı olmak to act imprudently. ihtiyatsızlık etmek ihya etmek, to enliven [inlayvm]. canlandırmak anlamında: diriltmek anlamında: to revive [rivayv]. mâmur bir duruma getirmek: to bring prosperity. mutluluk vermek anlamında: to give smb great pleasure [plejt]. ihya olmak, daha iyi bir duruma gelmek: to be revitalized [rkvaytilayzd], mutluluğa kavuşmak anlamında: to be given great pleasure. mâmur bir duruma gelmek: to become prosperous [prosptns]. îkâ etmek to bring about. to commit a crime [kraym], *cürüm îkâ etmek to cause damage [de:mic], *zarar îkâ etmek ikâme etmek to bring an action against [e:k§m], dava için: nöbetçi için: to post a sentinel.
ikamet etmek
392
kurmak anlamında: yerine koymak anlamında: ikamet etmek *ikamete memur olmak ikaz etmek Bunun hakkında sizi ikaz etmiştim. ikdam etmek, iki ayağı bir pabuçta olmak iki büklüm olmak Sancıdan iki büklüm oldu. iki etmemek (bir dediğini) Oğlunun bir dediğini iki etmiyor. iki kat olmak Zavallı kadın acıyla iki kat olmuştu. iki paralık etmek iki paralık olmak iki yüzlü olmak ikilemek, sayısını ikiye çıkarmak: tarlayı iki kez sürmek: ikileşmek ikişer olmak ikmal etmek, bitirmek anlamında: noksan olan bir şeyi: hizmet için: tamamlamak anlamında: gemi veya uçak için: ikna etmek
to set up. to substitute [sabstityu:t]. to reside [rizayd]. to be banished to [be:nist]. to warn [wo:n]. I had warned you about this. to persevere [posivi:]. to be hustled [hastld]. to be bent double with age [dabil]. He doubled-up with pain [peyn]. not to refuse anything to. He never refuses anything to his son. to double up [dabil]. The poor woman was doubled up in pain. to discredit. to be discredited. to be double-faced [dabil feyst]. to make smth a pair [pe:]. to plow twice [tways]. to be doubled [dabild]. to fall in by twos [tu:z].
to finish. to make good. to service [so:vis]. to complete [kimpli:t]. to furnish with supplies [stplayz]. to persuade [ptsweyd]. I couldn't persuade him to stay with us. Bizimle kalmaya ikna edemedim. to convince [ktnvins]. Did you manage to convince him? Onu ikna edebildin mi bari? to bring to reason [ri:ztn]. mantık yoluyla: It will be easy to bring him to reason with Bu nedenlerle onu ikna etmek kolay olacak. these arguments [a:gyumtnts]. to reason with [ri:ztn]. Bu konuda bu adamı ikna etmek hemen It's almost impossible to reason with him on hemen imkansız. this subject [sabctkt]. Mümkünse, onu ikna etmeye çalışacağım. I'll try to reason with him, If I can. to get smb to. O kutuya 200 milyon vermeye beni ikna edemezsiniz. You won't get me to pay 200 million liras for that box. Salonu kullanmamız için onu ikna edebilirim. I can get him to let us use the hall [ho:l]. ikna olmak to be convinced [kinvinst]. Ben hiç ikna olmadım, olan var mı? I'm not convinced at all, is anyone? Sen ikna olmuş g'örünmüyorsun. You don't seem to be convinced. Bunun doğru olduğuna dair ikna olmuş değilim. He is not convinced that it is right. ikrah etmek to loathe [louth], ikram etmek, to show honour [om]. ağırlamak anlamında: to offer [oft]. sunmak anlamında: fiatta indirim için: to make a reduction in prices [praystz]. ikrar etmek, to acknowledge [e:knolic]. kabul etmek anlamında: Sükut ikrardan gelir. Silence means consent [ktnsent].
ikrar etmek
393
açıkça söylemek anlamında: ikraz etmek iktibas etmek, alıntılamak anlamında: ödünç almak anlamında: iktidarda olmak iktidarsız olmak iktifa etmek iktisap etmek, edinmek anlamında: kazanmak anlamında: iktisat etmek iktiza etmek *su iktiza etmek iktiza ettirmek iktizası olmak ilaçlamak, ilaç sürmek anlamında: mikroplara karsı: böceklere karşı: ilaçlanmak ilâhileşmek ilâhileştirmek ilâhlaşmak ilâm etmek ilân etmek, duyurmak anlamında: Düğün tarihini henüz ilân etmediler. bildirmek anlamında: Küçük partiler seçimlere katılmayacaklarını ilân ettiler. Grev kanunsuz ilân edildi.
to confess [kinfes]. to lend money. to quote [kwout]. to borrow [borou]. to be in power [pawt]. to be impotent, to be content [kintent]. to acquire [lkwayt]. to gain [geyn]. to economize [kkinimayz]. to be required [rikwayid]. to perform a total ablution [eblu:§tn]. to render necessary [nesisiri]. to be necessary. to apply medicine [medsin]. to disinfect [disinfekt]. to apply insecticide [insektisayd]. to be treated with [trktid]. to become deified [dkifayd]. to deify [dkifay]. to become a god (for). to notify officially [ifi§ili].
to announce [mauns]. They haven't announced the date of the wedding. to declare [dikle:]. The small parties have declared that they will boycott the elections [ileksmz]. The strike was declared illegal [ilkgil]. to proclaim [prikleym]. Uzun tartışmalardan sonra Amerikalıyı galip After a long debate they proclaimed the ilân ettiler. American as the winner [wim]. | birleşikler ve deyimleri to declare war. harp ilân etmek O gün Almanya'ya savaş ilân etmişti. That day it declared war on Germany. to proclaim king [prikleym]. kral ilân etmek to declare mourning [dikle:]. matem ilân etmek to declare war [wo:]. savaş ilân etmek Başbakanın savaş ilân etme yetkisi var mı? Has the P.M. the power to declare war? to declare one's love. ilânı aşk etmek ilâve etmek to add [e:d]. ileri gelmek (-den) to stem from. Bu, önceki siyasetten ileri geliyor. This stems from previous policies [prkvyis]. to result from [rizalt]. Hata dikkatsizlikten ileri gelmiştir. The mistake must have resulted from carelessness. to be fast. ileri olmak (saat için) ilerlemek, to progress [prougres]. gelişmek anlamında: Hazırlıklar memnun edici şekilde ilerliyor. The preparations are progressing satisfactorily. Bu işte çok yavaş ilerliyoruz. We are progressing at a snail's pace [peys]. to pass away. vakit için: Gün ilerledikçe durum kötüleşiyordu. (As the day wore on the situation became worse.)
ilerletmek
394
yol almak atılanımda: İlerlemek şöyle dursun, biz yerimizde sayıyoruz. Lütfen çok ihtiyatla ilerleyiniz. Hiç ilerlediğimizi sanmıyorum. saat için: saklayarak: vol açarak: I birleşikler ve deyimleri ağır ağır ilerlemek dev adımlarla ilerlemek düşe kalka ilerlemek Düşe kalka ilerliyoruz. ite kalka ilerlemek kademe kademe ilerlemek kıvrıla kıvrıla ilerlemek santim santim ilerlemek yavaş yavaş ilerlemek zar zor ilerlemek ilerletmek iletilmek iletmek Lütfen bunu öne iletir misiniz? Onlara emri lütfen iletir misiniz?
to advance [idva:ns]. Far from advancing, we're just marking time. to proceed [prouskd]. Please proceed very cautiously [ko:sisli]. to make headway. / don't think we're making any headway. to be fast. to feel one's way. to plough through [plau],
to forge ahead [ f o x ] . to make great strides [straydz]. to progress with great difficulty. (We are struggling along with difficulty.) to elbow one's way. to advance step by step. to worm one's way. to inch one's way. to gain ground [geyn]. to inch along. to make progress in [prougres]. to be transmitted, to pass on. Could you pass this on forward? Could you, please, pass the order to them? to convey [kinvey]. Babanıza şükranlarımı iletiniz. Please convey my thanks to your father. Eşinize iyi dileklerimi iletiniz. (Kind regards to your wife.) Onlara selâmlarımı iletmeyi unutma. (Be sure to remember me to them.) Çocuklarınıza selâmlarımı iletiniz. (Give the children my warmest greetings.) to abolish [lbolisj. ilga etmek ilgilendirmek to concern [kinsö:n]. Bu, orada yaşayan herkesi ilgilendirir. This concerns everyone living there. to interest. Bir husus beni çok ilgilendiriyor. One point interests me most. Senin prensiplerin bizi ilgilendirmez. Your principles do not interest us. Neden tutuşmadığı beni ilgilendirmez. I'm not interested in why it failed to ignite. Geç olsun, erken olsun; orası beni ilgilendirmez. (I don't care whether it is early or late.) Bu sizi ilgilendirmez. (It's none of your business [biznis].) ilgilenmek, to see to. alakalanmak anlamında: Ben, bununla şahsen ilgilenirim. I'll see to it personally. to attend [itend]. Bir tek kişi her şeyle ilgilenemez. A single person can't attend to everything. merak duymak anlamında: to be interested in. Böyle şeylerle ilgilenmiyorlar. They are not interested in such things. ilgilenmemek to show no interest. Projeyle hiç ilgilenmediler. They showed no interest in the project. not to care [ke:]. O, çocuklarıyla hiç ilgilenmez. He couldn't care less about his children. ilgili olmak to be relevant [relivmt]. Soru konumuzla ilgili değil. The question is not relevant to our subject. to be pertinent. Lütfen konuyla ilgili sorular sorun. Please ask questions pertinent to the subject.
ilginç olmak
395
to be related to [rileytid]. Bu konuyla ilgili olan her şeyi bilmek istiyor. He wants to know everything related to this matter. to be concerned with [kmso:nd]. Bu davayla ilgili olduğunu sanmıyorum. / don't think it's concerned with this case. to deal with [did]. Tanığın anlatacakları davayla ilgilidir. What the witness has to say deals with the case. to have to do with. Bu, biraz da onun karakteriyle ilgili. It has something to do with his character. Sakın bu seçimlerle ilgili olmasın? It wouldn't have anything to do with the elections, would it? Bu, buradaki görevlerimle ilgili değil. It has nothing to do with my functions here. ilginç olmak to be interesting. Garip bir yaklaşım, fakat ilginç. It is a strange approach but interesting. Bakanlıktan gelen cevap çok ilginçtir. The answer from the ministry is interesting. ilgisi olmak to have a bearing on [beiring]. Konuyla ilgisi olduğunu sanmıyorum. / don't think it has any bearing on the subject. Durumumuzla bir ilgisi var mı? Has it any bearing on our situation? to have to do with. Bunun, bizimle ne ilgisi var? What has that got to do with us? Paranın, bununla ilgisi var mı? Has money got to do something with it? Bütün bunların seçimlerle ilgisi olmalı. All this must have something to do with the elections [ilek§inz]. ilgisi olmamak to be irrelevant. Bunların, konumuzla ilgisi yok. These are irrelevant to our subject. to have nothing to do with. Kaza ile hiçbir ilgim yok. / have nothing to do with the accident. Onun, bu işle hiçbir ilgisi yok. This has nothing to do with him. ilgisiz olmak, kayıtsız olmak anlamında: to be indifferent. Sorunlara karşı nasıl bu kadar ilgisiz olabiliyorsun? How can he be so indifferent to the problems? alakasız olmak anlamında: to be irrelevant. ilhak etmek to annex [tneks]. ilham etmek to inspire smb to [inspayt]. iliklemek to button up [battn]. iliklenmek to get buttoned. ilikli olmak to be buttoned up. ilişiği olmak to be connected with [kmektid]. ilişik olmak (eklenmiş olmak) to be enclosed [inklouzd]. ilişilmek to be touched [tact]. ilişkili olmak to be related to [rileytid]. Bu, son salgın ile ilişkili olabilir. It may be related to the last epidemic. ilişkin olmak to be related to. Bunlar 2. Dünya Savaşı'nda meydana gelen These are related to events that took place olaylarla ilişkindir. during WWII. ilişkisi olmak, bağı olmak anlamında: to be connected with [kmektid]. Bu işlerle bir ilişkim olmasını istemiyorum, (7 don't want to be associated with these things.) cinsel ilişki için: to have an affair with [tfe:]. Sekreteriyle ilişkisi olduğunu söylüyorlar. It is said he has an affair with his secretary. ilişmek, değinmek anlamında: to raise a point [reyz]. hafifçe dokunmak anlamında: to touch lightly [laytli], hafifçe tutmak anlamında: to hold on lightly, karışmak anlamında: to interfere with [intifi:].
iliştirilmek
396
kenara bir müddet oturmak: rahat vermemek: takılmak anlamında: Yeni ceketim çiviye ilişti. *göze ilişmek *gözüne ilişmek iliştirilmek . iliştirmek ilka etmek ilkah etmek ilkeleşmek ilkeleştirmek ilkelleşmek ilkelleştirmek illet edinmek illet etmek illet olmak illeti olmak Pahalıdır, vardır bir hikmeti; ucuzdur, vardır bir illeti. ilmek, hah için: hafif bir düğümle bağlamak: hafifçe dokunmak: ilmeklemek ilmiklemek ilmiklenmek iltica etmek iltifat etmek, övgü anlamında: saygı anlamında: iltihak etmek ihtihaplanmak iltimas etmek iltiması olmak iltizam etmek, kayırmak anlamında: bir tarafı tutmak: gerektirmek anlamında: imâ etmek
to sit uncomfortably on the edge [edc], to disturb [disto:b], to get caught [ko:t]. My new jacket got caught on a nail [neyl]. to catch one's eye. to catch sight of [sayt]. to be fastened lightly [fe:smd]. to attach [ite:c]. to put an idea into smb's head [aydiyi]. to fecundate [fi:kandeyt], to become a principle [prinsipil]. to adopt as a principle [idopt]. to turn primitive. to make smth primitive. to acquire a bad habit [ikwayt]. to irritate [iriteyt], to get irritated. to have a defect. There is a good reason why something is cheap. to knot [not]. to fasten loosely [lu:sli]. to touch lightly [tac], to tie loosely [tay]. to make a loop [lu:p]. to be tied in a loop [tayd]. to seek asylum in [tsaylim]. to compliment. to greet with kindness [kayndnis]. to join [coyn]. to become inflamed [infleymd]. to favour [feyvi], to have a powerful backer [baki].
to favour [feyvi]. to take the part of. to necessitate [nisesiteyt]. to allude to [ilu:d]. He is certainly alluding to us. Muhakkak bizi imâ ediyordur. to get at. What are you trying to get at? Sen neyi imâ etmek istiyorsun? to imply [implay]. He implied that he was happy with the work. Çalışmalardan memnun kaldığım imâ etti. to insinuate [insinyueyt]. Are you insinuating that he is lying [laying]? Yalan söylediğini mi imâ ediyorsun? to manufacture [me:nyufe:kci]. imal etmek This machine turns out 500 pieces a minute. Bu makina dakikada 500 parça imal eder. to have faith in God. iman etmek imana gelmek, to become a Muslim [mazlimj. müslümanlığı kabul etmek: to see reason [rkzin]. sonunda kabul etmek: imansız olmak, to be an unbeliever [anbilkvi]. imansız olmak anlamında: to be cruel [kru;el]. insafsız anlamında:
imar etmek
397
to develop. to come to smb's help, to imagine [imexin], to destroy. to be within the bounds of possibility. to be utterly impossible [atili]. to be unable to afford [ifo:d]. We can't afford such a car at the moment. (It's not possible.) to have the means [mi:nz]. We have got the means to build the dam. to be impossible. This is next to impossible. Bu imkânsız gibi. to be out of the question [kwescin]. It's out of the question for us to accept such Böyle bir şeyi kabul etmemiz imkânsız. a thing [iksept]. imkânsız kılmak to make it impossible. Bu, gelmemizi imkânsız kıldı. It made it impossible for us to come. imla etmek to dictate [dikteyt]. imlemek to imply. imrendirmek to excite smb's appetite [epidayt], to be coveted [kavitid], imrenilmek imrenmek, to envy [envi], /;;'/" kişiye benzeme isteği: Ona imreniyorum. / envy him. O herkesin imrendiği bir kişi. He is the envy of all. yemek yeme isteği için: to feel an appetite for. bir şeyi edinmek isteği için: to long for. imsak etmek to abstain (from) [lbsteyn], imtihan etmek to examine [igze:min]. imtihan olmak to sit for an examination [igze:miney§m]. imtina etmek to refrain from [rifreyn]. imtiyazlı olmak to be privileged [privilicd]. imtizaç etmek to get on well together. imza etmek to sign [sayn]. imzalamak to sign. Osmanlı Devleti, koşulları ağır bir ateşkes The Ottoman Government had signed an imzalamıştı. armistice under severe conditions. Yarın ilk iş olarak onları imzalayacak, He'll sign them first thing tomorrow. defter için: to sign the register. İlk önce defteri imzalamamız gerek, We have to sign the register first. to sign off. çıkış için: imzalanmak to be signed [saynd]. Sözleşme imzalanmak üzeredir. The agreement is about to be signed. imzalatmak to have smth signed. inadına yapmak to do smth out of spite [spayt]. birinin inadına: to do smth just to spite smb. inancı olmak, güvenmek anlamında: to have confidence [konfidins], iman etmek anlamında: to have faith [feyth]. *Benim boş inançlarım yok. (I'm not superstitious [syu:pistisis].j to be convincing. inandırıcı olmak inandırmak to convince [konvins]. Onları inandırmak çok zor olacak. It's going to be hard to convince them. imar etmek imdat etmek imgelemek imha etmek imkân dahilinde olmak imkân ve ihtimali olmamak imkânı olmamak Şu an böyle bir arabayı almaya imkânımız yok. İmkânı yok. imkânları olmak Barajı inşa etmek için imkânlarımız var. imkânsız olmak
inandırılmak
398
First, you should convince the jury of your innocence [imsms]. Allah seni inandırsın! Believe me! to be convinced, inandırılmak to believe. inanılmak Bu, inanılması güç bir şey. This is something I find difficult to believe. , İnanılır gibi değil. (It's hardly credible.) Bu, inanılmaz bir şey. (It's too good to be true.) Birinin orada yaşamak isteyeceği, inanılır şey değil. That anyone would want to live there is unbelievable. İşin inanılmaz tarafı, maçı kaybettiler. Incredibly, they lost the match. to believe. inanmak Buna inanacak kadar aptal mı bunlar? Are they so stupid as to believe this? Onun masum olduğuna inanmıyorum. I believe him to be innocent [imsint]. Böyle bir şeyin olacağına inanmıyorum. / don't believe such a thing is possible. Gel de buna inan! How could one believe it? Ben ona inanıyorum. I believe him. İnanır mısınız, kendisi bile cevabı bilmiyor! Would you believe it, he himself didn't know the answer! to trust [trast]. güvenmek anlamında: Bana inanın, durum göründüğü gibi değil. Trust me, the situation isn't wliat it seems to be. | birleşikler ve deyimler] İnsanın inanası gelmiyor. This is hardly credible [kredibil]. İster inan, ister inanma. Believe it or not. Buna inanmak için kırk şahit lâzım. One can hardly believe this. İnsanın sesinden ziyade gözüne inan. Believe a man's eyes more than his words. Allah'a inanmak to trust in God. birisine inanmak to have faith in [feyth]. Sizlere daima inanmışımdır. I've always had faith in you. birinin sözüne inanmak to take smb at his word. Onun sözüne nasıl inanabiliyorsun? How can you take him at his word? birine inanmak to take one's word. Bana inanınız. Take my word for it. to be superstitious [syu:posti§is]. boş şeylere inanmak *Benim boş inançlarım yok. I'm not superstitious. sözüne inanmak to take one's word. Sözüme inanın. Take my word for it. Onun sözüne inanmak zorundayız. We'll have to take his word for it. to believe in God. Tanrı'ya inanmak O Tanrı'ya inanmaz. He doesn't believe in God. to disbelieve. inanmamak Ona inanmamak için bir sebep yok. There is no reason to disbelieve him. not to believe. Sakın inanma! Don't you believe it! Söylediklerinin hiçbirine inanmıyor. He doesn't believe anything you say. I birleşikler ve deyimler] to look on the bright side of things. doğduğuna inanıp, öldüğüne inanmamak gözlerine inanamamak not to believe one's eyes. kulaklarına inanamamak to be unable to believe one's ears. Kulaklarıma inanamadım. / couldn't believe my ears. Rüyamda görsem, inanmam. I wouldn't believe it even in my dream. Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış. If a liar cries wolf nobody will believe him. to be obstinate [obstinit]. inat etmek inadım inat. / could be very stubborn. Suçsuz olduğuna dair ilk önce jüriyi inandırmaksın.
inatçı olmak
399
inatçı olmak Sen katırdan daha da inatçısın. İnatçı mı, inatçı. inatçılık etmek inatçılık ediyorsun. inatlaşmak inayet etmek ince olmak *boynu kıldan ince olmak incelemek ilk önce dilekçeleri inceleyelim. Bir tek numune incelemek yeter mi? Dosyadaki raporları uzunca inceledim. Bu hadiseyi ne zamandan beri inceliyorsun? Birçok dosyayı incelemem gerekecek. Komisyon, faaliyetlerini inceleyecektir. incelenmek Şu anda teklifler inceleniyor. Rapor, esaslı bir şekilde incelendi. Konu parlamentoda incelenecek. Konu ne zaman incelenecek?
to be stubborn [stabm]. You're more stubborn than a mule [myu:l]. She's stubborn beyond words. to act stubbornly. You're being stubborn. to behave stubbornly towards each other. to do a favour [feyvi]. to be thin. to be ready to comply with any decision. to examine [igze:min]. Let's examine first the applications. Is it enough to examine a single sample? to study. I've studied at length the reports in the file. How long have you been studying this case? to go through [thru]. I'll have to go through a lot of files [faylz]. to investigate. The committee will investigate their activities. to be studied [stadid]. The offers are being studied at the moment. The report was studied exhaustively. to be looked into. The matter will be looked into in Parliament. When will the matter be looked into? to be examined. Have the blood stains in the car been examined? to be audited [oditid]. The accounts have not been audited for two years. to have smth examined [igze:mind]. I'll have the doctor examine it.
Arabadaki kan lekeleri incelenmiş mi? muhasebe için: Hesaplar iki yıldan beri incelenmemiş. inceletmek Onu doktora inceleteceğim. incelmek, to be thinned [thind]. boya için: to become refined [rifaynd]. incelik kazanmak anlamında: to lose weight [weyt]. zayıflamak anlamında: inceltmek, to thin. akışkanlık kazanmak anlamında: to refine. incelik kazanmak anlamında: zayıflama anlamında: to make slender. incinmek, to be hurt [ho:t]. yaralanma sonucu: to be offended, to be hurt. gücenmek anlamında: incinmiş olmaktan, çok korkmuştum. / was more frightened than hurt. Çok incindim. I feel deeply hurt. to be strained [streynd]. adale incinmesi için: to be offensive [lfensiv]. incitici olmak incitmek, to offend [ifend]. gücendirmek anlamında: Davranışları halkın duygularını incitmeye başladı. Her attitude has started to offend the sensitivity of the people. Makalede bakanı incitecek bir şey yoktu. There was nothing in the article to offend the Minister. to hurt. yaralamak anlamında: Karıncayı bile incitmezdi. He wouldn't hurt even an ant.
indifa etmek
400
adale için: Kubilay yine kasını incitti. indifa etmek indirgemek Raporu üçte bire indirgemeye çalış. indirilmek, azaltmak anlamında: aşağıya alınmak anlamında: Bayraklar, gönderin yarısına indirilmişti. indirim yapmak indirmek, aşağıya taşımak anlamında: Bavulumu aşağıya kendim indiririm, azaltmak anlamında: Davetli listesini yüze indirmeliyiz. bayrak için: Bayrak neden yarıya indirildi? derece için: fiyat için: Fiyatı indirmeye yanaşmıyorlar. Fiyattan bir şeyler indiremez misiniz? kol için: Kolu indirerek makineyi durdurabilirsin. masraf için: taşıttan bir kişiyi bir yerde: Beni köşede indirebilir misiniz? taşıttan bir şeyi bir yerde: vitrin vs. gibi kırmak: yağmur için: Yağmur indirince içeriye kaçtık. yüksek bir yerden: I birleşikler ve deyimleri asgariye indirmek Yangın tehlikesini asgariye indirecektir. aşağıya indirmek bayrağı indirmek bayrağı yarıya indirmek Bayrakları yarıya indirmek kimin fikriydi? camı çerçeveyi indirmek cebine indirmek darbe indirmek Muhalefete korkunç bir darbe indirdi. denize indirmek fiyatı indirmek gardım indirmek gemi indirmek gövdeye indirmek hatim indirmek .
kepenkleri indirmek kızaktan indirmek maskesini indirmek perdeyi indirmek
to strain [streyn]. Kubilay has again strained a muscle [masıl]. to erupt [irapt]. to reduce [ridyu:s]. Try to reduce the report to one-third. to be reduced [ridyu:st]. to be lowered. (The flags were hung at half-mast.) to make a discount [diskaunt], to carry down. I'll carry my suitcase down myself. to reduce [ridyu:s]. We must reduce the guest list to a hundred. to lower. (Why is the flag flying at half-mast?) to scale down [skeyl]. to reduce, to cut. They won't reduce the price. Couldn't you cut something from the price? to lower. You can stop the machine by lowering the handle [hemdil]. to cut down, to drop. Could you drop me at the corner? to unload. to pull down. to pour down [po:]. When it poured down we scurried inside. to take down. to minimize [minimayz]. It will minimize the risk of fire. to take down. to lower the flag. to fly the flag at half-mast. Whose idea was it to fly the flags at half-mast? to go berserk [bö:sö:k]. to pocket. to deal a blow. He dealt the opposition a terrible blow. to launch [lo:nç]. to reduce the price [ridyu:s], to let one's guard down [ga:d]. to launch a ship [lo:nç]. to gulp down [galp]. to complete reading the Koran from beginning to end. to close up shop [klouz]. to launch a ship [lo:nç]. to unmask [anmask]. to drop the curtain [kö:tin].
401
indirtmek rütbesini indirmek suratına indirmek tahttan indirmek
Mazlumun ahi, indirir şahı. Ertesi yıl tahttan indirildi. trenden indirmek yelkenleri suya indirmek yere indirmek indirtmek indüklemek ineklemek infaz etmek infial etmek infilâk etmek Zırhlı araç tam isabet alıp, infilâk etti. Bomba, kızın elinde infilâk etti. inhiraf etmek inhisar etmek inildemek inildetmek inilmek Buradan inilmez. Onun ipiyle kuyuya inilmez. Çürük iple kuyuya inilmez. otobüsten: Buradan binilir, oradan inilir. inkâr etmek Allahı inkâr ediyor. Parayı aldıklarını inkâr ettiler.
to demote [dimo:t]. to give smb a sock in the face. to dethrone. All oppressors sooner or later will be brought to account [lkaunt]. The following year he was dethroned. to detrain [dktreyn]. to humble oneself [hambil]. to put down. to have smth reduced [ridyu:st]. to induce [indyu:s], to swet. to carry out. to be indignant [indigmnt]. to explode [iksploud]. The armoured car got a direct hit and exploded. to blow up. The bomb blew up in the girl's hand. to deviate [dkvyeyt]. to limit. to moan [moun]. to make smb moan, to go down. You can't go down from here. You can't rely on him. Do not undertake anything with an unreliable person. to get off. You get on from here and get off from there. to deny. He denies the existence of God. They denied having taken the money. to deny [dinay]. to develop.
inkârdan gelmek inkişaf etmek inlemek, to moan [moun]. üzüntü belirten: to resound [rizaund]. gür ses çıkarmak anlamında: to smart under, *-in altında inlemek to groan and lament. *inim inim inlemek inletmek, to oppress [lpres]. eziyet çektirmek anlamında: to make (a place) ring. ses bakımından: to make (a place) resound with [rizaund]. *çın çın inletmek inmek, to go down, yukarıdan aşağıya doğru: to get down, bir yerden: to come down. çıkmak karşılığı: Konuşmacı kürsüden inmek zorunda kaldı, The speaker had to step down from the chair. to dismount [dismaunt]. attan...: to get out. arabadan...: to fall [fo:l]. fiyatlar için: Hisse fiyatları neden sürekli iniyor? Why are share prices continuously falling? to put up. otele...: to get off. otobüsten: Nerede ineceğinizi sorun. Ask where to get off.
insaf etmek
402
sarkmak anlamında: sayı veya miktarı cin: sis vs. için: sular için: taşıttan...: tren vs.den: tekerlek için: uçak için: \ol için: | birleşikler ve deyimleri Adı çıktı dokuza, inmez sekize. İğreti ata binen, tez iner. *aşağı inmek ayaklarına karasu inmek Ayaklarıma kara su indi. detaylara inmek derine inmek dibine inmek gökten zembille inmek Bu adam gökten zembille mi indi? gözüne karasu inmek halka inmek inme inmek kıyıya inmek köküne inmek Şu sorunun köküne inmeniz gerek. otele inmek pahadan inmek paraşütle inmek perde inmek şehre inmek Şehre iniyor musunuz? yere inmek yüreğine inmek Az daha yüreğime iniyordu. insaf etmek insafa gelmek tutumundan vazgeçmek: inşa edilmek Bu parayla yüzlerce okul inşa edilebilir. inşa etmek Burada bir baraj inşa edemezler. inşa ettirmek Köprüyü kime inşa ettireceksiniz? inşad etmek intibak etmek intifa etmek intihar etmek intikal etmek, bir yerden bir yere: miras kalmak anlamında: Bütün serveti karısına intikal etti. kavramak anlamında:
to hang down. to decrease [dikri:s]. to settle [setil]. to recede [riskd]. to get off. to get off. to deflate [difleyt]. to land. to go down. (He rides upon his reputation.) You can't enjoy for long the use of a borrowed thing. to cornc down. to be kept waiting for a long time. I've been kept standing for so long. to go into details [diteylz]. to probe [proub]. to be nearly used up. to be the only pebble on the beach. What's so special about that man? to get glaucoma [glo:koumi]. to be in harmony with the level of the people. to have a stroke [strouk], to go ashore [iso:]. to get to the root [ru:t]. You must get to the root of that problem. to check in. to fall in price prays]. to parachute [pe:n§u:t], to have cataract [ke:tire:kt], to go down-town. Are you going down-town? to land. to be struck with great fear [fi:]. (/ nearly died of fear.) to be fair [fe:]. to show mercy [mo:si]. to come to reason [ri:zin]. to be built [bill]. Hundreds of schools can be built with the money. to construct [kinstrakt]. They can't construct a dam here. to have smth built [bilt]. Who will you get to build the bridge? to recite [risayt]. to adapt oneself [ide:pt], to benefit from. to commit suicide [syu:sayd]. to transfer [tre:nsfo:]. to pass to. All his wealth passed to his wife. to perceive [pisi:v].
intisap etmek
403
intisap etmek, girmek anlamında: katılmak anlamında: intişar etmek intizamlı olmak ipe sapa gelmemek ipi sapı olmamak iplik iplik olmak ipliklenmek ipnotize etmek ipotek etmek ipotekli olmak iptal edilmek Sis nedeniyle bütün uçuşlar iptal edildi. iptal etmek Toplantıyı iptal edelim. üstüne çizgi çizerek: iptal olmak Anladığıma göre toplantı iptal olmuş. iradeli olmak iradesiz olmak irca etmek, döndürmek anlamında: daha kısa bir hiçime sokmak: irdelemek, araştırmak anlamında: incelemek anlamında: bütün yönlerini incelemek: irileşmek irinlenmek irkilmek, şaşırıp duraklamak anlamında: ürkerek geri çekilmek: şiş için: su birikintisi için: irkiltmek irkmek irsal etmek irşad etmek irtikâp etmek, dolandırmak anlamında: rüşvet almak anlamında: suç işlemek anlamında: isabet etmek, hedef için: mecazi anlamda hedef: kura için: şans oyunlarında çıkmak: tahmin ve düşünce için: yapılan bir iş için: isabet olmak isabet oldu. isabet! isabetli olmak Çok isabetli oldu.
to enter. to join [coyn]. to be spread [spred], to be tidy [taydi]. to be incoherent [inkouhinnt]. to be irrelevent. to be frayed [freyd]. to become threadbare [thredbe:]. to hypnotize [hipmtayz]. to mortgage [mogic]. to be mortgaged [mogicd]. to be cancelled [ke:nsild]. All flights have been cancelled because of the mist. to call off. Let's call the meeting off. to cross off. to be off. It appears the meeting is off. to be resolute [rezilud]. to be irresolute. to return [rito:n]. to reduce [ridyu:s]. to study [stadi], to examine [igze:min]. to scrutinize [skru:tinayz], to become large. to suppurate [sapyureyt]. to be startled [stadild], to recoil [ri:koyl]. to become inflamed [infleymd]. to collect [kilekt]. to startle. to collect. to dispatch. to guide [gayd]. to embezzle [imbezil]. to take a bribe [brayb]. to commit (a crime) [kraym]. to hit the mark. to hit the bull's eye [a:y], to fall to one. to fall to. to guess rightly [raytli]. to do the right thing, to be a good thing. It was a good thing. So much the better! to be timely [taymli]. // was quite timely.
ishal olmak
404
yerinde anlamında: ishal olmak isilik olmak isim yapmak *ismi var, cismi yok. isimlendirmek iskân etmek , iskandil etmek, derinliği ölçmek: bilgi toplamak anlamında: araştırmak anlamında: iskat etmek (mirastan) iskonto yapmak İslâmlaşmak İslâmlaştırmak İslemek, ise tutup karartmak: gıda ve balık için: az yakmak anlamında: islenmek isnat etmek ispat etmek *aksini ispat etmek *rüştünü ispat etmek ispatlamak, ı kanıtlamak anlamında: tanıtlamak anlamında: ispiyonlamak israf etmek istekli olmak Pek istekli görünmüyorlar. Bu şartlar altında kimse antrenman yapmaya istekli olamaz. Bir yabancı dil öğrenmeye çok istekli. Bu çocuklar, futbol yıldızı olmaya çok istekli. isteksiz olmak istemek, (ayrıca bak istememek) arzulamak anlamında: Bu, tam istediğim şey. Bu, isteyip istemediğine bağlıdır. Bunların istedikleri mümkün değil. İsterseniz, davetiyeleri yazmakla başlayın. Daima bir doktor olmak istemişimdir. Tam istediğimiz gibi oldu. istediğimi elde ettim. Onun gelmesini kim istedi? İstemesine istiyorum da, ancak... İstemez!
to be to the purpose [pô:pis]. to have diarrhoea [diyariryi], to have heat rash. to make a name for oneself. to be known by name only. to name. to settle. to sound [saund]. to probe [proub]. to investigate [investigeyt]. to disinherit. to discount [diskaunt]. to become Muslim [mazhm]. to convert smb to Islam [izla:m]. to blacken with soot [su:t]. to smoke [smouk]. to burn slightly [slaytli]. to become black with soot [su:t]. to impute [impyu:t]. to prove [pru:v]. to prove the contrary [kontnri], to come of age [eye]. to prove. to demonstrate [deminstreyt]. to squeal on [skwkl]. to squander [skwondi]. to be willing. They don't seem to be too willing. No one will be willing to train under such conditions [kindismz]. to be eager [i:gi]. She's very eager to learn a foreign language. to be keen [ki:n]. These kids are keen to become football stars. to be reluctant [rilaktint].
to want. That's just the thing I want. It depends on whether you want it or not. What these people want is not possible. You might begin by writing the invitations. I've always wanted to be a doctor. It's just as we wanted it to be. I got what I wanted. Who wanted him to come? I do want, but... I don't want any! to like. If you like. İsterseniz. İsterseniz, kalırım. I'll stay, if you like. Denemek ister misiniz? Would you like to try it?
405
istemek
Nasıl isterseniz. Bir şeyi açıkça belirtmek isterim. İsterseniz, biz size geliriz. Neticeyi görmek ister misiniz? anlamında: Belki de bilmek istersiniz. nıaksad olarak: Bunlar ne istiyorlar? Tam olarak neyi belirtmek istiyorlar? dileğinde bulunmak: Benden onlara yardım etmemi mi istiyorsun? Yeter ki istesinler. gerek olmak anlamında: Bağ dua değil, çapa ister. Başarmak için inanç ve disiplin ister. Yem istemez, su istemez.
As you like. I'd like to make on thing clear. We can go to your place, if you wish. to care. Would you care to see the result?
ilgilenmek
Bu makina tamir istiyor. Kalsın, istemez. Bundan daha fazlasını bilmek isteriz. Siyaset sabır ister. bir şeyi birisinden...: Böyle bir şeyi ne yüzle isteyebilir? Ne yüzle bizden yardım istiyorlar? Ondan paranın iadesini isteyeceğim. Ben para falan istemedim. Belgeleri isteyecek diye ödüm koptu. Bir taksi istiyor. Bir doktor istiyor, bir şey yapmayı çok istemek: yerinme olarak: Bir yabancı dil bilmeyi isterdim. Herkese yardım edebilmek isterdim. Gelmenizi ne kadar isterdik! ücret, fiyat vs. için: Ne kadar istiyor?
You might be interested to know. What are they after? What do they exactly mean? to ask. Are you asking me not to help them? They only have to ask. to require [rikwayi]. A vineyard requires not prayers but hard work Success requires belief and discipline. It requires almost nothing to keep. to need. This machine needs repairing [misi:n]. There is no need. We need to know more than that. to call for. Politics calls for patience [peysms], to ask for. How dare he ask for such a thing? How have they the face to ask us for help? I shall ask him for the return of the money. I didn't ask for money or anything like that. I was afraid he would ask for the documents. (He's calling for a taxi.) She is asking for a doctor. to be anxious to do smth. to wish. / wish I knew a foreign language [fo:rin]. / wish I could help everyone. How we wish you could come! to charge [ f a x ] . How much is he charging? to ask.
200 dolara kadar isteyebilir. He can ask up to 200 dollars. birleşikler ve deyimleri Allah isterse! Sen adam oluncaya kadar dokuz fırın ekmek ister. God willing. It'll take nine loads of bakeries to make a Ne balını isterim, ne de belasını. man out of you [beykiriz]. Nasıl istersen! It's not worth the trouble at all. Karşılık istemez! Have it your way! Nasıl istersen öyle yap. Don't talk back! İstesen de istemesen de. Do as you please [pli:z]. İster inan, ister inanma. Whether you like it or not. İster al, ister alma. Believe it or not. Bu iş ister istemez yarına kalacak. Take it or leave it. Doğrusunu istersen, bunu hiç düşünmedim. We have to put it off, like it or not. To tell you the truth, I never thought of it.
istemek (anasının nikâhını)
406
Yüz verirsen astarını da ister. Yüz bulunca astar ister. Ayağına kira mı istiyorsun? anasının nikâhını istemek canı istemek Canın isterse! Canım hiç bir şey yemek istemiyor. cesaret istemek, bir şey yapmak için Bunu söylemek bile cesaret ister. çok istemek (bir şey yapmayı) Bir yabancı dil öğrenmeyi çok istiyor. demek istemek Sen tam olarak ne demek istiyorsun? Bu adam ne demek istiyor? diyet istemek fiyat istemek Tamirat için ne kadar istiyorlar? geri istemek hayır istemek Allah'tan hayır iste, hayır bulasın. ısrarla istemek imdat istemek izin istemek (veda için) kana kan istemek keyfi istemek kız istemek Bugün kız istemeye gidiyoruz. merhametini istemek mühlet istemek Muhalefet, mühlet istiyor. müjdesini istemek para istemek Buna ne kadar para istiyor? Tercüme için ne istiyor? yapmak istemek Ne yapmak istediğini anlayamadım. yardım istemek yürek istemek, bir şey yapmak için Böyle bir şey yapabilmek yürek ister. zam istemek zaman istemek Bu, çok zaman ister. istememek Gitmek istememesinin sebebi bu mu? Sizi görmek istemeyebilir. Satmak istemediğimden değil, satamadım. Kabalık etmek istemedim. Sizi kızdırmak istemedim. bir şeyin olmasını: Sizin gibi bir oyuncuyu kaybetmek istemem. Böyle bir fırsatı kaçırmayı istemem.
Give him an inch, he'll take a yard. Give him a piece of cloth and he'll ask for the lining [layning]. Why don't you come? to ask an exorbitant price [igzo:bitint], to feel like doing smth. As you will! I don't feel like eating anything. to take. // takes courage to say even that. to be anxious to do smth [e:nksis]. He is anxious to learn a foreign language. to mean [mi:n]. What do you mean exactly [igze:ktli]? to drive at. What is he driving at [drayving]? to demand retaliation [ritedyesm]. to charge [ca:c]. How much do they charge for the repair? to demand back. to wish well. Wish well, be well. to urge [6:c], to call for help. to beg to leave. to seek revenge [rivenc]. to do as one pleases [pli.ziz]., to ask a girl's hand in marriage [me:ric]. We're asking a girl in marriage from her family. to appeal for mercy [ipi:l], to ask for delay [diley]. The opposition is asking for a delay. to ask for a gift for bringing good news. to ask (for). What is he asking for it? What is he charging for the translation? to drive at. / can't make out what he's driving at. to appeal for help [ipi:l]. to take. It takes some courage to do such a thing. to ask for a rise [rayz]. to require time [rikwayi]. It will require a lot of time. not to want. Is that why he doesn't want to go? He may not want to see you. It's not that I didn't want to sell it, I just couldn't. not to mean. I didn't mean to be rude. I didn't mean to make you angry. to hate to. I'd hate to lose a player like you. I'd hate to miss such an opportunity.
407
istenilmek
[ birleşikler ve deyimler | Görünen köy kılavuz istemez. İstemez. Doğru söz yemin istemez. Sağlam baş yastık istemez. İstemeye istemeye yapacaksan, kalsın. Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de. cam istememek Canım hiçbir şey yemek istemiyor. Canını kimseyi görmek istemiyor. istenilmek Sizden sessiz durmanız isteniyor. Polisten, basını susturması istenemez. Sizden, şahitlik yapmanız istenecektir. istetmek istiap etmek istidadı olmak Bu çocukta büyük bir futbolcu olma istidadı var. istidatlı olmak istidlal etmek istif etmek, yerleştirmek anlamında: stok etmek anlamında: Bizi sardalya gibi istif ettiler. istifa etmek Zeman istifa mı etti, yoksa istifa ettirildi mi? istifade etmek *birinin zaafından istifade etmek *fırsattan istifade etmek Bu fırsattan âzami derecede istifade edin. Tenzilâtlı satışlardan istifade etmeliyiz. istifçilik etmek istifham etmek istiflemek istiflenmek istifrağ etmek istiğfar etmek istihdam etmek istihkak etmek, hakkı olmak anlamında: para için: istihlâk etmek istihsal etmek istihza etmek istikrah etmek istikrarlı olmak istikrarsız olmak istilâ edilmek Bu bina fareler tarafından istila edilmiş. Tarlalar çekirgeler tarafından istila edildi.
A village in sight requires no guide [gayd]. It's not necessary [nesisrri]. He who tells the truth need not swear [swe:]. A healthy head needs no pillow [pilou]. If you're going to do it reluctantly, leave it. A guest would rather not put up with another guest and the host with either. not to feel like doing anything. I don't feel like eating anything. to be in no mood [mu:d]. I'm in no mood to see anyone. to be asked to. You're asked to keep silent [saylint]. The police cannot be asked to silence the press. to be called upon to. You'll be called upon to give evidence. to send for smb. to hold. to have the talent. (That boy has the making of a great football player.) to be gifted. to deduce [didyu:s]. to stack [ste:k], to stow. They packed us together like sardines. to resign [rizayn]. Did Zeman resign or was he made to resign? to benefit by/from. to play upon one's fears [fi:z]. to take advantage of an opportunity. (Make the most of this opportunity.) We should take advantage of the sales. to hoard up [ho:dap]. to interrogate [intengeyt]. to stow. to be stacked [ste:kt]. to vomit. to ask God's forgiveness, to employ. to have a right to. to be due [dyu:]. to consume [kinsyu:m]. to produce [prodyu:s]. to ridicule [ridikyud]. to loathe [louth]. to be steady [ste:di]. to be unstable [ansteybil]. to be infested. This building is infested with rats. The fields were scourged with locusts fskoxd].
istilâ etmek
408
istilâ etmek, ülke vs. için: to invade [inveyd]. sular için: to flood triad], fare vs. için: to infest. Fareler bodrum katını istila etmiş. The rats have infested the basement [beysmmt]. istimal etmek to make use of [yu:s], istimlâk etmek to expropriate [eksprouprieyt]. istinat etmek,' dayanma anlamında: to be based on [beyzd]. güvenme anlamında: to rely on [rilay], to lean upon [li:n]. yaslanma anlamında: to abstain [lbsteyn]. istinkâf etmek to deduce [didyuis]. istintaç etmek to rest, istirahat etmek to get back, istirdat etmek to beg. istirham etmek Kararı yeniden gözden geçirmenizi istirham ederim. / beg you to reconsider your decision. to exploit [iksployt]. istismar etmek to except. istisna etmek istisna olmak to be an exception [iksepsm]. O bir istisnaydı. That was an exception. istisna yapmak to make an exception. istişare etmek to consult [kinsalt]. istop etmek to come to a halt [ho:lt]. isyan etmek to rebel [ribel]. isyankâr olmak to be rebellious [ribelyis]. iş olmak,' | birleşikler ve deyimler] İş ola! This is all white washing. İş olsun diye. To do smth for the sake of doing it. Bunlarda iş yok. These ones are no good. Bu kalecide iş var. He's a very capable goalkeeper. Bunda bir iş var. There's something odd about this. İşin içinde iş var. There's something behind all this. to get down to business [biznis]. asıl işe gelmek elinden iş gelmek to be a good craftsman. iş yapmak, çalışmak anlamında: to do work. Bu sabah hiç iş yapmadılar, They have done no work this morning. bir şeyin ticareti olarak: to do business [biznis]. birisiyle...: to do business with. Bu insanlarla bir daha iş yapmam. I'll never do business with these people again. Seninle bir daha iş yaparsam, iki olsun! I'll never do business with you again! to deal with [did]. Bu firmayla iş yapmak mümkün değil. You can't possibly deal with that firm. | birleşikler ve deyimleri işi yarım yamalak yapmak to do smth by halves [ha:vz]. lüzumsuz iş yapmak to carry coal to Newcastle [nyu:ke:stl]. nöbetleşerek iş yapmak to take turns [to:nz]. parça başına iş yapmak to do piecework. yarım yamalak iş yapmak to do smth by halves [ha:vz]. işaret etmek, el hareketi ile bir şeyi anlatmak: to make a sign [sayn]. "Sus" der gibi işaret etti. He made a sign as if to say keep quiet. Eliyle oradan uzaklaşmamızı işaret etti. He waved us away from there.
işaretlemek
409
to motion [mou§in]. She motioned me to an empty chair. to indicate [indikeyt]. / indicated this in my previous article. to mention [men§in]. Yazınızda işaret ettiğiniz bakan kim? Who is the Minister you mention in your article [a:tikil]? Burada başka bir hususa işaret etmek isterim. I'd like to mention another fact here. to point out. Sistemdeki aksaklıklara işaret etti. He pointed out to the defects in the system. to make a remark. Önemli bir noktaya işaret etmek isterim, I'd like to make an important remark. göstermek anlamında: to point to. Duvardaki hatta işaret etti. He pointed to the calligraphy on the wall. to mark. işaretlemek anlamında: to blaze [bleyz], ağaçlara işaret yapmak: to mark. işaretlemek işaretlenmek to be marked [ma:kt]. işaretleşmek to make signs to one another. işaretli olmak to be tagged [te:gd]. Bunların neden hepsi işaretli? Why have these been all tagged? to start work. işbaşı yapmak Bugün işçiler işbaşı yapacaklarmış. It seems the men will start work today. to be at work. işbaşında olmak İşçilerin işbaşında olmaları gerekmez mi? Shouldn't the men be at work? Hükümet işbaşında. (The government is in the saddle [se:dil].j to cooperate [kouopireyt]. işbirliği yapmak Hepsi bu işte işbirliği yapmış. Apparently they have all cooperated in this. to be hand in glove [glav]. işbirliği içinde olmak Polis burada suçlularla işbirliği içinde. The police here is hand in glove with the criminals. to urinate [yu:rineyt]. işemek Eceli gelen köpek, cami duvarına işer. A dog whose death is near will urinate against the mosque wall. to make smb urinate. işetmek işgal etmek, ele geçirmek anlamında: to occupy [okyupay]. Düşman, köylerimizi işgal ediyor, The enemy is occupying our villages. to keep busy [bizi], oyalamak anlamında: *yer işgal etmek kişiler için: to occupy. Bunlar firmada yüksek yerler işgal ediyor, These occupy high positions within the firm. eşya için: to take up room. işgal altında olmak to be under occupation [okyupeysm]. işgüzarlık etmek to be officious [rfisis]. işi olmak, yapacak bir şeyi bulunmak: to have work to do. işin var mı? Are you busy? işim var. I'm busy [bizi]. Başka işin yok mu? Don't you have anything better to do? İşin mi yok? It's not worth your time. Hepsinin iyi işleri var. They have all got good jobs. birinin işi olmak: to be one's doing. Eminim, bu senin işindir. I'm sure it's your doing. "Otur" der gibi eliyle bana boş bir iskemleye işaret etti. belirtmek anlamında: Buna geçen yazımda işaret etmiştim.
r
işi bitik olmak
410
çalışma sahası anlamında: Bankacılık bizim işimizdir. Bu, daima onların işiydi, uğraşmak anlamında: Almazsın, satmazsın, pazarda işin ne? Desene, bu insanlarla işimiz var. işi bitik olmak Senin işin bitik. işi gücü olmak Bu insanların işi gücü yok mu? işi iş olmak işin adamı olmak işinden olmak
Onun işi gücü yok. İşimiz, iş! Kardeşin tam bu işin adamıdır. İşten olmanızı istemem. Bu sefer işimizden olduk.
işine gelmek İşinize nasıl geliyorsa. işini yapmak Bugünlerde işimi yapamaz oldum. işitilmek Bu hiç işitilmiş şey değil. Sinek uçsa, işitilirdi. işitmek Bunları işitmemiş ol. İşittiklerin doğru değil. İşittiğime göre, bir yere gitmiyoruz. Söyleyeceği varsa, işiteceği de var.
to be in one's line [layn]. Banking is in our line. It was always in their line. What are you here for, if you're not interested in what is happening? These people are just damned nuisance. to be done for? (Your goose is cooked [gu:sp. to have an occupation [okyupey§m]. Haven't these people any job? He is without a job. to go well (for things). We are in luck [lak]. to be the man for the job [cob]. Your brother is just the man for the job. to lose one's job [lu:z]. I hate you losing your job. (This time it cost us our job.) to suit one's interest [su:t], (Do what you think is best.) to do one's work. I've been unable to do my work these days. to be heard [ho:d]. This is something unheard of. (You could hear a pin drop.) to hear [hi:]. Pretend you haven't heard anything. What you've heard is not true. By what I've heard, we're going nowhere. If he has something to say, he is going to hear something, too.
| birleşikler ve deyimleri Ağzından çıkanı kulağın işitsin. Do you realize what you're saying? Davul çalsan, işitmez. He's stone deaf [def]. İstediğini söyleyen, istemediğini işitir. He who criticizes must be ready to be criticized. to be hard of hearing, ağır işitmek to be alone and helpless, ah deyip, ah işitmek to be scolded [skouldid]. azar işitmek to be rebuked [ribyu:kd]. laf işitmek Üstelik de laf işittik. We were rebuked to boot. to be partially deaf [def]. kulağı ağır işitmek to make smb hear smth. işittirmek to torture [to:91]. işkence etmek işkillendirmek to arouse smb's suspicion [sispusin]. işkillenmek to become suspicious of [sispi§is]. işlemek, belirli bir duruma getirmek: to process [proses]. Bunları nerede işliyorsunuz? Where do you process these? çalışmak anlamında: to work. Sen işlersen, mal işler. If you want to get rich you must work hard. faiz için: to yield [yi:ld]. içine girmek anlamında: to penetrate [penitreyt]. incelemek anlamında: to treat [tri:t].
işlemek/işlememek
411
leke vs. için: Leke, kumaşın içine işlemiş. nakış için: oymak anlamında: pas için: Pas, metala işlemiş. taş için: toprak için: tren vs. için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen tren var. vapur için: Karaköy'le Kadıköy arasında işleyen bir vapur var. yara vs. için: I birleşikler ve deyimler | arı kovanı gibi işlemek boşa işlemek canına işlemek ciğerine işlemek cinayet işlemek cürüm işlemek çıban işlemek damarına işlemek gergef işlemek günah işlemek hata işlemek hayır işlemek içine işlemek yağ vs. için: iliğine işlemek iş işlemek kabahat işlemek kafası işlemek kalbine işlemek kemiklerine kadar işlemek nakış işlemek ruhuna işlemek saat gibi işlemek sevap işlemek sırma işlemek siciline işlemek suç işlemek Suçu toplum hazırlar, suçlular işler. tıkır tıkır işlemek toprağı işlemek Asırlardır bu toprağı işliyorlar. yüreğine işlemek Azarlama, yüreğine işledi. işlememek Asansör bugün işlemiyor. işlenmek, yöntem için: Bunlar fabrikamızda işleniyor.
to work into. The stain has worked into the cloth. to embroider [imbroydi]. to carve [ka:v]. to eat into. The rust has eaten into the metal. to cut. to cultivate [kaltiveyt]. to run. There's a train running between Gebze and Haydarpaşa. to ply [play]. There is a ferry that plies between Karaköy and Kadıköy. to fester. to hum with people [ham]. to run on no load. to touch smb to the quick. to hurt smb deeply. to commit murder [mö:dı]. to commit a crime [kraym]. (for pus) to ooze [u:z]. to become part of one's character [ke:rikti]. to embroider (on a frame) [imbroydi]. to commit a sin, to sin. to make a mistake. to do good. to affect one deeply. to work into. to penetrate into [penitreyt]. to embroider [imbroydi], to commit an offence [ıfens]. to have a quick mind [maynd]. to strike smb to the quick. to penetrate right to one's bones. to do embroidery [imbroydiri]. to become part of one's character [ke:rikti]. to run smoothly. to do a good deed [di:d], to embroider with silver thread [thred]. to register good/bad marks on smb's record. to commit a crime [kraym]. Society prepares the crime, criminals commit it. to go like a clock. to till the land. They have tilled the land for centuries. to take smth to heart [ha:t]. She has taken the scolding to heart. not to be working. The lift isn't working today. to be processed [prousest]. These are processed in our plant.
412
işletmek
to be committed.
cinayet için: Cinayet, soğukkanlılıkla işlendi. işletmek, çalıştırmak anlamında: Bu dükkanlar, genellikle emekliler tarafından işletilir. ınakina için: kandırmak anlamında: tabii kaynaklar için: işmar etmek, gözle: elle veya kolla: işsiz olmak işsiz güçsüz olmak iştahı olmak iştahı olmamak iştahlandırmak iştahlanmak iştahlı olmak *maymun iştahlı olmak iştahsız olmak işten olmamak Deli olmak, işten değil. İş işten değil. İşten bile değil. Onları yenmek, işten bile değildi. iştigal etmek (bir şeyle) iştigal etmek (abesle) iştirak etmek, katılmak anlamında: ortak olmak anlamında: it olmak itaat etmek İtaat etmek istemeyenler, işte bunlar. *kuzu kuzu itaat etmek itaatsizlik etmek iteklemek itelemek itelenmek itfa etmek, borç için: tahvil için: ithaf etmek Anıt, Çanakkale savunmasında şehit düşenlere ithaf edilmiştir. ithal etmek itham etmek itibar etmek, saygı göstermek anlamında: dikkate almak anlamında: itibarı olmak, saygı bakımından: güven bakımından: Hâlâ burada itibarı var. itibarsız olmak
The murder was committed in cold blood [blad]. to run. These shops are usually run by retired people. to operate [opireyt]. to make fun of [fan], to exploit [iksployt]. to wink. to gesture [ceşçı]. to be unemployed. to be out of work. to have appetite (for) [e:pitayt]. to have no appetite. to arouse one's appetite [e:pitayt]. to get a craving for. to have appetite for. to be fickle [fikil]. to have no appetite. to be easy. It's enough to drive one mad. It's an easy matter. It's very easy. We could have easily enough beaten them. to occupy oneself with [okyupay]. to pass one's time with trifles [trayfilz]. to participate [padisipeyt], to be a party to. to be a scoundrel [skaundnl]. to obey. These are the ones who do not want to obey. to obey meekly [mi:kli]. to disobey. to manhandle [menhemdil]. to shove and push. to be shoved and pushed [puşt]. to pay off. to redeem [ridkm]. to dedicate [dedikeyt]. The monument is dedicated to those who died in the defence of the Dardanelles. to import. to accuse [ikyu:z] smb of smth. to show consideration [kınsidıreyşın]. to take into consideration. to be held in esteem [isti:m]. to have credit. His credit is till good here. to be discredited.
itikat etmek
413
to believe in. itikat etmek itilmek, to be pushed [pust], itme neticesi: to be induced [indyu:st]. serkcdiimek anlamında: sürüklemek anlamında: to be dragged [dre:gd]. Bu polemiğe itilmek istemiyorum. / don't want to be dragged into this polemic. to have confidence [konfidins]. itimadı olmak Onlara itimadımız tamdır. We have complete confidence in them. to trust [trast]. itimat etmek to distrust. itimat etmemek itina etmek to take great pains in [peynz]. itiraf etmek to confess [kmfes]. itiraz etmek to object. Neticeye şiddetle itiraz ediyorum. I strongly object to the result [rizalt], Siz boşuna itiraz ediyorsunuz. (You're harking at the moon.) to raise an objection [lbcekfin]. itiraz etmeksizin cezayı ödedik. We paid the fine without raising any objection. to argue [a:gyu:]. Neden itiraz ediyorsun? Why are you arguing? to dispute [dispyud]. Biz neticeye itiraz etmiyoruz. We are not disputing the result. to object [obcekt], itirazı olmak Onun itirazı olacağını sanmıyorum. / don't think he's going to object. to mind [maynd]. itirazı olan var mı? Does anyone mind? to have no objection [lbceksin]. itirazı olmamak Oraya geri dönmeye itirazları yok. They have no objection to going back there. not to mind [maynd]. Bizimle gelmesine itirazım yok. / don't mind her coming with us. itişmek, to scuffle [skafil]. çekişme anlamında: to push one another, birbirini itmek anlamında: to make a habit of. itiyat edinmek to kill. itlaf etmek itlaf olmak to be exterminated [iksto:mineytid], itmam etmek to complete [kimplkt]. itmek to push. Lütfen itmeyiniz, gidecek yer yok. Please do not push, we can't go any further. Ne itiyorsunuz? What are you pushing us for? Lütfen biraz iter misiniz? Could you give it a push, please? sevk etmek anlamında: to encourage [inkaric]. Bizi kitap okumaya iterdi. He encouraged us to read books. | birleşikler ve deyimler] bir tarafa itmek to set aside [isayd]. Hükümet, bütün itirazları bir tarafa itti. The government set aside all the objections. Yeni projelerimizi bir tarafa ittiler. They threw aside our new project. bir kenara itmek to brush aside. Bu gerçekleri öyle bir kenara itmeniz mümkün değil. You can't possibly brush aside these facts. yukarıya itmek to push up. ittifak etmek to agree. to be unanimous [yunenimus]. oybirliği ile müttefik: Bunda ittifak etmiş gibiler. They seem to be unanimous about it. to take. ittihaz etmek to get in contact with [konte:kt]. ittisal etmek
ivdirmek
414 to accelerate [e:kselireyt]. to be urgent [oxmt], to become urgent, to speed up. to hurry [hari].
ivdirmek ivedi olmak ivedileşmek ivedileştirmek ivmek iyi etmek, iyileştirmek
anlamında: Bu ilaç, sizi iyi edecektir, uygun bir şekilde davranmak: Ne iyi ettiniz de geldiniz. iyi ettin. Onları affetmekle iyi etti. İyi eden, iyi bulur; kötü eden, kötü bulur. Parayı iade edersen, iyi edersin.
iyi gelmek Bu ilaç, sana çok iyi gelecektir. uygun anlamında:
to cure [kyu:]. This medicine will cure you. to do well. You did well to come. to do the right thing. You did the right thing. to be good of. It was good of him to forgive them. He who does good finds good, he who does evil finds evil. You had better return the money. to do good. This medicine will do you a world of good. to fit.
iyi olmak, kötü karşıtı:
'
İyisiniz inşallah! Ne kadar iyisiniz! Hiç bugünkü kadar iyi olmamıştık. İyi hoş da... Sonunda herşey iyi olacaktır.
Güneşte böyle durması, onun için iyi değil. Bu hakkınızda iyi olmaz. bir konuda...: Onun matematiği çok iyi. istenilen nitelikte olmak: Yemekler sanıldığı kadar iyi değil, iyileşmek anlamında: Şimdi çok daha iyi, ayağa kalktı. Hiç iyi değilmiş. karşılaştırma biçimleri: Bundan iyisi can sağlığı. Sizden iyi olmasın. Bugünün tavuğu, yarının kazından iyidir. Bu, hiç yoktan iyidir. Bana kalırsa, beklemek daha iyi olacak. Böylesi daha iyi. Her şeyi unutmanız belki sizin için daha iyi. Hepimiz için daha iyi olacaktır. Çok daha iyi ya! Hayırlı dost, hayırsız akrabadan iyidir. İyisi mi, buradan gitmek. Siz en iyisi, köşedeki bakkala sorunuz. Bu akşam oraya gitmesek iyi olur. Gitsem iyi olacak. | birleşikler ve deyimleri arası iyi olmak
to be well. / hope you're well. (How very kind of you!) (We never had it so good.) That's all very well but... Everything will work out well at the end. to be good. It's not good for him to stand like that in the sun. It won't be good for you. to be good at. He is very good at maths. to be good. The food is not as good as people imagine. to be well. He is much better now, he is up and about. Apparently he's not well at all. What more could one want? Present company excepted [ikseptid]. A bird in hand is worth two in the bush. Half is better than nothing. I think it wiser to wait. It's for the best. Perhaps it's better for you to forget everything. It will be all the better for us all. So much the better. A good friend is better than a foolish kin. The best thing is to leave this place. You'd better ask that to the grocer at the corner. It would be better if we didn't go there this evening. I'd better leave. to be on good terms.
iyi durumda olmak
415
arası iyi olmamak Onlarla aram iyi değil. durumu iyi olmak Onun durumu senin/cinden daha iyi. keyfi iyi olmak Keyfîm iyi değil. maddi durumu iyi olmak maksadı iyi olmak Maksadının iyi olduğunu biliyorum, ancak... sağlığı iyi olmak iyi durumda olmak, maddi durum bakımından: Orada çok daha iyi durumda olur. vaziyet bakımından: iyi ellerde olmak Yaşlılar ve çocuklar iyi ellerde. iyi huylu olmak iyi kalpli olmak iyi niyetli olmak Hatalar yapıyor, ancak iyi niyetlidir. iyi yapmak Kalmakla iyi yaptık. iyileşmek İnşallah, yakında iyileşir. iyileşecek mi? Onun iyileşmesi zaman alacak. iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak: Bu ilaç, onu kısa zamanda iyileştirecektir. İslah etmek anlamında: iyiliği için olmak iyilik etmek Oralara gitmezsen, bana iyilik edersin. Bize büyük bir iyilik ettiniz. Nanköre iyilik etmek, gülsuyunu denize dökmektir.
İyilik et, denize at. İyilik eden, iyilik bulur. iyilik yapmak iyilik yap, denize at; balık bilmezse, Halik bilir. iyimser olmak iyonlaşmak iz üzerinde olmak *doğru iz üzerinde olmak *yanlış iz üzerinde olmak izaç etmek, bunaltmak anlamında: tedirgin etmek anlamında: izafe etmek izafi olmak
to be on bad terms with. I'm not on good terms with them. to be well-off. He is better-off than you are. to feel well. I'm not feeling well. to be well-off. to mean well. / know he means well, but... to enjoy good health [hetlth]. to be well-off. He'd be much better off over there. to be in good condition [kindi§in]. to be in good hands. The old and the children are in good hands. to be good tempered. to be kind-hearted [kaynd hartid], to mean well. She makes mistakes, but she means well. to do well. We did well to stay. to get well. / hope he'll soon get better. to recover [nkavi]. Will she recover? It will take her some time to get over it. to cure [kyu:]. This drug will cure her in a short time. to improve [impru:v]. to be for one's own good, to do a good turn [to:n]. You'll do me a good turn, if you don't go there. to do a favour. You did us a big favour [feyvi]. To do a favour to an ungrateful person is like pouring rose water into the sea. to do a good deed. Do a good deed but do not expect any reward. Kindness always finds kindness. to do a good deed. Do a good deed and leave it to God. to be optimistic. to become ionized [ayonayzd]. to be on the right scent [sent]. to be on the right track [tre:k], to bark up the wrong tree. to to to to
harass [he:ns], worry [wan]. attribute to [itribyu:t]. be relative [rehtiv].
izah etmek
416
izah etmek Bunu nasıl izah edeceğimi bilemiyorum. Şöyle izah edeyim,... Bakalım, farkı nasıl izah edecekler? izâle etmek, gidermek anlamında: rok etmek anlamında: izam etmek izan etmek izdivaç etmek izdüşürmek izhar etmek, açığa vurmak anlamında: belirtmek anlamında: göstermek anlamında: izinde olmak izinli olmak Bir aydan beri izinlidir. Bugün izinlidir. Biz cuma günleri izinliyiz. Bu sabah izinlidir. izni olmak Burada futbol oynamak için iznimiz var.
to explain [ikspleyn]. I'm at a loss how to explain this. Let me put it this way,... to account for [lkaunt]. Let's see how they'll account for the discrepancy. to remove [rimu:v], to wipe out [wayp aut]. to exaggerate [igzecireyt], to be considerate [kinsidirit]. to get married [me:rid]. to project [procekt], to manifest, to display, to show. to follow in the footsteps of. to be on leave [li:v]. He has been on leave the whole month. He has leave for today. to have...off. We have Saturday off. (She is off for the morning.) to have permission [pimi§in]. We have permission to play football here.
izlemek,» to follow. He followed the woman everywhere. to observe [ibzo:v]. We are observing with anxiety the monetary policy of the government [emzayiti]. Olayların akışını şimdilik izliyoruz. We are observing the course of event for the moment. seyretmek anlamında: to watch [woe]. Maçı izleyemedim. / couldn't watch the match. Onu nasıl yapacağını dikkatle izleyiniz. Watch carefully how he's going to do it. to follow up. bir şeyi takip etmek anlamında: [birleşikler ve deyimler | to follow step by step. adın adım izlemek to succeed one another [saksi:d]. birbirini izlemek Olaylar birbirini izlemektedir. The incidents are succeeding one another. kıyıyı izlemek to hug the coast [hag]. modayı izlemek to keep up with the fashion [fe:§in]. tv izlemek to watch on TV [tiyviy]. izlenmek to be followed. İzlendiğimi hissediyorum. / have the impression I'm being followed. izole etmek, to insulate [insyuleyt], yalıtmak anlamında: to isolate [aysileyt]. yalnız bırakmak anlamında: arkasından gitmek anlamında: Kadını her yerde izledi, gelişimi gözden geçirmek: Hükümetin para politikasını endişeyle izliyoruz.
J jest yapmak, el, kol harekeli er i için: davranış için: jimnastik yapmak jurnal etmek Bizi kim jurnal etti?
to gesture [cefci]. to make a gesture. to practice gymnastics [cimne:stiks]. to inform on. Who has informed on us?
kaba olmak Bu kız son derece kabadır. Bize karşı gereksiz yere kabaydılar. kabadayı olmak kabadayılık etmek kabahat olmak Öksürsem kabahat, insanlara yardım etmek kabahat mi? Hanım kırarsa kaza, halayık kırarsa kabahat. kabahat birinde olmak
Tüm kabahat sendeymiş. Kabahat onlarda.
kabahat etmek kabahati olmak Bu benim kabahatim. kabahatli olmak Bu konuda kim kabahatli? kabahatsiz olmak kabaklamak kabaklaşmak kabakulak olmak kabalaşmak kabalık etmek Kabalık ediyorsun. Davetiyeyi reddetmekle kabalık ettik. Kabalık etmek istemedim.
to be rude [ru:d]. That girl is extremely rude. to be coarse [ko:s]. They were unnecessarily coarse with us. to be a tough guy [taf]. to play the tough guy [gay]. to be an offence [tfens]. (The smallest error is brought up against me.) to be wrong. Is it wrong to help people [pi:pil]? to be a fault. What is a fault for a subordinate is excusable for a superior [ikskyu:zibil]. to be one's fault [fo:lt]. Apparently it was all your fault. It is their fault. to commit an offence [lfens]. to be at fault. (It's all my fault.) to be in the wrong. Who is in the wrong in this matter? to be innocent [imsmt]. to prune [pru:n]. to get bald [bo:ld]. to get the mumps [mamps]. to get coarse [ko:s]. to act rudely [ru:dli]. You are being rude. It was rude of us to refuse the invitation. I didn't mean to be rude. to be blistered.
kabarcık olmak kabarcıklanmak, to break out in blisters. içi su dolu kabarcık için: to break out into pimples [pimpilz]. sivilce gibi kabarcık için: kabarmak, to blister. boya için: to be full of oneself, böbürlenmek anlamında: to get rough [raf]. deniz için: to rise [rayz]. hamur için: to swell up. hacmi artmak anlamında: to swell. ırmak ve akarsu için: Yağışlardan sonra ırmaklar kabardı. After the rains the rivers have swelled.
kabartmak
420
kaynayan sıvı için: kumaş için: tüyler için: | birleşikler ve deyimler | ayranı kabarmak damarları kabarmak Annelik damarları kabarmaya başladı. göğsü kabarmak hindi gibi kabarmak bulantı duymak anlamında: ağlama duygusu içinde olmak: koltuğu kabarmak kulak kabarmak midesi kabarmak öfkesi kabarmak safrası kabarmak Korkarım, safram kabarıyor. tüyleri kabarmak yüreği kabarmak kabartmak hamur için: Bu marka, ekmeği daha iyi kabartır. | birleşikler ve deyimleri defteri kabartmak göğsünü kabartmak iştahını kabartmak koltuklan kabartmak kulak kabartmak sırtını kabartmak tüylerini kabartmak kuşlar için: kabız olmak kâbii olmamak Bu, kabil değil! kabiliyeti olmak (bir şeye) *espri kabiliyeti olmak Bu adamın inanılmaz espri kabiliyeti var. kabiliyetli olmak kabiliyetsiz olmak kabuklanmak kabuklaşmak kabul edilmek Bu konuda otorite olarak kabul ediliyor. Türkiye'nin en iyi kalecisi olarak kabul ediliyor. Devamlı bir süreç olduğu kabul ediliyor. Rubens'in eseri olduğu kabul ediliyor. Ne yazık ki teklif kabul edilmedi. Bu mazeretlerin hiçbiri kabul edilemez. Sözlerin, kabul edilebilecek cinsten değil. Bu gibi davranışlar kabul edilemez.
to bubble up [babil]. to become fluffy [flafi]. to bristle [brisil]. to get angry [e:ngri]. to show instinct. She started showing her motherly instinct. to be swelled with pride [prayd], to be puffed up with pride [paft]. to feel nauseated [no:siyetid]. to feel like sobbing. to swell with pride [prayd]. to prick up one's ears [i:z]. to feel sick. to flare up [fle:rap]. to be nauseated [no:siyetid]. (I'm afraid I'm going to be sick.) to bristle [brisil]. to be nauseated. to make smth swell. to raise [reyz]. This brand will raise the bread better. to run deep into debt [det]. to make the chest swell with pride. to whet one's appetite [e:piteyt]. to swell with pride [prayd]. to prick one's ears. to set up its back. to bristle up the hair [brisil]. to ruffle its feathers [rafil]. to be constipated [konstipeytid]. to be impossible. It isn't possible! to have ability for. to have a sense of humour [hyu:mi]. That man has a fantastic sense of humour. to be capable [keypibil]. to be incapable. to form a scab [ske:b]. to get scabby. to be acknowledged [e:knolicd]. He is acknowledged as an authority on the subject. He is acknowledged as the best goalkeeper in Turkey. to be recognized [rekignayzd]. It's recognized that it's a continuous process. It is recognized as the work of Rubens. to be accepted [ikseptid]. Unfortunately, the proposal was not accepted. to be acceptable. None of these excuses are acceptable. Your remarks are utterly unacceptable. Such behaviour is unacceptable.
kabul etmek
421
kanun tasarısı için: Muhalefete rağmen tasarı kabul edildi. Tartışmalı tasarı büyük çoğunlukla kabul edildi. bir yere: Bir istisna hariç, kimse kabul edilmedi. kabul etmek, armağan, vs. için almak anlamında: Bu küçük hâtırayı lütfen kabul ediniz, davetiye ve taziye için: Taziyelerimi kabul etmenizi dilerim. Nazik davetiyenizi memnuniyetle kabul ediyoruz, farkında olmak anlamında: Bireyin grup davranışındaki önemini kabul ediyorlar. farz etmek anlamında: Kabul edelim ki, doğrudur, hoş görmek anlamında: Onu olduğu gibi kabul ediniz. itiraf etmek anlamında: Hatasını kabul etmiyor. katlanmak anlamında: onaylamak anlamında: Bunu kabul etmezler. Kabul, biz de aynı fikirdeyiz, rıza göstermek anlamında: O kabul etmezse, başkaları eder. Mısır, şartları kabul etmeye hazırdı. Böyle bir anlaşmayı katiyen kabul etmez. Kabul etsek mi, ne dersin? Kabul eder mi ki? Böyle bir şeyi kabul edecek biri değilim. Bunu kabul edeceğine inanıyor musun? Bunu gerçekten kabul etti mi? Parti, bu kadar rakidal değişimi kabul etmez. tasdik etmek anlamında: Böyle bir davranışı kabul etmem mümkün değil. üyeliğe veya bir yere: Bu adamı kulübe kabul etmekle hata ettiniz.
to be passed [pa:st]. The bill was passed despite the opposition. The controversial bill was passed by a great majority [kontnvbgil]. to be admitted. With one exception, no one was admitted. to accept [iksept]. Please accept this small souvenir [suivini:]. to accept. Please accept my condolences [kindoulinsiz]. We accept with pleasure your kind invitation. to recognize [rekignayz]. They recognize the importance of the individual in group behaviour. to assume [isyu:m]. Let's assume that it is true. to condone [kmdoun]. Take him as he is. to admit. He won't admit his fault. to resign oneself to [rizayn]. to consent to [krnsent]. They won't consent. (We agree with you.) to accept [iksept]. If he won't accept others will. Egypt was prepared to accept the conditions. He'll never accept such a deal [di:l]. Do you think we should accept? Will she accept? I wonder. to agree [lgri:]. (It's not me who'll accept such a thing.) Do you believe he'll agree to that? to consent [krnsent]. Did he really consent to that? The party will not consent to such radical changes. to approve (of) [ipru:v]. / can't possibly approve of such behaviour. to admit (into). It was wrong of you to admit that man into the club. They won't admit you into that place. to see. When is he going to see us? If he won't see us, let's go. to pass (a bill). The Assembly passed the Health Bill. to take it for granted. Granted it is true, so what? Granted it's wrong, what does it matter?
Sizi o yere kabul etmezler, yanına sokmak anlamında: Bizi ne zaman kabul edecek? Bizi kabul etmeyecekse, gidelim. yasa için: Meclis sağlık tasarısını kabul etti. bir şeyi gerçekmiş gibi...: Kabul edelim ki doğrudur, ne olmuş yani? Kabul edelim ki yanlış, ne çıkar? |birleşikler ve deyimler | Allah kabul etsin! May your prayer be granted. Artık kabul edelim ki, bu takım tükenmiş. Let's face it, this team is finished.
kabul ettirilmek
422
Nasıl olup da kabul etmiş. Ola ki kabul eder. Ne hikmetse bakan kabul etmemiş. Bunu dünyada kabul etmem.' Ne diye kabul etti? evlatlığa kabul etmek ezile büziile kabul etmek gerçekleri kabul etmek içi kabul etmemek itirazı kabul etmemek konuk kabul etmek kıyas kabul etmemek Bu, hiçbir kıyas kabul etmez. mesuliyeti kabul etmemek midesi kabul etmemek gerçek anlamda: mecazi anlamda: peşinen kabul etmek ricayı kabul etmek (bir) Sonunda bakanlık ricamızı kabul etti. yarım ağızla kabul etmek yenilgiyi kabul etmek Yenilgiyi kabul eden, ilk ben olacağım, seçim sonucu için: Muhalefet yenilgiyi kabul etti. Sakın yenilgiyi kabul etme. kabul ettirilmek Bu hükümler onlara zorla kabul ettirilmiştir. Karar ona zorla kabul ettirilmiş. kabul ettirmek Bu hükümleri zorla kabul ettirmeniz gerekecek. Hiçbir şeyi bunlara zorla kabul ettiremezsiniz.
How come he has accepted? Maybe he will accept. Oddly enough, the Minister didn't accept. (I won't hear of it.) Why on earth has she accepted? to adopt (a child) [idopt]. to agree apologetically. to face the facts [feys], not to feel like eating. to brush aside an objection [ibcek§in]. to receive guests. to be incomparable [inkimpeinbil]. It's just incomparable. to decline responsibility (for) [diklayn]. to be unable to eat some food. to be unable to stand. to accept beforehand. to accede to a request [e:ksi:d]. Finally the ministry acceded to our request. to accept half-heartedly [hattidli]. to admit defeat [difi:t]. I'll be the first to admit defeat [ldmit]. to concede defeat [kinsi:d]. The opposition conceded defeat. (Never give in.) to be imposed on. These rules were imposed on them by force. Apparently, the decision was forced on him. to impose on/upon [impouz]. You will have to impose the stipulations by force. You won't be able to impose anything on these people. You're trying to impose these upon us. to get smb to accept smth. Can you get him to accept these conditions? to have smth accepted. (It's hard to get such a thing approved.) After much beseeching, we got him to accept. to be accepted [ikseptid]. to expect the impossible. /'// consent to whatever he says [kinsent].
Bunları bize kabul ettirmeye çalışıyorsun, birisine bir şeyi: Bu şartları ona kabul ettirebilir misin? bir şeyi: Böyle bir şeyi kabul ettirmek zor. Rica minnet, kabul ettirdik. kabul olmak/olunmak *kabul olunmayacak duaya amin demek Ne dese kabulümdür. kabullenmek, to accept unwillingly, istemeyerek kabul etmek: to accept. kabul etmek anlamında: to deal in smuggled goods [smagild]. kaçakçılık yapmak kaçamak yapmak to do smth prohibited. kaçık olmak to be cracked [kre:kt]. kaçılmak to escape [iskeyp]. Buradan kaçılmaz. No one can escape from here. savulmak anlamında: to get out of the way. Kaçılın, kamyon geliyor. Get out of the way, a truck is coming [trak]. to be avoided [ívoydid]. kaçınılmak
kaçınılmaz olmak
423
kaçınılmaz olmak Darbenin, kaçınılmaz olduğu sanılıyor. Yoksulluk kaçınılmaz mı? kaçınmak Her tür lüksten kaçınınız. kaçırılmak, fırsat söz konusu ise: Bu fırsat kaçırılmayacak kadar önemlidir. bir kişi söz konusu ise: uçak söz konusu ise: kaçırmak, dizi, maç vs. için: Dün diziyi kaçırdık. Bir tek maç kaçırmaz. Acele etmezsek, açılış törenini kaçıracağız. otobüs, tren vs için: Neredeyse uçağı kaçırıyorduk. Otobüsü kaçırmamak için erken kalkacağız, konuşma vs. için: Maalesef başlangıcı kaçırdım. Bazı kelimeleri kaçırdım, doğal gaz, hava vs. için: gitmek zorunda bırakmak: bir eşyayı gümrükten...: birinin kaçmasını sağlamak: korkutarak...: bir uçağı zorla: birini zorla alıp götürmek: Onu bir gün kaçırmaya çalışacaklar, bir kişiyi fidye için: Belki onu fidye için kaçırmışlardır. |birleşikler ve deyimleri ağzından kaçırmak Sonunda gerçeği ağzından kaçırıverdi. ağzının tadını kaçırmak aklını kaçırmak Aklımı kaçıracağım.
to be inevitable. It is thought that a coup is inevitable. Is poverty inevitable? to avoid [ivoyd]. Avoid all luxuries [lak§iriz]. to be missed [mist]. This opportunity is too important to be missed. to be kidnapped [kidne:pt]. to be hijacked [hayce:kt], to miss. We missed the series yesterday. He never misses a single match [me:}]. // we don't hurry we'll miss the opening ceremony. to miss. We nearly missed the plane. We'll get up early so as not to miss the bus. to miss (out). Unfortunately, I missed out the beginning. I missed some of the words [mist]. to escape [iskeyp]. to make smb leave. to smuggle [smagil]. to help smb escape [iskeyp]. to put to flight [flayt]. to hijack [hayce:k], to abduct [e:bdakt]. They'll try to abduct him one day. to kidnap [kidne:p]. Maybe they have kidnapped him for a ransom. to let slip.
Finally she let the truth slip. to disturb one's comfort [kamfit]. to go mad. I'm going mad. Sen aklını kaçırmış olmalısın. to be out of one's mind [maynd]. You must be out of your mind. altına kaçırmak to soil one's clothes [klouthz]. donuna kaçırmak to soil one's underwear [soyil]. dozunu kaçırmak to overdo it. elinden kaçırmak Bu fırsatı elinden kaçırdın. to let smth slip through one's fingers. You've let this chance slip through your fingers. fazla kaçırmak to have a glass too much. fırsatı kaçırmak Eline geçen fırsatı kaçırdın. to miss a chance [gams]. Bu fırsatı kaçırmaz. (You've thrown away your chance.) (He'll jump at it.) Bu fırsatı kaçırmayalım. to miss the opportunity [opityumiti]. Let's not miss this opportunity. gözden kaçırmak Diğer gerçekleri gözden kaçırıyorsun. to lose sight of [sayt]. You're losing sight of the other facts. gözden kaçırmamak to keep in sight. gözlerini kaçırmak not to look smb in the eye.
424
kaçırtmak gümrükten mal kaçırmak hava kaçırmak
Neden hava kaçırıyor? huzurunu kaçırmak içkiyi fazla kaçırmak ipin ucunu kaçırmak Bunlar ipin ucunu kaçırmışlar. iplerin ucunu kaçırmak Polis iplerin ucunu kaçırmış gibi. kantarın topunu kaçırmak keçileri kaçırmak kelepiri elden kaçırmak keyfini kaçırmak kız kaçırmak korkutup kaçırmak Kuşları korkutup kaçırdılar. Onları neden korkutup kaçırdın? lafı ağzından kaçırmak neşesini kaçırmak ölçüyü kaçırmak rahatını kaçırmak santim kaçırmamak son şansını kaçırmak Son şansını da kaçırdın. su kaçırmak tadını kaçırmak, aşırdığa kaçmak anlamında: Bunlar, artık tadını kaçırdılar, hoşa gitmeyen durum için: tavı kaçırmak treni kaçırmak, gerçek anlamda: mecazi anlamda: ucunu kaçırmak uçak kaçınnak ürkütüp kaçırmak yangından mal kaçırmak yatağına kaçırmak kaçırtmak kaçışmak kaçışta olmak Çete şimdi kaçışta. kaçmak, firar etmek anlamında: Kaçmaya çalışırken vuruldu. Kimimiz kaçtı, kimimiz yakalandı. Veba olan şehre ne girmeli, ne oradan kaçmalı.
hızla
Her şeyi geride bırakıp kaçtılar. Kaçan balık büyük olur. uzaklaşmak anlamında: Yerinde dur, sakın kaçma!
to do smth in great hurry [hari]. to let air escape [iskeyp]. Why does it let air escape? to disturb smb [distö:b]. to have a glass too much. to lose control of [kmtroul], (The situation has gotten out of hand.) to lose one's grip. The police seems to have lost its grip. to go too far. to go crazy [kreyzi], to miss a golden opportunity. to spoil one's joy [coy]. to elope with a girl [iloup]. to frighten away [fraytm]. They have frightened the birds away. to scare away [ske:]. Why did you scare them away? to let the cat out of the bag. to spoil one's good mood [mu:d]. to exceed the limit. to disturb (the peace of)to be very meticulous. to throw away one's last chance [cams]. You've thrown away your last chance. to leak [li:k], to go too far. They are going too far. to spoil the pleasure of [pleji]. to miss the right time. to miss the train. to miss the boat. to let smth get out of hand. to hijack a plane [hayce:k]. to scare away [ske:]. to do smth with unnecessary haste. to mess one's bed. to make smb miss. to flee in all directions [dayrekşmz]. to be on the run. The gang is on the run now. to escape [iskeyp]. He was shot while trying to escape. Some of us escaped, others got caught. to flee [fli:]. One must neither get in nor flee a town struck by the plague [pleyg]. They fled leaving everything behind. (The fish that got away is the big one.) to run away (from). Stay where you are, don't run away!
kaçmak (abes)
425
to run. to ladder [le:di]. hava vs için: to escape. Valftan hava kaçıyor. Air is escaping from the valve [ve:lv]. to leak [li:k] (out). sıvılar için: kaçınmak anlamında: to avoid [ivoyd]. kadın için: to elope [iloup]. to evade [ivayd]. kendini göstermemek anlamında: to evade. konu için: Esas konudan kaçmayalım. Let's not evade the issue [ifyu:]. Sen, asıl meseleden kaçıyorsun. (You are begging the question.) to verge on [vox]. renkler için: Bu, biraz kızıla kaçıyor. It verges on red a bit. Maviye kaçan bir yeşildir. It's green verging on blue. to get/slip into. toz vs için: Kulağıma su kaçtı. Water got into my ear. to sound [saund]. olmak anlamında: Bu, biraz kaba kaçtı. It sounds a bit rude [ru:d]. birleşikler ve deyimleri Biz artık kaçalım. We must go now. Kaçanın anası ağlamaz. It always pays to play safe [seyf]. Tavşana kaç, tazıya tut demek. To play a double game. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. Out of the frying pan into the fire. abes kaçmak to be nonsensical [nonsinsikil]. adaletten kaçmak to be on the run. ağır kaçmak ' to be unkind. ağzından kaçmak to slip out (inadvertently). Özür dilerim, ağzımdan kaçtı. I'm sorry, it escaped me inadvertently. alıp kaçmak to run away with. bayağı kaçmak to be out of place. beti bereketi kaçmak to become scarce [ske:s]. bucak bucak kaçmak to escape and hide. dara kaçmak to have a narrow escape [iskeyp]. fazla kaçmak to be in excess [ikses]. Şekeri fazla kaçtı. (There is a bit too much sugar in it.) to become intolerable. tedirgin edecek bir durum için: to go down the wrong way. genize kaçmak Genzime kaçtı. It went down the wrong way. Özür dilerim, lokma genzime kaçtı. I'm sorry the morsel went down the wrong way. gösterişe kaçmak to be given to luxury [lakfiri]. gözden kaçmak to escape notice [iskeyp]. Burada önemli bir gerçek gözden kaçtı, (An important fact was overlooked here.) birinin gözünden kaçmak: to escape one's notice [noutis]. Hiçbir şey şefin gözünden kaçmıyor. Nothing escapes the chiefs notice [ci:fj. Bu husus gözümüzden kaçmış. This factor has escaped our attention. gözleri çukura kaçmak to have sunken eyes [sa:nkin]. gözüne toz kaçmak (for dust) to get into one's eyes. Gözüne toz kaçmış. Dust has got into her eye. hevesi kaçmak to lose interest [lu:z]. hapisten kaçmak to break out from prison [prizm]. huzuru kaçmak to be i l l at ease [i:z]. ifrata kaçmak to overdo. iğne deliğine kaçmak to hide oneself in confusion [kinfyu:jm]. işten kaçmak to avoid work. çorap
için;
Amerika'da:
ingiltere'de:
kaçmakta olmak
426
to become gloomy. to elope [iloup]. to take the easy way out. to be apprehensive. (for water) to get into one's ear. to avoid expenses. to spare no expenses [ikspensiz]. to shun responsibility [§an]. to play truant [tru:mt]. to be on edge [ec], to flee in haste. to be ill-at-ease. to turn pale [peyl]. to fall fiat. to shun one's obligations [obligey§mz]. Onlara karşı sorumluluklarından kaçıyorsun. You're shunning your obligations to them. to lose its charm [ça:m]. tadı kaçmak tatsız kaçmak (kulağa) to sound out of taste [saund]. Bu sözler biraz tatsız kaçıyor. These remarks sound a little out of taste. to run to seed [si:d]. tohuma kaçmak Bamyalar bu ayın sonunda tohuma kaçar, The okra will run to seed at the end of this month. to lose one's charm [ça:m]. insanlar için: to lose one's sleep. uykusu kaçmak to be on the run. kaçmakta olmak to grade [greyd]. kademelemek to graduate [grecuweyt]. kademelendirmek kademeli olmak to be graded [greydid]. kader birliği yapmak to make common cause with. kaderde olmak to be fated (to happen) [feytid]. Kaderde varmış. It was fated to be. Kader böyleymiş. That is the way it was fated to be. to have the power to. kadir olmak to be grateful [greytful]. kadirşinas olmak kadro dışı olmak to be dropped from (the side). kadrolaşmak to be staffed [sta:ft]. Bunlar çok iyi kadrolaşmış. They are very well staffed. to staff. kadrolaştırmak to be brainy [breyni]. kafalı olmak 1 birleşikler ve deyimler] to be narrow-minded [mayindid]. dar kafalı olmak Bu insanlar yapıları itibariyle dar kafalıdır. These people are by nature narrow-minded. dik kafalı olmak to be obstinate [obstimt]. eski kafalı olmak to be old-fashioned [fe:sind]. kalın kafalı olmak to be thick-headed. kafasız olmak to be stupid [styupid]. Ne kafa! How could I be so stupid? to deceive [disi:v]. kafeslemek to be adequate [e:dikwit]. kâfi gelmek Kış için stoklar kâfi gelmez. The stocks won't be adequate for winter. to cover with paper [kavi]. kâğıtlaınak kağşamak, to crack [kre:k]. çatlamak anlamında: dağılmaya yüz tutmak: to be about to collapse [kile:ps]. gevşemek anlamında: to get loose [lu:s]. keyfi kaçmak kocaya kaçmak kolayına kaçmak kulağına kar suyu kaçmak kulağına su kaçmak masraftan kaçmak masraftan kaçmamak mesuliyetten kaçmak okuldan kaçmak pabucuna taş kaçmak pabuçsuz kaçmak rahatı kaçmak rengi kaçmak soğuk kaçmak sorumluluktan kaçmak
427
kahretmek kahretmek, çok üzmek anlamında: ezmek anlamında: perişan etmek anlamında: beddua etmek: kahrolmak
kahvaltı etmek/yapmak
to grieve deeply [gri:v]. to crush [krasj. to overwhelm [ouviwelm]. to damn [de:m]. Allah kahretsin! Damn it [de:mit]. to be grieved [gri:vd]. Kahrolası adam! Damn him! Kahrolsun faşistler! (Down with the fascists [fe:§ists]/) to have breakfast [brekfist]. Kahvesiz kahvaltı etmezler. They don't have breakfast without coffee. to make coffee.
kahve yapmak kâhyalık etmek, kâhyalık işi yapmak: to work as an attendant [itendint]. her şeye karışmak anlamında: to stick one's nose in other people's business. kâhyası olmak (birinin) to meddle into smb's affairs [ife:z]. Keyfimin kâhyası mısın? Don't meddle into my affairs. Onun kâhyası mısın? (What's it to you?) Onun kâhyası yok. He can do what he likes. to agree to [lgri:]. kail olmak kaim olmak, var olmak anlamında: to exist, yerine geçmek anlamında: to act for. kaka olmak to be bad. Şaka derken, kaka olur. (A joke will end up as a serious matter.) to defecate [defikeyt]. kaka yapmak to prod. kakalamak to be prodded. kakalanmak to be shoved [§avd]. kakılmak *itilip kakılmak to be shoved around. Bu çocukların itilip kakılmalarına izin vermem. / won't have these children shoved around. *kakılıp kalmak to be rooted to a place. Olduğumuz yerde kakılıp kaldık. We were rooted to the spot. to keep remind smb of a favour [feyvi]. kakınç etmek (başına) to crackle [krekil]. kakırdamak kakırdatmak to make smth rattle [re:til]. kakışmak to push one another about. *itişip kakışmak to push and shove one another [§av]. kakıştırmak to keep pushing. kakımak to rail at [reyl]. kakmak dürtmek anlamında: to prod, itmek anlamında: to push. çivi vs. için: to drive in [drayv], sedef ve gümüş kakma için: to inlay. | birleşikler ve deyimler | to remind smb of past favours [feyviz]. başına kakmak Bu iyiliği başlarına kakmayı bırak. Stop reminding them of that favour. to taunt smb with [to:nt]. Bu hatayı başıma daha ne kadar kakacaksın? How long will you taunt me with that mistake? to scuffle [skafil]. itip kakmak kazık kakmak to drive in a stake [steyk]. temel kakmak to settle down for good.
428
kalabalık etmek kalabalık etmek
Bu masa burada kalabalık ediyor. *ağız kalabalığı etmek/yapmak *kuru kalabalık etmek kalabalık olmak İstanbul Kahire'den daha az kalabalık değil. kalabalıklaşmak Şehir gittikçe kalabalıklaşıyor. kalafat etmek, gemi
için:
sathi
onanın
için:
to be in the way. This table is in the way here. to wander off the subject [sabcikt]. to hang around doing nothing, to be crowded. Istanbul is no less crowded than Cairo. to get crowded. The city is becoming overcrowded. to caulk [ko:lk].
to repair superficially [surpifigili]. to caulk. to repair [ripe:]. kalafatlanmak to be caulked. to be repaired. kalakalmak, to be left open-mouthed [mautht]. şaşırmak anlamında: to be left in the lurch [lo:cJ. güç durumda kalmak: to tin. kalaylamak kalaylanmak to be tinned [tind]. kalaylatmak to have smth tinned, kalaylı olmak to be tinned. kalbi olmak to suffer from heart trouble [trabil]. to be good-hearted [ha:tid]. *iyi kalpli olmak to be evil-hearted. *kötü kalpli olmak to have a heart of stone. *taş kalpli olmak to be merciless [m6:silis]. kalbi olmamak kalburlamak to sift. kalburlanmak to be sifted. kaldırılmak to be taken away. Oradan başka yere kaldırıldı. It has been taken away from there. Yaralı yolcular hastaneye kaldırıldı. The injured passengers were taken to hospital. to be lifted. yukarı doğru: to be abrogated [e:bngeytid]. yasalar için: O yasak çoktan kaldırıldı. (That ban was lifted long ago.) to be removed [rimurvdf. ortadan kalkmak anlamında: kaldırmak, to take away. bir yerden almak: yukarı doğru almak: to lift/pick up. Hangi taşı kaldırsan, altından o çıkar, (He turns up everywhere.) feshetmek anlamında: to abolish. kriko ile...: to jack up [ce:kap]. Arabanızın yalnız ön tarafını kriko ile kaldırınız. Jack up only the front end of your car. to remove [rimu:v]. uzaklaştırmak anlamında: Ağır yongayı yel kaldıramaz. You can't easily remove someone who has influential backing [influwen§il]. to bear [be:]. taşımak anlamında: Makinenin ağırlığını kaldırır mı? Will it bear the weight of the machine? Biz bu lüksü kaldıramayız. We can't afford this luxury [lakgiri]. to bear. katlanmak anlamında: Allah ne verir de kul kaldırmaz. Man shall bear what is fated for him. to wake up. uyandırmak anlamında: to raise [reyz]. Yükseltmek anlamında: kalafatlamak
kaldırmak (ablukayı)
429
|birleşikler ve deyimleri ablukayı kaldırmak ambargoyu kaldırmak Ambargoyu yakında kaldıracaklar. ayağa kaldırmak babalarını ayağa kaldırmak baş kaldırmak Kedinin bulunmadığı yerde, fare baş kaldırır. başını kaldıramamak cenazeyi kaldırmak dağa kaldırmak damağım kaldırmak dansa kaldırmak derse kaldırmak el kaldırmak Oylama el kaldırarak yapılacaktır. enkaz kaldırmak hastaneye kaldırmak kadeh kaldırmak Takımın başarısına kadeh kaldıralım. kaldıraçla kaldırmak Tek çare onu kaldıraçla kaldırmaktır. kazan kaldırmak kenara kaldırmak kir kaldırmak laf kaldırmamak mahalleyi ayağa kaldırmak maskesini kaldırmak masraf kaldırmak midesi kaldırmamak, bir şeyi yiyememek anlamında: bir şeyden tiksinmek: omuz kaldırmak ortadan kaldırmak saklamak anlamında: alıp götürmek anlamında: Lütfen şunu ortadan kaldırır mısın? yok etmek anlamında: Bu fikirleri bir günde ortadan kaldıramazsın.
to raise the blockade [blokeyd], to lift the embargo [emba:gou]. They will lift the embargo soon. to incite [insayt], to infuriate [infu:riyeyt], to rise in rebellion [rayz]. When the cat is away the mice will play. to be engrossed in a job [ingroust], to bury someone [beri], to kidnap. to press the palate up [pedit], to invite to dance. to hear a pupil for his oral. to raise one's hand [reyz], (The vote will be taken by a show of hands.) to clear away the debris [debri:]. to carry smb to hospital. to raise one's glass. (Let's drink to the success of the team.) to lever smth up. The only way is to lever it up. to mutiny. to put aside [isayd]. not to show dirt [do:t]. to be quick to retort [rito:t]. to put the neighbourhood in an uproar. to expose smb [ikspouz]. to bear expenses. to be unable to eat something. to be unable to stand smth [aneybil], to pretend not to know.
to hide [hayd]. to remove [rimu:v]. Could you please remove this thing from here? to stamp out. You can't stamp out these ideas in one day. to eliminate [ilimineyt]. Bu, bazı ayrımları ortadan kaldıracaktır. This will eliminate some of the discrimination. to remove [rimu:v]. Bu, endişelerimizi ortadan kaldırmaz. It won't remove our anxieties [erngzayitiz]. to arouse alarm [rrauz]. ortalığı ayağa kaldırmak to raise one's finger, parmak kaldırmak to lift a finger. parmağını kaldırmak Yardım için kimse parmağını kaldırmadı. No one lifted a finger to help. pirinci su kaldırmamak to be very touchy [taci]. Bu adamın pirinci su kaldırmaz. (This man can't take a joke [coukj.J rafa kaldırmak to shelve. Projeyi yine rafa kaldırdılar. They have shelved the project again. sofrayı kaldırmak to clear the table. söz kaldırmak not to take offence (at a joke) [ifens], söz kaldırmamak to be easily offended.
kaldırtmak
430
to absorb water [ibso:b]. su kaldırmak to be unable to absorb much water. su kaldırmamak to be able to take a joke [couk]. şaka kaldırmamak Şaka kaldırmayan, şaka etmemeli. If you can't take a joke you shouldn't make one. Dikkat et, bu adam şaka kaldırmaz. Be careful, this man can't take a joke. to call a student to the blackboard. tahtaya kaldırmak to take out of circulation [sô:kyuleyçin]. tedavülden kaldırmak to raise the dust. toz kaldırmak to put back. yerine kaldırmak to raise [reyz]. yukarı kaldırmak to be unable to bear [be:]. yüreği kaldıramamak to give smb a fright [frayt]. yüreğini kaldırmak kaldırtmak to have smth removed [rirmr.vd]. kalgımak, to leap about [li:p]. sıçramak anlamında: to rear. at için: not to be the person one seems to be. kalıbının adamı olmamak to be permanent, kalıcı olmak to be thick. kalın olmak to be influential [influwinjil]. *ensesi kalın olmak kalınlaşmak, to thicken, kalınlık için: to deepen, ses için: to thicken, kalınlaştırmak to stay. kalınmak Orada gece kalınır mı? (Can one spend the night there?) Özür dilemek için biraz geç kalındı. It's a little late to apologize. to press into a mold [mould]. kalıplamak to become stereotyped [steriyitaypt]. kalıplaşmak to have smth blocked. kalıplatmak kalır yeri olmamak to be as good as. to be of quality [kwoliti]. kaliteli olmak to be of high quality. *yüksek kaliteli olmak *düşük kaliteli olmak to be of low quality. kalitesiz olmak to be of poor quality. kalkerleşmek to calcify [kelsifay]. kalkık olmak to be raised [reyzd]. kalkındırmak to develop. kalkınmak to develop. kalkışmak to attempt. Kaçmaya kalkıştılar. They have attempted to escape. Düşman şehri işgale kalkışırsa, karşı koyacağız. If the enemy attempts to occupy the city we shall resist. to try. Bana şantaj yapmaya kalkıştı. He tried to blackmail me. to bite off more than one can chew [çu:]. *boyundan büyük işlere kalkışmak kalkmak, to get up. oturma durumundan: Neden kalktınız? Why did you get up? to get up. yatar durumundan: Bu sabah geç kalktım. / got up late this morning. Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma. (It's the early bird that catches the worm.) to be up. yataktan çıkmak: Herkes kalktı mı? Is everyone up? Biz genellikle saat yedide kalkarız. We are generally up at seven.
kalkmak (altından)
431
to rise [rayz]. Annem namaz kılmak için şafakta kalkar. My mother rises at dawn to pray. Okulda sabahleyin altıda kalkardık. At school we used to rise at six in the morning. to be buried [berid]. cenaze için: Cenaze ne zaman kalkacak? (What time will the burial be [beriyil]?) Çengi ölüsü, çalgı ile kalkar. (Everyone must be treated as they deserve.) to peel off. deri ve kabuk için: to erect. dikleşmek anlamında: dolaşacak duruma gelmek: to be on one's feet. On güne kalmaz kalkar. He'll be on his feet within ten days. to come loose [lu:s]. gevşemek anlamında: to fall in disuse [disyus]. gelenek vs için: Bu adet bölgemizde çoktan kalktı, This custom fell in disuse in our area long ago. girişmek/yeltenmek anlamında: to attempt. Bizi kandırmaya kalkıştı, He attempted to fool us. to be reaped [ri:pt]. hasat vs için toplanmak: Hasat kalkmadan olmaz, Not before the harvest is reaped. havalanmak anlamında: to take off. Bu uçak iki saatten önce kalkamaz. This plane won't be able to take off before two hours. to lift. sis için: to be abolished. son bulmak anlamında: taşıtlar için: to leave [li:v]. Uçak saat 8'de kalkacakmış. The plane is to leave at 8. to depart [dipa:t]. Tren tam saat 6'da kalkar. The train departs at 6 o'clock sharp. Geminin iki saat önce kalkması gerekirdi. (The ship should have sailed two hours ago.) to move [mu:v]. taşınmak anlamında: Şube buradan kalkmış. The branch has moved from here. to be abolished [iboligt]. yasa için geçerliliğini yitirmek: Bu madde kalktı. This article has been abolished. to be abrogated [e:bngeytid]. yürürlükte olmamak anlamında: to fall in disuse [disyus]. uygulanmaz olmak: | birleşikler ve deyimler | Acele ile kalkan, nedametle oturur. Haste will bring repentance [ripentms]. Düşe kalka ilerliyoruz. We are struggling along with difficulty. Düşmez kalkmaz bir Allah! Only God is free from the vicissitudes of fate. Biz kalkıyoruz. We're leaving now. to get out of. altından kalkmak Bu borcun altından nasıl kalkacağız? How shall we get out from under this debt? to be equal to the task. Takımımız bu işin altından kalkabilecek mi? Will our team be equal to the task? Bu işin altından kalkacağınızı sanmıyorlar. They don't think we're equal to the task. amuda kalkmak to do a handstand. ayağa kalkmak to stand up. Seyrek git dostuna, kalksın ayak üstüne. (If you want to be welcome be a rare visitor.) Milli Marş çalarken, herkes ayağa kalkar. Everybody stands up when the National Anthem is played. to get up. Konuşmak için ayağa kalktı. He got up to speak. hastalıktan sonra: to be up and about. Sayenizde hastamız ayağa kalktı. Thanks to you, our patient is up and about. beraber düşüp kalkmak to live together.
kalleş olmak
432
cinleri ayağa kalkmak düşüp kalkmak (birisiyle) hop oturup, hop kalkmak hücuma kalkmak merakı kalkmak ortadan kalkmak Bazı bulaşıcı hastalıklar Avrupa'da tamamen ortadan kalktı. Bu adet, artık ortadan kalkıyor. oturup kalkmak (biriyle) sabahın köründe kalkmak sağ tarafından kalkmak sahura kalkmak sol tarafından kalkmak sustaya kalkmak şaha kalkmak tedavülden kalkmak ters tarafından kalkmak Bugün ters tarafından kalkmıştır. tınsa kalkmak uykudan kalkmak vaktinde yatıp kalkmak yataktan kalkmak yatıp kalkmak (bir yerde) Bu çocuklar nerede yatıp kalkıyor? İtle yatan, bitle kalkar. Körle yatan, şaşı kalkar.
to get nervous [novis], to consort with [konso:t], to be hopping mad. to spring to the attack [ite:k]. to become filled with curiosity. to disappear. Some infectious diseases have completely disappeared from Europe [infek§is], (This practice is dying out.) to follow smb's advice. to rise at dawn [do:n]. (for things) to be going well for one. to get up at dawn to eat for the day's fasting. to get out of bed on the wrong side. to stand up on its hind legs [haynd], to rear. to be taken out of circulation [sb:kyuley§in]. to be in a bad mood. He must have got up on the wrong side of the bed. to break into a trot. to wake up. to keep good hours. to get up. to spend one's night. Where do these children spend the night? (He who keeps company with scoundrels will become one of them.) (Associate with scoundrels and you'll become one of them.) (They should be grateful to him.) to keep one's seat. Please keep your seats. (Unity is strength [ymnhi]). to find the work too much for one.
Yatıp kalkıp, ona dua etsinler. yerinden kalkmamak Lütfen yerlerinizden kalkmayınız. Başbaşa vermeyince, taş yerinden kalkmaz. yük altından kalkamamak yükün altından kalkmak, ağır görev için: to succeed in carrying out a hard task, yapılan iyilik için: to repay a kindness [kayndnis], yüreği kalkmak, heyecanlanmak anlamında: to get very excited [iksaytid], midesi bulanmak anlamında: to feel sick. kalleş olmak to be deceitful [disirtful]. kalleşlik etmek to stab smb in the back. kalmak, (ayrıca bak kalmamak) to be left (over). artmak anlamında: Yalnız bir avuç kaldı. There's only a handful left. Bize yiyecek bir şey kalmadı. Nothing was left for us to eat. Aynısı kalmadı. There isn't any left of the same. Tercihimiz kaldığını sanmıyorum. I don't think we have any option left. to remain [rimeyn]. Kala kala şunlar kaldı. These only remain. Hem midem dolsun, hem aşım kalsın. (To have one's cake and eat it too.) bir yerde bulunmak anlamında: to remain. Biz orada yalnız bir hafta kalacağız. We'll remain there for only a week.
kalmak
433
Gidiyor musun, kalıyor musun? Kalmamız gerekiyorsa, kalırız. Siz burada daha uzun kalıyor musunuz? bir kişinin yanında bulunmak: Bir arkadaşının evinde kalacağız. Bu gece bizde kalabilirsin. Bu gece babamın yanında ben kalacağım. bir şeyin tamamlanması sırasında geri kalan iş için:
to stay. Are you staying or leaving? If we have to stay we shall. (Are you here for much longer?) to stay. We shall stay at a friend's house. You can stay with us tonight. I shall remain by my father's side tonight.
to remain [rimeyn]. Yalnız müdürün imzası kaldı. There remains only the manager's signature. bir yerde/birisine bırakılmak: to be left/to leave. Biletler evde kaldı. We left the tickets at home. Orası kalsın. Let's leave it there. to keep. Sizde kalsın. You may keep it. Üst tarafı kalsın. Keep the change [ceync]. Bende kalabilir mi? May I keep it? Sen kazan da düşmana kalsın. (Make money and don't worry who will get it.) Sel gider, kum kalır. (Some things are here today but gone tomorrow, some last forever [firevi].) Dünya malı dünyada kalır. (You can't take it with you.) ertelenmek anlamında: to be postponed. Toplantı pazartesiye kaldı. The meeting has been postponed until Monday. çıkarma işleminde: to leave [li:v]. Sekizden altı çıkarsa, iki kalır, Eight minus six leaves two [mayms]. nitelik karşılaştırmalarda: Onlardan kalır yeri yok. He is no better than them. Kıyasla, biz amatör kalırız, By comparison, we are just amateurs [e:mito:z]. konaklamak anlamında: to stay. İkinci sınıf bir otelde kaldık. We stayed at a second class hotel [houtel]. Paris'te nerede kalacaksınız? Where will you be staying in Paris? miktar ve sayı için: to be left. Katresi kalmadı. There isn't a drop left. Kala kala beş tane kaldı. (There only remains five.) Kaç sandık kaldı? How many crates are left [kreyts] ? Biraz kaldı. There is a little left. Aramadık yer kalmadı. We have looked everywhere. leke vs. için: to remain. oyalanmak anlamında: to be. Şimdiye kadar nerede kaldınız? Where have you been all this time? Nerede kaldın? Where on earth have you been? bir durumu/konumu sürdürmek: to remain. Basın özgürlüğü boş bir kelime olarak The freedom of the press will remain as an kalacak. empty word. Şu temiz siyaset kampanyası nerede kaldı? Where is now this clean politics campaign? Fabrika Uç ay kapalı kaldı. The plant has remained shut for three months. to be left, uzaklık için: to be left. yetki ve görev için: Bana kalırsa... If it were left to me... Bize yalnız imza atmak kaldı. There is nothing left to us but sign [sayn]. sınav için: to fail [feyl]. Maalesef matematikten kaldılar. Unfortunately they have failed in maths.
kalmak (aciz)
434
bir şeysiz kalmak anlamında: Yabancı bir ülkede parasız kaldık. Fala inanma ama falsız kalma. Biletsiz kalmayalım! bir yerde bulunmak anlamında: , Çivi çıkar ama yeri kalır. At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır. Yiğitlik sende kalsın. gerekmek anlamında: Artık iş bir bilgisayara kaldı. Bir o kaldı. Her şey bitti, işimiz bir leğen örtüsüne kaldı. Bir bu kaldı. zaman için: Bu işi bitirmek için bir ayımız kaldı. Kala kala, iki hafta kaldı. Altı aya kalmaz, hepsi iflas eder. Bir haftaya kalmaz, geri dönerler. |sürerlik fiili olarak] bakakalmak donakalmak şaşakalmak apışıp kalmak donup kalmak kakılıp kalmak [birleşikler ve deyimler | Hoşça kalın! Kalsın! Ne günlere kaldık! Nerede kalmıştık? Sona kalan, dona kalır. Diğerinden aşağı kalır yanı yok. Bana kalırsa,... Bana kalsa,... Kitabı kaybetmekle kalmayıp, üstelik bedelini ödemedi. aciz kalmak Bunun faydasını anlatmakta aciz kaldı. Bu sefer polis aciz kaldı. aç kalmak Dokuz sanat adamı aç kalır. Sabanın tutağına yapışan el aç kalmaz. Kimse bu ülkede aç kalmamalı. Aç doyuran, aç kalmaz. aç' susuz kalmak açıkta kalmak, işsiz kalmak anlamında: bir iyilikten yararlanmamak: afişte kalmak ağzı açık kalmak ağzı bir kanş açık kalmak
to be left without. We were left without money in a foreign country. Don't believe in fortune telling but get your fortune told all the same. (Any more fares?) to remain. You can pull a nail out but its hole remains. Horses and heroes are mortal but fame lasts. Do it and it will be to your credit. to need/to be needed. All that is needed now is a computer. That is all we need at this stage. All that is needed is a cover for a basin. (That's the last straw.) to be left. There's one month left to finish the job. There are only two weeks left. (They'll all go bankrupt in less than six months.) (They'll be back within a week.) to stand in astonishment [istoni§mint], to be left petrified [petrifayd]. to be left bewildered. to be completely bewildered [biwildird]. to stop short. to be rooted to a spot. Good-bye! Leave it! Times have really changed. Where did we get to? First come first served. It's as good as the other one. If you ask me,... If it were left to me,... He not only lost the book but hasn't paid for it. to be unable to do smth. He was unable to explain its benefit. to be powerless. The police was powerless this time. to go hungry [hangri]. A man of many trades will go hungry. The tiller of the land will not go hungry. No one need starve in this land. He who feeds the hungry will not be hungry. to be destitute [destityud]. to be without a job. to be out in the cold. to have (a long) run. to be left open-mouthed [mautht]. to gape with astonishment [geyp].
kalmak (aklında)
435
aklında kalmak Aklımda kaldığı kadarıyle. akim kalmak altında kalmak otomobil altında kalmak: minnet altında kalmak: Boynu altında kalsın! altta kalmak apışıp kalmak arada kalmak İki arada kaldık. aralıkta kalmak arda kalmak arka planda kalmak arkada kalmak arkaya kalmak Sona kalan, dona kalır. ana kalmak askıda kalmak atalardan kalmak Bu gelenek bize atalarımızdan kaldı. âtıl kalmak ayak altında kalmak ayakta kalmak hayat şartları için: Bu zamanlarda fakirlerin ayakta kalabilmeleri çok güç. aşağı kalmak (birinden) Onlardan daha aşağı kaldığımı sanmıyorum. Tüm önceki eserlerinden aşağı kalıyor. Diğerinden aşağı kalır yanı yok. ayaza kalmak ayazda kalmak az kalmak Az kalsın boğuluyorduk. Az kaldı ölecektik. azınlıkta kalmak babadan kalmak bağlı kalmak Verdikleri söze muhakkak bağlı kalacaklardır. Arkadaşlarıma daima bağlı kalmışımdır. baki kalmak, kalıcı anlamında: bir şeyden artmak anlamında: başbaşa kalmak başıboş kalmak Öğretmen gelmeyince, çocuklar başıboş kalmış. berabere kalmak beş parasız kalmak Bu Londra seyahatinden sonra beş parasız kaldık.
to stick in one's mind [mayind]. As far as I can remember. to come to nothing, to be unable to reply, to be run over. to be under an obligation to [obligeyfm]. May he die! to get the worse of. to be completely perplexed [piplekst]. to be mixed up in [mikst]. (We were caught in the middle.) to be caught in a dispute [dispyu:t], to survive [sivayv]. to remain in the background. to fall behind. to lag behind. It's the early bird that catches the worm. to be left over. to remain in suspense [sispms]. to be handed down by one's forefathers. This tradition has been handed down to us by our forefathers. to be inactive. to be trodden underfoot. to be left standing. to keep body and soul together. It's hard for the poor to keep body and soul together these days. to be inferior to. / don't think I'm inferior to them. It's inferior to all his previous works. It's just as good as the other one. to be too late for. to be exposed to frost [ikspouzd]. to come within an ace of [eys]. We came within an ace of drowning. (We very nearly died [dayd].) to be in the minority [maynoriti]. to be inherited. to stand by. They'll certainly stand by their pledge. to stick by. I've always stuck by my friends. to survive [sivayv]. to remain (over), to stay alone with, to be left free. When the teacher didn't come, the children were left free. to draw [dro:]. to be flat broke [brouk]. After the trip to London we are flat broke.
kalmak (birisine)
436
birisine kalmak Orası ona kalmış bir şey. Bana kalırsa... Karar vermek, size kalmış bir şey. Bana kalsa, "Gitmeyelim." derim. biz bize kalmak (birisiyle) boğazda kalmak boğazında kalmak boşta kalmak boynunda kalmak bütünlemeye kalmak bir canı kalmak cascavlak kalmak cevapsız kalmak Mektuplarımın hepsi cevapsız kaldı. cezasız kalmak cezaya kalmak çağın gerisinde kalmak çakılıp kalmak (bir yerde) çaresiz kalmak Çaresiz kaldım. çekimser kalmak dal gibi kalmak darda kalmak Hiç böyle darda kalmamıştık. denetimsiz kalmak bir deri bir kemik kalmak devede kulak kalmak Bütün bunlar devede kulak kalır. Dıral Dede'nin düdüğü gibi kalmak dışarıda kalmak Kapı kapanınca, dışarıda kaldık. dışında kalmak Bu, belirtilen tipin dışında kalıyor. Kitabın, bu kategorinin dışında kalır. dikiş kalmak İflas etmemize bir dikiş kaldı. diri kalmak, canlı anlamında: solmamış anlamında: zinde anlamında: donakalmak Herkes korkudan donakalmıştı. donup kalmak dört duvar arasında kalmak dul kalmak durakalmak düdük gibi kalmak eksik kalmak eli böğründe kalmak eli ağzında kalmak elinde kalmak çıkmak anlamında:
to be up to someone. It's up to him. (If you ask me...) It is up to you to decide [disayd]. If you ask me I'd say, "Let's not go." to have a tête-à-tête with [teytiteyt]. to stick in the throat [throut], to stick in one's throat. to be without work. to be the responsibility of. to have a make-up exam [igze:m]. to be worn out. to be left destitude of [destityu:t]. to remain unanswered. (All my letters were left unanswered.) to go unpunished [anpanist]. to be kept in. to be behind the times [taymz]. to be stuck in a place. to be helpless. (I'm at my wit's end.) to abstain [lbsteyn]. to get thin and slender. to be hard up. We have never been so hard up before. to be left without any supervision. to be reduced to a skeleton [skelitm]. not to amount to much. All this doesn't amount to much. to be at a loss. to be locked out [loktaut]. The door closed and we were locked out. to fall out of. This falls outside the specified type. Your book falls out of this category. to be within an ace of [eys]. We were within an ace of going bankrupt. to remain alive [llayv]. to keep fresh. to remain vigorous [vigms]. to be petrified with [petrifayd]. Everyone was petrified with fear [fi:]. to stop short. to be shut in. to become a widow. to be bewildered. to be left in the lurch. not to be enough [inafj. to be unable to do anything. to be astonished [istonist]. to come off.
kalmak (engele)
437
satılmayan mal için: to lie on one's hands [lay]. Bu defolu mallar elimizde kaldı. These defective goods are lying on our hands. engele kalmak to have to sit for a make-up exam [igze:m]. etki altında kalmak to be influenced [influwmst]. etkisiz kalmak to be ineffective. ettiği ile kalmak to be left with nothing but the shame, ettiği yanma kâr kalmak to get away with. evde kalmak. çıkmamak anlamında: to stay in. evlenmemek anlamında: to remain single. finale kalmak to go on to the finals [faynilz]. gebe kalmak to become pregnant. gece yatısına kalmak to stay the night [nayt]. geç kalmak to be late [leyt]. Özür dilerim, geç kaldım. Sorry, I'm late. Geç kalmam. I shan't be late. Maalesef, karar almakta geç kaldınız. Unfortunately you were late in taking a decision [disijin]. geri kalmak, arkada kalmak anlamında: to remain behind, gecikmek anlamında: to get behind in. Bu dönem, derslerinde geri kaldılar. They've got behind their studies this term. Bence, bu işte geri kalıyorsunuz. In my opinion, you're getting behind in this. to lag behind. Onlara nazaran bu işte çok geri kaldık. We are lagging behind in this with regard to them. to drop behind. İhracatımızda neden geri kaldık. Why have we dropped behind in our exports? to be inferior to. istenilen düzeye gelmemek: Ürünlerimiz sizinkilerinden geri kalmaz. Our products are no inferior to yours. to be behind. geride kalmak Bunlar çok geride kaldılar. They are far behind. to fall behind. Program çok gerilerde kaldı. The schedule has fallen far behind [sedyu:l]. O günler artık geride kaldı. (Those days are over.) gıdasız kalmak to be undernourished [andmarigt]. gizli kalmak to remain secret. gökle yer arasında asılı kalmak to be completely bewildered. gölgede kalmak to keep in the background. gönlü kalmak to hanker after [he:nki]. gücenmek anlamında: to feel resentment [rizentmint]. gözden uzak kalmak to remain in obscurity [obskyu:riti]. gözleri yollarda kalmak to be waiting for a long time. gözü kalmak (bir şeyde) to covet [kavit]. Horoz ölmüş, gözü çöplükte kalmış. To look back greedily to past wealth. gözü arkada kalmak to be uneasy about an unfinished job. guguk gibi kalmak to live alone [lloun]. güdük kalmak, büyüyememek anlamında: to grow stunted [stantid]. bitmemiş durumda olmak: to be unfinished. sonuç vermemek anlamında: to be without result [rizalt]. güvendiği dallar elinde kalmak to be let down. hamile kalmak to get pregnant [pregnmt]. hasret kalmak (bir şeye) to yearn for [yo:n]. Yıllardır sevgiye hasret kalmış. She has been yearning for some love for years.
kalmak (hatırı)
438
hatırı kalmak Hatırınız kalmasın. hatırında kalmak hatırda kalmak havada kalmak hayatta kalmak hayran kalmak hayretler içinde kalmak hayrette kalmak hevesi kursağında kalmak ıssız kalmak ikmale kalmak iktidarda kalmak Bu hükümetin iktidarda kalması için hiç bir sebep görmüyorum. iki arada kalmak iki ateş arasında kalmak iki eli böğründe kalmak ikinci planda kalmak insafına kalmak (birinin) Bu artık onun insafına kalmış bir şey. plik kalmak ş Allah'a kalmak İşimiz Allah'a kaldı. sinden kalmak İşinizden kalmanızı istemem. şsiz kalmak şten güçten kalmak izinsiz kalmak Oğlunuz bugün izinsiz kaldı. kağıt üzerinde kalmak kakılıp kalmak Olduğumuz yerde kakılıp kaldık. kan ter içinde kalmak kan revan içinde kalmak kanlar içinde kalmak kapanın elinde kalmak kapısız kalmak kâr kalmak Ettikleri yanlarına kâr kaldı. karanlığa kalmak karşı karşıya kalmak karşısında kalmak O gün ağır eleştiriler karşısında kaldık. katır kuyruğu gibi kalmak kayıtsız kalmak Bu haksız saldırılara kayıtsız kalamayız. kenarda kalmak kıl payı kalmak Ölmemize kıl payı kalmıştı. Treni kaçırmamıza kıl payı kaldı.
to be offended. Do not feel offended. to remember. to be remembered. to be left unproved [anpru:vd]. to keep alive [ilayv]. to be filled with admiration [e:dmirey§m]. to be amazed [rmeyzd]. to be amazed. to be unable to satisfy one's desire. to get desolate [desileyt]. to be conditioned [kındişınd]. to remain in power [rimeyn]. I see no reason why this government should remain in power. to be at a loss as to who to believe. to be caught between two fires [ko:t], to feel helpless. to play second fidle [sekind]. to be at the mercy of [mo:si]. (It all depends on his sense of fairness.) to become skin and bones. to be beyond help. We are beyond help. to be kept from one's work. / hate you being kept from your work. to be out of work. to be kept from doing one's work. to be kept in. Your son has been kept in today. to exist on paper only [igzist]. to be rooted to a spot. We were rooted to the spot [ru:tid]. to be all in a sweat [swet]. to be covered with blood. to be soaked with blood [soukd]. to be in great demand. to lose one's job [lu:z]. to remain as profit. They got away with it. to be caught by darkness [ko:t]. to come face to face [feys]. to undergo. That day we underwent severe criticism. to make no progress. to be indifferent [indifmnt]. We can't remain indifferent to these unfair attacks. to be forgotten about [figatm]. to be within a hair's breath of. We were within a hair's breath of dying. to be within an ace of [eys]. We were within an ace of missing the train.
kalmak (kilitli)
439
kilitli kalmak Asansörde bir saat kilitli kaldık. kuvvede kalmak kuru başına kalmak kuruda kalmak lâf ağzında kalmak lâfı ağzında kalmak sözünü bitirememek anlamında: şaşırmak anlamında: lafta kalmak lakayt kalmak lâkırdısı ağzında kalmak mahrum kalmak mahsur kalmak Misafirler asansörde mahsur kaldılar.
to be locked in. (We got stuck in the lift for an hour.) to remain as a project [rimeyn]. to be on one's own. to be grounded at low tide [tayd]. to be interrupted [intiraptid]. to be unable to finish one's words, to be struck dumb [dam], to come to nothing, to be indifferent. to be unable to finish one's words, to be deprived of [diprayvd]. to be stuck in [stak]. The guests are stuck in the lift. to be cut off. Many villages were cut off by the flood [flad]. to be subjected to [sabciktid]. The government was subjected to severe criticism on its education policy [sivi:]. to be compelled [kimpeld]. The police was compelled to open fire. They agree because they are compelled to. to be forced to [fo:st]. to be obliged to [lblaycd]. He was obliged to resign [rizayn]. to be satisfied [se:tisfayd], to worry [wari]. to work overtime. to be penniless. We'll all be penniless very soon.
Selde birçok köy mahsur kaldı. maruz kalmak Eğitim politikası hakkında hükümet ağır eleştirilere maruz kaldı. mecbur kalmak Polis ateş açmaya mecbur kaldı. Onlar mecbur kaldıklarından dolayı anlaşıyorlar. mecburiyet altında kalmak mecburiyetinde kalmak İstifa etmek mecburiyetinde kaldı. memnun kalmak merakta kalmak mesaiye kalmak meteliksiz kalmak Yakında hepimiz meteliksiz kalacağız. meydanda kalmak, to be left jobless, iş söz konusu ise: to be left homeless. ev söz konusu ise: to be under obligation to smb [obligeysui], minnet altında kalmak Kimseye karşı minnet altında kalmam. / won't put myself under obligation to anyone. miras kalmak to inherit. Bunlar, bize miras olarak kaldı. We have inherited these. misafir kalmak to stay with. muallâkta kalmak to remain in suspense [sispens]. mutabık kalmak to come to an agreement [lgrkmint]. müstenkif kalmak to abstain [lbsteyn]. müşkül durumda kalmak to be in a predicament [pridikimint]. bir nefes canı kalmak to be quite worn out. nefes nefese kalmak to be out of breath [breth]. nefessiz kalmak to be out of breath. neticesiz kalmak to lead to nothing. nuh nebiden kalmak to be as old as the hills. ocağı kör kalmak to have no descendants [disendmts]. ortada kalmak to be left in the cold. Kendilerini ortada kalmış gibi hissettiler. They felt as if they were left out in the cold. öksüz kalmak to be orphaned [o:fmd]. (to obey blindly smb's orders.) öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak
kalmak (parmağı ağzında)
440
parmağı ağzında kalmak, şaşırmak anlamında: havran kalmak anlamında: ramak kalmak Ağaca çarpmamıza ramak kalmıştı. Ezilmesine ramak kaldı. Ölmemize ramak kalmıştı. sadık kalmak Biz, vaatlerimize sadık kalırız.
to be greatly astonished [istoni§t]. to be lost in admiration [e:dmirey§in], to be within an ace of [eys]. We were within an ace of hitting a tree. (He was very nearly run over.) (It almost cost us our life.) to be faithful. We are always faithful to our promises. to remain true [rimeyn]. İnsan arkadaşlarına sadık kalmalıdır. One must be true to one's friends. saf dışı kalmak to be out of the fight [fayt]. sağ kalmak to remain alive [llayv]. Ancak beraber olursak sağ kalabiliriz. Only by staying together can we remain alive. to survive [sivayv], Sağ kalan oldu mu? (Has there been any survivors?) sakin kalmak to remain calm [ka:m]. Her şeyden önce sakin kalın. Above all keep calm. to be unresolved [anrizolvd]. sallantıda kalmak to be left high and dry. sap gibi kalmak saplı kalmak, to get stuck [stak]. kalıp kalmak anlamında: Ayakkabı çamurda saplı kaldı. The shoes got stuck into the mud [mad], to be obsessed by [lbsest]. saplantı haline gelmek: to fall on hard times. sebepsiz kalmak Sebep olanlar, sebepsiz kalsın. (May those responsible suffer for it [safi].) to remain silent [saylint]. sessiz kalmak Bu haksızlık karşısında sessiz kalamazdık. We couldn't have remained silent in face of this injustice. seyirci kalmak to stand by. sıkıda kalmak to be in a tight spot [tayt]. sıkışıp kalmak to get stuck [stak]. sınıfta kalmak to fail a grade [greyd]. sipsivri kalmak to be left in the lurch [16:g]. sokakta kalmak, to be locked out [loktaut]. dışarıda kalmak anlamında: to be left homeless, erinden olmak anlamında: to be out of breath, soluk soluğa kalmak to be futile [fyu:tayl]. sonuçsuz kalmak to come to nothing. sözde kalmak to be faithful to one's promise [promis]. sözüne sadık kalmak to get thoroughly wet [tharili]. su içinde kalmak to be emaciated [imey§iyeytid], suratı kaşık kadar kalmak to go without water, susuz kalmak to drag on. sürüncemede kalmak şap gibi kalmak to be dumbfounded [damfaundid]. şaşa kalmak to be stupified [styu:pifayd]. şaşınp kalmak to be at a loss. tadı damağında kalmak, to hanker after [he:nki]. bir şeye can atmak: Tadı damağımda kaldı. / still hanker after it. to linger in one's palate [pe:lit]. tat için: Tadı damağımda kaldı. Its flavour still lingers in my palate. to remember with relish. ıınntamamak anlamında:
kalmak (takılıp)
441
takılıp kalmak
to get stuck [stak]. The convoy got stuck in the mud. to be tied up [tayd ap]. Bütün gün büroda takılıp kaldım. / was tied up at the office the whole day. tek başına kalmak to remain all alone [rimeyn]. tesir altında kalmak to be influenced [influwinst]. toz (toprak) içinde kalmak to be covered with dust [kavid]. tuttuğu dal elinde kalmak to be let down. uykusuz kalmak not to have any sleep. uyuya kalmak to fall asleep [isli:p]. uzak kalmak to keep away from. Onun yerinde olsam, onlardan uzak kalırdım. If I were him I'd keep away from them. İğinden uzak kalamıyor. He can't stay away from work. to be out of touch. Son gelişmelerden uzak kalmışız. We've been out of touch with the latest developments. üstünde kalmak, to be sold to. açık artırmada: to get the blame for [bleym]. suçlanmak anlamında: Sonunda kabahat üstümde kalacak. At the end, I shall get the blame for it. üstüne kalmak to be saddled with [sadild]. Korkarım bu iş üstüme kalacak. I'm afraid I'll be saddled with the job. üzerinde kalmak to remain on one [rimeyn]. yağmur altında kalmak to stand in the rain. Yağmur altında kalan var mı? Anyone standing in the rain? yalnız kalmak to be left alone. Ben bazan yalnız kalmak istiyorum. / sometimes wish to be left alone. Yalnız kalanı kurt yer. (Woe to the lonely person.) yanına kâr kalmak to go unpunished [anpanigt], yan yolda kalmak to be left stranded. Araba bozulunca yarı yolda kaldık. The car broke down and we were left stranded. yanda kalmak to be left half-finished, yarım kalmak to be left half-done, yatıya kalmak to stay for the night, yavaş kaimak to be slow to. Hükümet tehlikenin mahiyetini anlamakta The government was slow to understand the yavaş kaldı. nature of the danger [deynci]. yaya kalmak to be left in the lurch [16:5]. ortada kalmak anlamında: to be compelled to go on foot, yürüyerek gitmek anlamında: to stay for lunch/dinner. yemeğe kalmak Yemeğe kalmıyor musun? Aren't you staying for dinner? not to be shown any respect, yerde kalmak to be inadequate [ine:dikwit]. yetersiz kalmak to be deprived [diprayvd]. yoksun kalmak to be left stranded. yolda kalmak yoldan kalmak to be prevented from setting out on a journey. Yoldan kal, yoldaştan kalma. Better postpone a journey than make it without a companion [kimpeinym]. yollarda kalmak to be delayed on the road [dileyd]. yükün altında kalmak, to fail in carrying a hard task. ağır görev için: not to repay a kindness. yapılan bir iyilik için: Yükün altında eşek kalır. (One should always repay a kindness.) Kafile çamura takılıp kaldı.
kalmak/kalmamak
442
yürürlükte kalmak yüz üstü kalmak zaruretinde kalmak zimmette kalmak zor durumda kalmak zorunda kalmak Hisseleri satmak zorunda kaldım. Böyle bir karar almak zorunda kaldık. Bakan istifa etmek zorunda kalmıştı. kalmamak, artmak anlamında: Tepside bir şey kalmamış. bulunmamak anlamında: Kahvemiz kalmadı.
to remain in effect [ifekt]. to be left unfinished [anfini|t], to be obliged to [lblaycd]. to be owing, to be hard put. to be forced to. / was forced to sell the shares [§e:z]. to be obliged to. We felt obliged to take such a step. to be compelled to [kimpeld]. The minister was compelled to resign [rizayn]. to be left. There is nothing left in the tray [trey], to be out of. We are out of coffee. to run out of. We have run out both of water and food. to be left. There's nothing else to be done. Bad days don't last forever. You can be sure things won't just end here. These people have no sense of shame at all. Not even King Solomon could live forever. He opened the lid before I could say stop. We have been everywhere. We have left no stone unturned [antornd]. We have looked everywhere. We have appealed everywhere [ipi:ld]. Now everyone knows about it. No stone has been left unturned. No plate has been left unbroken fanbroukin].
Hem suyumuz hem yiyeceğimiz kalmadı, bir durumu veya konumu bildiren: Yapacak başka bir şey kalmadı. Kara gün kararıp kalmaz. Bu işin burada kalmayacağından emin olunuz. Bunlarda utanma diye bir şey kalmamış. Bu dünya Süleyman'a (A.S.) bile kalmamış. Dur dememe kalmadan kapağı açıverdi. ' Gitmedik yer kalmadı. Çalmadığımız kapı kalmadı. Aramadık yer kalmadı. Başvurmadık yer kalmadı. Bilmedik kimse kalmadı. Başvurulmadık yer kalmadı. Kırılmadık tabak kalmadı. | birleşikler ve deyimleri ahi kalmamak (for the curse) to take effect [ifekt]. The curse of the oppressed will sooner or Kimsenin ahi kimsede kalmaz. later take effect. The curse of the oppressed will eventually Mazlumun ahi yerde kalmaz. take effect. altında kalmamak to get even [i:vm]. altta kalmamak not to be outdone [autdan]. anlamı kalmamak to lose its meaning. Onun için hayatın anlamı kalmadı. Life has lost its meaning for him. aşağı kalmamak (-den) not to be inferior to [infi:yi]. aşağı kalır yanı olmamak to be as good as. Bunun, diğerinden aşağı kalır yanı yok. This one is just as good as the other one. avuçta bir şey kalmamak, to have nothing left. ayakta duracak hali kalmamak to drop with fatigue [fiti:g]. benzinde kan kalmamak to look very pale. beti benzi kalmamak to have no colour left. beti bereketi kalmamak to become scarce [ske:s]. cam kalmamak to have no life left. dağarcıkta bir şey kalmamak to have nothing left. elde kalmamak to be out of stock. Bu model elde kalmadı. This model is out of stock.
kalmamak (elle tutulacak yanı)
443
elle tutulacak yanı kalmamak faydası kalmamak Bize faydası kalmamıştı. geri kalmamak, bir şey yapmaktan: Gerekli bütün tedbirleri almaktan geri kalmayacağız. birisinden: Bu konuda hiç kimseden geri kalmaz. gücü kalmamak Ayakta duracak gücüm kalmadı. Devam edecek gücümüz kalmadı. habbesi kalmamak Habbesi kalmadı. hacet kalmamak Artık buna hacet kalmadı. hali kalmamak Ayağa kalkacak halim kalmadı. hayrı kalmamak Bunun, artık kimseye hayrı kalmadı. hükmü kalmamak Bu poliçenin hükmü kalmadı. iler tutar yeri kalmamak ilişiği kalmamak kafa kalmamak kendine güveni kalmamak kendine saygısı kalmamak kuşkusu kalmamak Onun suçlu olduğuna dair hiç kuşkum kalmadı. kuvveti kalmamak lâf altında kalmamak maddi değeri kalmamak Bunun hiçbir maddi değeri kalmadı. mahal kalmamak mecali kalmamak memnun kalmamak mevcudu kalmamak kitap için: Aradığınız kitabın mevcudu kalmadı, eşya için: nam ve nişanı kalmamak parası kalmamak sabrı kalmamak seli suyu kalmamak Bunun suyu seli kalmamış. sinir kalmamak Bugün kimsede sinir kalmadı. söz altında kalmamak tadı tuzu kalmamak tahammülü kalmamak Bu kargaşaya tahammülüm kalmadı. takati kalmamak tutar yeri kalmamak
to be completely worn out. to be of no use [yu:s]. It had no use to us. not to fail to [feyl]. We shall not fail to take all the necessary steps [nesisiri], to be as good as. (He is second to none in this topic.) to have no strength left. I've no strength left to stand on my feet. We haven't got the strength left to go on. there to be nothing left. There isn't a scrap left [skre:p]. to be no longer necessary [nesisiri]. There is no need for it any more. to have no strength left. / have no strength left to stand up. to be no longer of any use [yu:s]. This is no longer of any use to anyone. to lapse [le:ps]. This insurance policy has lapsed [in§u:nns]. to be in a pitiable state [pityibil]. to have no further connection [kmek§inj. to be too worn out to think. to lose one's self-confidence [konfidins]. to lose one's self-respect. to have no doubt. / have no doubt in mind that he is guilty. to have no strength left. to be quick to retort. to have no material value [mitiryil]. This has no longer any material value [ve:lyu:[. to be no longer necessary [nesisiri], to have no strength. to be displeased [displi:zd]. to be out of print. The book you're looking for is out of print. to be out of stock. to leave no trace [treys]. to be out of cash. to lose one's patience [peysrns]. to be too thick. This is too thick, the juice has boiled away. to have one's nerves on edge [edc]. Everyone's nerves are short today. to be quick to retort. to lose its charm [ca:m], to be unable to stand. / can't stand any more this confusion. to have no more strength left. to be completely worn out.
kamalamak
444
tutunacak dalı kalmamak Bizim tutunacak dalımız kalmadı. umudu kalmamak utanma duygusu kalmamak Bunlarda utanma duygusu diye bir şey kalmamış. üst baş kalmamak yapmadığı kalmamak Bize yapmadığı kalmadı. yerde kalmamak, Delikli taş yerde kalmaz. Hak yerde kalmaz. Kanları yerde kalmayacaktır. yüzü kalmamak kamalamak kamaşmak, diş için: gö: için: Dede koruk yer, torununun dişi kamaşır.
to have nothing left to rely on. There is nothing left we can rely on. to have no hope [houp]. to lose all sense of shame [seym]. These people have lost all sense of shame. to have no clothes left. to do everything possible to upset one. He has done everything possible to upset us. Talented people are never out of work. Truth will prevail [priveyl]. Blood will get blood. not to have the nerve to ask for smth. to stab with a dagger [de:gi]. to be set on edge [edc]. to be dazzled [de:zild]. (The sins of the grandfather are visited upon his grandsons.)
kamaştırmak to set one's teeth on edge, diş için: to dazzle. göz için: to assault each other with knives [iso:lt]. kamaya gelmek to become hunchbacked [hancbe:kt]. kamburlaşmak kamçılamak, to flog. , kamçı ile vurmak anlamında: to lash [le:sj. şiddetle çarpmak anlamında: to stimulate [stimyuleyt], özendirmek anlamında: to be flogged. kamçılanmak Böyle bir ihlâl için orada kamçılanırsın. You'll be flogged there for that infraction. to camouflage [kemiflac]. kamufle etmek to be nationalized [nesimlayzd]. kamulaştırılmak to nationalize [negimlayz]. kamulaştırmak to be involved in a vendetta. kan davası olmak (aralarında) to be involved in a blood feud [blad fyu:d]. kan olmak (aralarında) to be covered with blood. kan revan içinde olmak to be content with [kmtent]. kanaat etmek Tutumlu biri aza kanaat eder. A frugal person is content with little. Aza kanaat etmeyen, çoğu hiç bulmaz. He who is not content with little will not have much. to have an opinion [lpinyin], kanaati olmak Bu konuda bir kanaatim yok. / have no opinion on this. to be of the opinion. kanaatinde olmak Bütün bunların yanlış olduğu kanaatindeyim. I'm of the opinion that all this is wrong. to believe. Başarabileceği kanaatinde değilim. / don't believe he's going to succeed [sikshd]. to be contented [kmtentid], kanaatkar olmak to canalize [kine:layz]. kanalize etmek to bleed [bli:d]. kanamak Burnunuz kanıyor. Your nose is bleeding. to have a nosebleed. *burnu kanamak Bunu kimsenin burnu kanamadan yapacağız. (We're going to do it without hurting anyone.) to be filled with anguish [e:ngwisj. *kalbi kanamak
kanatlanmak
445
kanatlanmak uçmak anlamında: 1 inlenmek anlamında: kanatmak Bu işi kimsenin burnunu kanatmadan yap. kancalamak, kancayı takmak anlamında: kancayı atıp çekmek: bıktıracak kadar üzerine düşmek: kancıklık etmek kan çanağı olmak kanda olmak (iki eli) kandırılmak kandırmak, aldatmak anlamında: Sizi kandırmaya çalışıyor. Bu insanları kandırmak o kadar kolay ki! Aklı sıra beni kandıracak. ikna etmek anlamında: kandilleşmek kangal etmek/yapmak kangal olmak yılan için: kangallamak kangren olmak kangrenleşmek kanı bozuk olmak kanıklanmak kanıksamak, etkilenmez olmak anlamında: -den gına getirmek: usanmak anlamında: kanıksatmak kanında olmak
to fly away. ' to be fledged [flecd]. to make smth bleed. (Do it gently, without hurting anyone.) to hook [huk], to grapple [gre:pil]. to pester. to stab smb in the back, to become bloodshot [blad§ot]. to have very important work to do. to be fooled [fu:ld]. to fool. He's trying to fool you. to deceive [disi:v]. It's so easy to deceive these people! He's trying to deceive me, as he sees it. to persuade [pisweyd]. to exchange greetings on "Kandil". to coil [koyl]. to become a coil. to coil up. to coil smth up. to gangrene [ge:ngri:n]. to become gangrenous [ge:ngri:ms]. to be degenerate [dicemrit]. to be content with [kmtent].
to become inured to [inyu:d]. to be satiated [seyskytid]. to be fed up with, to cloy. to run in one's blood. Nobility runs in their blood. Asalet, kanlarında var. to be innate with [ineyt]. It's innate with him. Bu, onun kanında var. to twist smth loose [lu:s]. kanırmak to bend smth loose. kanırtmak to be of the opinion that [îpinym]. kanısında olmak We are of the opinion that it is just temporary Bunun geçici bir şey olduğu kanısındayız. [tempirrri]. to feel. Dolandırıldığım kanısındayım. I feel I've been cheated [çktid]. to prove [pru:v]. kanıtlamak Sen tam olarak neyi kanıtlamaya çalışıyorsun ? What are you trying exactly to prove [igze:ktli]? Bu, suçlu olduğunu kanıtlamaz. That doesn't prove that he is guilty. Zamanla değerini kanıtlayacaktır. In the course of time it'll prove its value. to be proved. kanıtlanmak Her insan suçlu olduğu kanıtlanmadıkça Everyone is presumed innocent until proved suçsuz sayılır. guilty [prizyu:md]. kanıtsamak to accept as evidence [evidms]. kani olmak to be convinced [ktnvinst].
kanlamak
446
kanlamak kanlanmak, kan bulaşmak anlamında: kan birikmek anlamında: kanı çoğalmak anlamında: *biti kanlanmak kanlı olmak, , kana bulaşmış anlamında: Bu, kanlı mı, yoksa kansız mı olacak? kanlanmış anlamında: et için: kanlı bıçaklı olmak kanmak, aldanmak anlamında: Onun sözlerine kandım. doymak anlamında: Acıkan doymam, susayan kanmam sanır. Bu adam servete kanmıyor. inanmak anlamında: Sakın kanma! yetinmek anlamında: kanser olmak kanserleşmek kansız olmak, • kan dökmeden yapılan: Kansız bir darbe oldu. kanı az olan: korkak anlamında: kansızlaşmak kanun hükümde olmak kanunlaşmak kanunsuz olmak kapaklanmak, kişiler için: tekne için: kapalı olmak kapı, pencere vs. için: Bütün pencereler kapalıydı. iş yeri için: Bayram ve fazladan tatil dolayısıyla bankamız bir hafta kapalı olacaktır. Bayram münasebetiyle kapalıyız. elektrik için: •kulakları kapalı olmak (bir şeye) kapamak, baş ve yüz için: borç için: elektrik için: geçişi engellemek anlamında: Kar, girişi kapamış. gizlemek anlamında: görüntüyü engellemek: hesap için:
to stain with blood [steyn]. to become bloodstained [bladsteynd]. to become bloodshot, to become revitalized [rkvaytilayzd]. to become wealthy. to be bloody. Will this be bloodless or bloody? to be bloodstained [bladsteynd]. to be rare [re:]. to be at daggers drawn [dro:n]. to be taken in [teykin]. / was taken in by her words. to be satiated [seysjeytid]. The hungry will not have enough to eat, the thirsty not enough to drink. This man has an insatiable desire for wealth. to believe. Don't you believe it! to be content [kintent]. to get cancer [ke:nsi]. to become cancerous [kemsins]. to be bloodless [bladles]. There has been a bloodless coup [ku:]. to be anemic [ini:mik]. to be spineless [spaynles], to get anemic [inkmik]. to have the force of law [lo:]. to become a law. to be illegal [ili:gil]. to fall flat on one's face [feys]. to capsize [ke:psayz]. to be shut. All the windows were shut. to be closed/shut [klouzd]. Because of the Feast and the extra holidays our bank will remain closed for a week. Closed because of the Feast. to be off. to be deaf to [def]. to cover up [kavirap]. to settle. to turn off [to:n]. to block. The snow has blocked the entrance [entrins]. to hide [hayd]. to block, to close.
kapanık olmak
447
içini doldurmak anlamında: iş yeri için: kapı, pencere vs. için: İnsan, kapıyı arkasından kapar. At çalındıktan sonra, ahırın kapısını kapamak gibi bir şey. Allah bir kapıyı kaparsa, başka bir kapıyı açar. bir konuyu...: Bu konuyu kapama zamanı geldi de geçiyor. radyo için: su için: tıkamak anlamında: yüz için: |birleşikler ve deyimleri açıp kapamak Valf, suyu otomatik olarak açıp kapar. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar oldu. ağzını kapamak bahsi kapamak celseyi kapamak dükkân kapamak dünyaya gözlerini kapamak eyer kapamak fermuarını kapamak gedik kapamak gözünü kapamak Vardığın yer korse, bir gözünü kapa. Vardığın yer karanlıksa, sen de gözünü kapa.
to fill up. to close down. to close [klouz]. You might close the door after you. (It's like locking the barn door after the horse is stolen.) If one door is shut, God will open another. to drop. It's time we dropped that matter. to turn off. to turn off. to plug up [plag]. to cover up. to turn off and on. The valve automatically turns off and on the water. (Everything happened in the twinkling of an eye.) to shut up. to close the subject [sabcikt]. to close the meeting, to shut down a shop, to die [day]. to saddle an animal [se:dil]. to zip up. to fill a gap. to pretend not to see. (When in Rome do as Romans do.) You, too, close your eyes, if the place you reach is dark. to die [day]. to close the account [lkaunt]. to kill one's appetite [e:pitayt]. to shut down. to shut off the engine [encin]. to close the subject [sabcikt]. to stop up one's ears, to draw the curtain [ko:tin], to turn off the radio [reydiou]. to hang up. She hung up before I could finish my words. to block the road, to be overcast, to be shy [§ay].
hayata gözlerini kapamak hesabı kapamak iştah kapamak kepenk kapamak kontağı kapamak konuyu kapamak kulaklarını kapamak perdeyi kapamak radyoyu kapamak telefonu kapamak Sözümü bitirmeden önce telefonu kapadı. yolu kapamak kapanık olmak kapanık olmak (içine) kapanmak, dışarı ile ilişiğini kesmek: to shut oneself up. delik için: to be filled in. hava için: to be overcast [ouvikast]. iş yeri için: to close down [klouz]. Fabrika yakında kapanacakmış. Apparently the factory will close down soon. to shut. Bu atölyeler neden kapandı? Why have these workshops shut down? to go out of business [biznis]. Birçok dükkân yakında kapanır. Many shops will soon go out of business.
kapatılmak
448
kapı için: Bu kapı neden kapanmıyor? Kendiliğinden kapanan bir kapıya ihtiyacımız var. perde için: telefon için: tartışma vs. için: Bu tartışma kapanmıştır. yer için: Burası 24 saat açıktır, hiç kapanmaz. yara için: Yakında kapanır. yüz için: | birleşikler ve deyimleri açılıp kapanmak Bu, açılıp kapanır mı? Açılır kapanır cinsinden istiyoruz. ağzı kapanmak ayağına kapanmak ayaklarına kapanmak (birinin) dizlerine kapanmak eline ayağına kapanmak eve kapanmak gözleri kapanmak içi kapanmak içine kapanmak iştahı kapanmak odasına kapanmak Bütün gün odasına kapandı. secdeye kapanmak şırak diye kapanmak yere kapanmak yere kapanmak (bir yere) kapatılmak kapatmak, kapamak anlamında: Dükkânı kapatıp maça gitmişler, (eksiklik için) gidermek anlamında: Zayıf tekniğini fiziğiyle kapatır, faaliyete son vermek anlamında: Yakında kapatmak zorunda kalacağız, fermuar için: ışık için: kapı veya pencereye duvar örerek: kusur için: nikâhsız yaşamak anlamında: 7V ve radyo için: Televizyonu kapatmayı unutma! telefon için: Üzgünüm, telefonu kapatmak zorundayım. ucuza elde etmek anlamında: bir yere...: | birleşikler ve deyimler | açığı kapatmak
to close/shut. Why doesn't this door close? We need a door that shuts of itself. to close [klouz]. to ring off. to be closed. This debate is closed [dibeyt]. to close/shut. We are open 24 hours a day, we never close. to heal [hi:]]. It will heal soon. to veil oneself [veyl]. to fold up. Does it fold up? to be collapsible [krle:psibil]. We want one that is collapsible. to be reduced to silence [sayhns]. to implore smb for mercy [mo:si]. to go down on one's knees. to fall at smb's feet. to implore. to shut oneself up. to be sleepy. to feel depressed [diprest]. to be aloof [ilu:f]. to lose one's appetite [e:pitayt]. to confine oneself to one's room. She confined herself to her room the whole day. to prostrate oneself in prayer [prostreyt]. to snap. to prostrate oneself, to shut oneself up. to be closed. to close/shut. They shut the shop and went to the match. to make up for. His physique will make up for poor technique. to close down [klouz]. We shall have to close down soon. to zip. to turn off. to wall up a door/a window. to cover [kavi]. to keep (a mistress). to turn off. Be sure to turn off the TV. to hang up. I'm sorry, I have to hang up. to get smth cheap, to shut up. to meet the deficit [defisit].
kapı dışarı etmek ağzını kapatmak bahsi/faslı kapatmak
449
to shut up. to close the subject [sabcikt]. Bu bahsi artık kapatalım. Let's close this subject. Bu faslı çoktan kapattık. We closed that subject long ago. borcunu kapatmak to settle one's debt [det]. delik kapatmak to stop up. Tek çare delikleri kapatmaktır. The only way is to stop up the holes. dükkân kapatmak to shut up shop. eski defterleri kapatmak to let by-gones be by-gones fbay-ganz]. eyer kapatmak to saddle an animal, fermuarı kapatmak to zip up. Arkanın fermuarını kapatır mısın? Could you please zip up the back? hesabı kapatmak to settle the account [lkaunt]. hücreye kapatmak to confine to a cell [sel]. kapıyı birinin yüzüne kapatmak to shut the door in smb's face [feys], konuyu kapatmak to close the subject [sabcikt]. Lütfen bu konuyu artık kapatalım. (Let's say no more about this, please.] odaya kapatmak to confine to one's room [kinfayn]. tartışmayı kapatmak to end the debate [dibeyt]. Bu saçma sapan tartışmayı kapatmalıyız. We must put an end to this silly debate. to hang up. telefonu kapatmak to make good one's loss. zararını kapatmak Zararımızı nasıl kapatabiliriz? How can we make good our loss? kapı dışarı etmek to show smb the door, kovmak anlamında: to throw out. dışarı almak anlamında: işten atmak anlamında: to give smb the sack [se:k]. Onların hepsini kapı dışarı edemezsiniz. You can't give all of them the sack. kapı yapmak, to prepare the way for a topic, konu veya istek için: to capture a space [kerpci]. tavlada: to secure smb a job. kapılandırmak to secure a job. kapılanmak kapılmak, to be taken in. aldanma söz konusu ise: to be seized with [si:zd]. bir şeye tutulma söz konusu ise: sürüklenme söz konusu ise: to be caught by/in [ko:t]. | birleşikler ve deyimler | akıntıya kapılmak to be caught in a current. cazibesine kapılmak to be charmed [fa:md]. coşkuya kapılmak to become enthusiastic [inthyu:ziestik]. dehşete kapılmak to be horrified [horifayd]. duygularına kapılmak to be carried away by one's feelings. endişeye kapılmak to be alarmed [ila:md]. Gelen haberlerden endişeye kapıldık. We were alarmed at the news [lla.md], evhama kapılmak to be apprehensive [eprirhensiv]. fikre kapılmak to be carried away by one's thoughts. Böyle fikirlere kapılmayınız. Don't be carried away by such thoughts. hayale kapılmak to delude oneself [dilyu:d]. Hayale kapılmayalım. Let's not delude ourselves. to build castles in the air [keisilz]. hayallere kapılmak heyecana kapılmak to get excited [iksaytid]. hiddete kapılmak to fly into a passion [pe:§in]. Hiddete kapılıp, rakibini öldürdü. He flew into a fit of passion and killed his rival [rayvil].
kapışılmak
450
hislerine kapılmak Sakın, hislerine kapılıp karar verme! hissiyata kapılmak hoş sözlere kapılmak korkuya kapılmak paniğe kapılmak Ne olursa olsun, paniğe kapılmayınız. Paniğe kapılan defans, üçüncü golü de yedi.
Seyirciler neden birden paniğe kapıldı? salgınına kapılmak (bir şeyin) Herkes video salgınına kapılmıştı.
to be carried away by one's feelings. Don't let your judgement be carried away by your feelings [cacmint]. to be ruled by one's emotions [imou§mz]. to be taken in by fair words. to be seized with fear [fi:]. to panic [pe:nik]. Whatever happens don't panic. to be seized with panic. Seized with panic, the defence conceded the third goal [kmsi:did]. to get into a panic. Why did the spectators suddenly get into a panic? to be caught by the general craze [kreyz]. Everyone got caught by the general craze for videos [ko:t]. to imagine [ime.cinj. to be alarmed [ila:md]. The people were alarmed by the news coming from the front. to nourish the hope of [narisj. to be seized with despair [dispe:]. to abandon oneself to despair. to be seized with distress. to be taken in by outward appearances. to be in great demand. (They are selling like hot cakes.)
sanısına kapılmak telaşa kapılmak Halk, cepheden gelen haberlerden dolayı telaşa kapılmıştı. umuda kapılmak umutsuzluğa kapılmak ümitsizliğe kapılmak üzüntüye kapılmak zevahire kapılmak kapışılmak Bunlar kapışılıyor. kapışmak, to come to grips with. kavgaya tutuşmak anlamında: to snatch smth from one another. bir şevin üzerine üşüşmek: Kapışan kapışana. There is a big rush on these goods. Bu mal kapış kapış gidiyor. These goods sell like hot cakes. to incite people to fight with each other. kapıştırmak kaplamak, to line [layn]. astar için: to veneer [vini:]. ince tahta ile...: to envelop [invehp]. çepeçevre sarmak anlamında: Çevreyi pis bir koku kapladı. Afoul smell enveloped the surroundings. to be filled with. duygular için: içimizi sevinç kapladı. We were filled with joy. to crown. diş için: to invade [inveyd]. istilâ etmek anlamında: to bind [baynd], kitap için: to plate [pleyt]. madeni eşya için: to face [feys]. diğer eşya için: Duvarı ne ile kaplayabiliriz? What can we face the wall with? to cover [kavi]. örtmek anlamında: Yoğun bir duman şehri kaplıyordu. A thick smoke covered the city. Ormanlar adanın yansını kaplıyordu. The forests used to cover half of the island. Sel suları çok büyük bir saha kaplamış, The flood waters covered a very large area. sis vs. için: to blanket. Yoğun bir sis vadiyi kaplamıştı. A thick fog blanketed the valley. to coat [koutj\ bir tabaka ile örtmek: Hapları çikolatayla kaplayalım. Let's coat the pills with chocolate [co:kilit].
kaplanmak
451
| birleşikler ve deyimler | astar kaplamak to line. gümüş kaplamak to silver-plate. hasır kaplamak to cover with wicker work. içi sevinç kaplamak to be filled with joy. Haberi duyunca içimi sevinç kapladı. On hearing the news I was filled with joy. kağıt kaplamak to cover with paper. kiremit kaplamak to tile [tayd]. kürk kaplamak to line with fur [fo:]. nikel kaplamak to nickel-plate. yer kaplamak to take up space/room. Dolap çok yer kaplayacak. The cupboard will take up a lot of space. zırh kaplamak to armour-plate [a:mi-pleyt]. kaplanmak, genel anlamda; to be covered [kavid]. metal eşya için: to be plated [pleytid]. tahta için: to be veneered [vini:d]. tabaka için: to be coated [koutid], kaplatmak, genel anlamda: to have smth covered [kavid]. astarla...: to have smth lined [laynd]. diş...: to have a tooth crowned [kraund]. ince tahta ile...: to have smth veneered [vini:d]. kağıtla...: to have a wall covered with wallpaper. kitap...: to have a book bound [baund]. to have smth plated [pleytid]. madeni eşya için: bir tabaka ile...: to have smth coated [koutid], kaplı olmak to be coated with. Haplarımız şekerle kaplıdır. Our pills are coated with sugar [§ugi]. Çok ince bir tabakayla kaplıdır. It's covered with a very thin layer [leyi]. to be covered [kavid]. Her yer tozla kaplıydı. Everywhere was covered with dust. Her yanı çamurla kaplıydı. He was all covered with mud. Dörtte üçü denizle kaplıdır. Three quarters of it is covered by sea. to be lined with [laynd]. astar için: Kutularımız ipekle kaplıdır. Our boxes are lined with silk. kapmak, aniden almak anlamında: to snatch (up) [sne:c], Bir adam çantasını kapıp kaçtı. A man snatched her bag and ran away. hastalık için: to catch [ke:c]. huy için: to acquire [ikwayi]. öğrenmek anlamında: to pick up. yer vs. için: to scramble for [skre:mbi]]. yakalamak anlamında: to seize [si:z]. Sürüden ayrılanı kurt kapar. (He who goes his way is lost.) Çobansız koyunu kurt kapar. (Wolves will get the unattended sheep.) Sayılı koyunu kurt kapmaz. (It's hard to steal smth that has been counted.) | birleşikler ve deyimler | Kapan kapana. There was a general scramble. ağzından kapmak to learn by ear [ i : ] . ağzından kapmak (birinin) to learn smth accidentally from smb. buluttan nem kapmak to be excessively touchy [taci]. gönlünü kapmak to win smb's love. hastalık kapmak to catch a disease [dizi:z].
kapris yapmak
452
hisse kapmak (-den) huy kapmak laldan nem kapmak kulaktan kapmak İngilizceyi kız kardeşimin arkadaşlarından kaptım. külah kapmak lafı ağzından kapmak Lafı ağzımdan kaptı. mikrop kapmak Bu haplar mikrop kapmanızı engellemez. Yara mikrop kaptı. nem kapmak nezle kapmak Nezle kapmış gibisin. post kapmak su kapmak şifayı kapmak kapris yapmak kaprisli olmak kapsamak Kitap tüm konuları kapsamıyor. Bu, son değişiklikleri kapsıyor. Tüm programları kapsıyor mu? sigorta için: Maalesef, poliçe mobilyayı kapsamıyor.
to draw a lesson from [dro:]. to contract a bad habit [kintrerkt]. to be unduly touchy [andyu:li]. to pick up (a language) by listening. / picked up English from my sister's friends. to secure an advantageous post [ldvinteycis]. to take the words out of one's mouth. He took the words out of my mouth. to become infected. These pills will not prevent you from becoming infected. The wound has become infected. to absorb damp [ibso:b]. to catch a cold. You seem to have caught a cold [ko:t]. to obtain an official position [lfisil]. to form a blister and fester [festi]. to be taken i l l . to behave capriciously [kiprisisli]. to be capricious [kipri§is]. to cover [kavi]. The book doesn't cover all the subjects. to include [inklurd]. It includes the latest changes. to contain [kinteyn]. Does is contain all the programs? to cover [kavi]. Unfortunately, the policy doesn't cover the furniture. to be retroactive [ri:troe:ktiv], to be comprehensive [konprihensiv]. to captain [ke:ptin]. to lose out to [lu:z]. We lost the adjudication to a foreign firm.
*öncesini kapsamak kapsamlı olmak kaptanlık etmek/yapmak kaptırmak İhaleyi yabancı bir firmaya kaptırdık. |birleşikler ve deyimleri to have one's money swindled. batakçıya mal kaptırmak to let smb take control [kintroul]. dizginleri başkasına kaptırmak to fall in love with. gönlünü kaptırmak to be wrapped up in [re:pt]. kendini kaptırmak to go with the tide [tayd]. kendini akıntıya kaptırmak to be driven to melancholy. kendini melankoliye kaptırmak to give oneself to. kendini içkiye, kumara vs'e kaptırmak Bu insanlar kendilerini esrara kaptırmış. These people have given themselves to drugs. to succumb to events [sikam]. kendini olaylara kaptırmak to get a limb caught in a machine [mi§i:n]. kolunu makineye kaptırmak to lose smth that one cannot get back. müflise mal kaptırmak to get involved in a hopeless situation. paçasını kaptırmak to be led by the nose [nouz], sakalı kaptırmak to get deeply involved in a situation. yakasını kaptırmak to bring profit. kâr ettirmek kâr etmek, kazanç elde etmek anlamında: to make a profit. Zarardan korkan, kâr etmez. He who fears loss can't make any profit.
kara olmak
453
yarar sağlamak anlamında:
to help. It's no good. etkili olmak anlamında: to be effective. Cezalar kâr etmez. (Punishment won't solve anything.) Zararın neresinden dönüliirse kârdır. Any reduction of loss can be counted as profit. Kısa günün kân. It's better than nothing. kara olmak, to be black. renk için: Tencere dibin kara, seninki benden kara. It's the case of the pot calling the kettle black. to be ill-omened [oumend]. uğursu: anlamında: [birleşikler ve deyimler | bağrı kara olmak to be unhappy. bahtı kara olmak to be unlucky [anlaki]. baştan kara etmek to run (a ship) ashore [iso:]. mecazi anlamda: to take desperate measures [mejiz]. gönlü kara olmak to be malevolent. on parmağı kara olmak to be in the habit of backbiting [be:kbayt]. kara listede olmak to be blacklisted. karagözlük etmek to amuse people [imyu:z]. karakolluk olmak to become a matter for the police [pili:s]. karalamak, boya vs ile: to blacken. leke sürmek anlamında: to slander [sle:ndi]. çizerek bir yeri kirletmek: to deface with scribblings. taslak olarak: to draft. üzerini çizmek anlamında: to cross out. yazmak anlamında: to scribble. Bize birkaç satır karala da gönder. Just scribble a few lines [laynz]. karalanmak, duvar vs için: to be defaced with scribblings [difeyst]. kelime için: to be crossed out [krostaut]. lekelenmek anlamında: to be slandered [slarndird]. karambol yapmak to carom [ke:nm]. karanlık etmek to block the light [layt]. karanlık olmak, ışık sözkonusu ise: to become dark. gereğince anlaşılmamak: to be obscure [obskyu:]. Bir nokta biraz karanlık. One point is a bit obscure. Çıra dibi karanlık olur. A lamp will not light its own base. karar kılmak (bir şeyde) to settle upon smth [setil]. kararında olmak, kararlı olmak anlamında: to be resolved [rizolvd]. gerektiği ölçüde olmak: to be in the right quantity. karalamak to make a rough estimate [estimit], kararlaşmak to be agreed upon. kararlaştırılmak to be decided on [disaydid]. Kararlaştınldığı şekilde, oraya tek başına gideceksin. You shall go there alone as planned. Ulusal bir kongrenin ivedilikle toplanması It has been decided to urgently convene a kararlaştınldı. national congress. kararlaştırmak to arrange [ireync]. Kararlaştırdığımız gibi, orada sizi bekleyeceğim. As we have arranged, I shall be waiting for you. to decide (on) [disayd]. Kararlaştırdığımız gibi, ikinci planı uygulayacağız. As we have decided, we shall apply the second plan. Kâr etmez.
kararlı olmak
454
kararlı olmak Ben son derece kararlıyım. Hiçbir tadilatı kabul etmemeye kararlıyım. Onu satın almaya kararlı görünüyorlar. Gitmekte kararlı olduğu görünüyor.
to be determined [dito:mind]. I'm quite determined. to be resolved [rizolvd], I'm resolved not to accept any alterations. They seem resolved on buying it. to be bent on. He seems bent on leaving.
kararmak, hava için: siyahlaşmak
anlamında: Hava kararmadan döneriz. Saat yedide hava kararmaz. Üzüm üzüme baka baka kararır. 1 birleşikler ve deyimleri açlıktan gözü kararmak Aç ölmez, gözü kararır. içi kararmak gönlü kararmak gözü kararmak, baygınlık geçirmek anlamında: kendini kaybetmek anlamında: kalbi kararmak ortalık kararmak sular kararmak Eve sular kararırken varırım. yüreği kararmak kararsız olmak Bir bakan, nasıl bu kadar kararsız olabilir? Bu konuda hâlâ kararsız. karartmak, siyahlaşlırmak
to get dark, to turn black. We'll be back before it gets dark. It doesn't get dark at seven. (Evil will spread evil [i:vil].J to be starving. (Poverty doesn't kill people it makes them destitute [destityu:t].J to feel hopeless [houplis]. to feel disgusted [disgastid]. to feel giddy. to lose control of oneself [kintroul]. to lose faith [feyth]. to get dark. (for night) to fall. / reach home when night falls. to lose heart [hart]. to be irresolute [irezdyurt]. How can a minister be so irresolute? to be undecided [andisaydid]. He is still undecided about it.
to blacken/darken. anlamında: Gökyüzünü aniden kararttı. It suddenly blackened the sky. ışığı örtmek anlamında: to blackout [blerkaut]. *iç karartmak to depress [dipres]. Bugün haberler iç karartıyor. The news are very depressing today. karbonlaşmak, karbon durumuna gelmek: to be carbonized [karbmayzd]. kömür haline gelmek: to be charred [card]. kardeş payı yapmak to divide smth equally [ikwili]. kargatulumba etmek to carry smb by arms and legs. kargımak to curse [ko:s]. kargış etmek to curse. kargışlamak to curse. kârı olmamak not to be up to. Bu iş herkesin kârı değil. Not everyone is up to this job. Bu, her yiğidin kârı değil. That is not something anyone can do. Bu, benim kârım değil. It's not something I can do. karıncalanmak, to tingle [tingil], vücııd için: metal için: to be full of blowholes. karışık olmak, açık seçik olmayan: to be complicated [komplikeytid]. Durum sandığından daha karışıktır. It's more complicated than you think.
karşılamak
455
ayrı nitelikte alan: kargaşa içinde olmak anlamında: Özür dilerim, kafam çok karışık. İşler çok karışık. saf olmayan: karışılmak Allah'ın işine karışılmaz. karışlamak *alnım karışlamak Alnını
karışlarım!
to be mixed [mikst]. to be confused [kinfyu:zd], (I'm sorry, I'm so mixed up.) The situation is quite confused. to be adulterated [idaltireytid]. to be interfered with [intrfhd], (God knows best.) to measure by the span of the hand [meji]. to dare [de:]. / dare you!
karışmak, araya girmek anlamında: Onların
işlerine
karışmamalısın.
Bu polemiğe karışmak istemiyorum. Medya, insanların özel hayatlarına karışmamalıdır. müdahale etmek anlamında: Ne karışıyorsunuz? Bu işe karışmayınız. bulaşmak
anlamında: Sen bu işe nasıl karıştın? birbirinin içine girmek: düzensiz ve dağınık anlamında: başkaları ile kaynaşmak: akarsular için: yetkisinde bulunmak: |birleşikler ve deyimleri
to interfere [intifi:]. You shouldn't interfere in their affairs. to intervene [intivkn]. / don't want to intervene in this polemic. to meddle with [medil]. The Media should not meddle with people's private lives [layvz]. to interfere [intifi:]. What are you interfering for? (Keep out of this.) to get involved in. How did you get involved in this? to be mixed [mikst]. to be mixed up. to mingle with [mingil]. to flow into. to be in charge [ca:c].
Acele işe şeytan karışır. Haste makes waste [weyst]. adı karışmak to be involved in. aklı karışmak to be confused [kinfyu:zd]. aklı fikri birbirine karışmak to be bewildered. aralarına karışmak to mix with [miks]. araya karışmak to intervene [intivim]. Araya başka konular karıştı. Other subjects cropped up [kropt]. başından büyük işlere karışmak to chew off more than one can bite [bayt]. birbirine karışmak to get mixed up [mikst]. Renkler birbirine karışmış. (The colours have passed into one another.) çoluk çocuğa karışmak to get married and have children. elinin hamuru ile erkek işine karışmak to try to do a man's job. etliye sütleye kanşmamak to mind one's business [biznis]. gaiplere karışmak to disappear [disipi:]. işe karışma (bir) to get involved [involvd], Bu işe karışmak istemiyorum. / don't want to get involved in this. Nasıl oldu da bu işe karıştınız? How come you got involved in this? Bu işe karışmak istemiyor. (He doesn't want to have anything to da with it.) Bu işe rüfâîler karışır. What happens next is anybody's guess [ges]. to interfere [intifi:]. Bu işe karışmamalısın. You shouldn't interfere. işlerine karışmak (birinin) to meddle in smb's affairs. Bunların işlerine sakın karışma! Don't ever meddle in their affairs. it izi, at izine karışmak to be very complicated [komplikeytid]. İt izi at izine karışmış durumda. This seems to be a very complicated matter. kafası karışmak to get confused [kmfyu:zd].
karıştırılmak
456
karışanı görüşeni olmamak kayıplara karışmak kırklara karışmak lâfa karışmak maziye karışmak olaylara karışmak Olaylara karıştıklarını inkâr ediyorlar. ortalık karışmak ötesine karışmamak Ötesine karışma! Bundan ötesine karışmam. saç sakal birbirine karışmak söze karışmak tarihe karışmak Bu uygulama yavaş yavaş tarihe karışıyor. zihni karışmak Zihnim tamamen karıştı. karıştırılmak, birbirine kalmak anlamında: ayırt edilememek anlamında: Daha iyi bir netice elde etmek için az su ile karıştırılmalıdır. karıştırmak, ayırt edememek anlamında: burun için: dış için: elle yoklamak anlamında: harman etmek anlamında: iskambil kağıtları için: iki maddeyi: kaşıkla...: Tahta bir kaşıkla karıştırınız. kitap için: kurcalamak anlamında: karıştırarak aramak anlamında: | birleşikler ve deyimleri birisiyle karıştırmak (birisini) Beni daima kardeşimle karıştırırlar. bir şeyi bir şeyle karıştırmak burnunu karıştırmak ceplerini karıştırmak diş karıştırmak Herkesin önünde dişlerini karıştırma! eski defterleri karıştırmak Müflis bezirgan, eski defterlerini karıştırır, mecazi anlamda: fesat karıştırmak halt karıştırmak dolap çevirmek anlamında: Bunlar yine ne halt karıştırıyorlar? hile karıştırmak iş karıştırmak işe karıştırmak (birini) Lütfen beni bu işe karıştırmayınız. Beni bu işe karıştırmaya çalışıyorlar.
to be free from interference [intifinns]. to vanish [ve:nisj. to disappear from sight [sayt]. to cut in. to become a thing of the past. to be involved in (an incident). They deny having been involved in the incident. (for trouble) to break out. not to be concerned (with what follows). (Leave the rest!) I won't be concerned with the rest. to look very unkempt [ankempt]. to cut in. to be a thing of the past. This practice is slowly dying out. to be mixed up [mikstap]. I'm all mixed up. to be mixed together. to be confused with [kinfyu:zd]. To obtain a better result it should be mixed with a little water. to confuse smth with smth. to pick, to pick. to feel in (for). to blend. to shuffle [safil]. to mix. to stir up. Stir with a wooden spoon [spu:n]. to thumb through [tham thru], to fumble [fambil]. to rummage about [ramie]. to mistake smb for. They always mistake me for my brother. to confuse smth with smth [kinfyu:z]. to pick one's nose [nouz]. to search through one's pockets [so:}]. to pick one's teeth. Don't pick your teeth in public! to hunt for debtors [detiz]. One hunts for debtors when one is in need. to rake up the past [reyk]. to cause trouble [ko:z]. to blunder [blandi]. to be up to. What are they up to again? to rig. to complicate things, to get smb mixed up in [mikst]. Don't get me mixed up in this, please. (They are trying to draw me into this.)
karikatürize etmek
457
işleri karıştırmak kafasını karıştırmak kitap karıştırmak lakırdı karıştırmak ortalığı karıştırmak sayfa karıştırmak zihnini karıştırmak Zihnimi karıştırıyorsun. Hastanın durumu doktorların zihnini karıştırdı. karikatürize etmek karlamak karina etmek kârlı olmak karmak, hamur için: karıştırmak anlamında: karmakarışık etmek Her şeyi karmakarışık ettin. işleri daha karmakarışık etmenin anlamı yok. karmakarışık olmak Burada her şey karmakarışık olmuş. *kafası karmakarışık olmak karman yorman etmek karman çor m an olmak karmanyola etmek karmaşa içinde olmak karmaşık olmak karşı gelmek karşı olmak Böyle bir projeye karşıyız. Babası böyle bir evliliğe karşıydı. Herkes bu işe karşıydı. karşı karşıya olmak İnsanlarımız açlık tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
to muddle things up [madtl], to puzzle one [pazil]. to browse [brauz]. to change the subject [ceync]. to stir up trouble [trabil]. to thumb through [tham thru]. to confuse [kinfyu:z]. You're confusing me. to baffle [be:fil]. The condition of the patient has baffled the doctors. to caricature [kerrikityu:]. to snow. to careen [kirin]. to be profitable. to knead [ni:d]. to blend. to make a mess of. You made a mess of everything. to complicate [komplikeyt]. There's no point in complicating things any further. to be in a mess. Everything is in a mess here. to be all confused [krnfyu:zd]. to mess up. to be all mixed up. to assault to rob [iso:lt]. to be in confusion [kmfyu:jin]. to be complex [kompleks], to oppose [lpouz]. to be against [lgenst]. We are against such a project. Her father was set against such a marriage. to be opposed to [lpouzd]. Everyone was opposed to it. to face [feys]. Our people are facing the danger of starvation [sta:veysin]. to be face to face with. We are face to face with a great danger. to be faced with.
Bugün aynı problemle karşı karşıyayız. karşılamak, misafir veya yolcu için: Gidip onları kim karşılayacak? Bizi bu şekilde karşılamanız çok hoş. Prensesi her yerde içtenlikle karşılamışlardı. Orada bizi candan karşıladılar. Misafirleri kaputa Mm karşılayacak?
We are faced with the same problem today. to meet [mi:t]. Who is going to go to meet them? It's nice of you to meet us like that. to receive [risi:v]. The princess had been warmly received everywhere. We received a very warm velcome there. to welcome. Who is going to welcome the guests at the door?
karşılanmak
458
bir şeyi veya bir kişiyi: Onu alkışlarla karşılayalım. Haberi büyük sevinçle karşıladılar, tepki göstermek anlamında: Korkunç haberi nasıl karşıladılar?
to greet. Let's greet her with applause [iplo:z]. They greeted the news with great joy. to react [rie:kt]. How did they react to the terrible news? to take. Nasıl karşıladı? How did she take it? Baban evlenmeni nasıl karşıladı? How did your father take your getting married? ihtiyaç için: to meet (a need). Bu, ihtiyacımı tam karşılar. This meets exactly my need. karşılık almak; to be enough for. karşılık vermek anlamında: to counter [kaunti]. O yumruğu bir solla karşıladı. He countered that jab with a left. masraflar için: to cover [kavi]. Bunlar masrafların yarısını karşılayamaz. These don't cover half of the expenses. to meet. Bu masrafları nasıl karşılayacağız? How are we going to meet these expenses? önlemek anlamında: to prevent [privent], to make up. zarar için: Onların zararını neden ben karşıhıyım? Why should I make up their loss? Ibirleşikler ve deyimleri Bir iyiliği, iyilikle karşılamak gerek. One good turn deserves another. anlayışla karşılamak to understand [andistemd]. Ben bu davranışı anlayışla karşılayamam. / just can't understand this behaviour. to welcome with open arms, candan karşılamak to approve [ipru:v]. hoş karşılamak Bu gibi davranışları hoş karşılayamayız. We can't approve of such behaviour [biheyvyi], to meet the need. ihtiyacı karşılamak Yeni liman bölgenin ihtiyacını karşılar mı? Will the new port meet the needs of the region? Bu ihtiyacımızı tam karşılar. This will exactly meet our need. to take smth with a grain of salt [so:lt]. ihtiyatla karşılamak Sözlerini ihtiyatla karşılıyoruz. We're taking his statement with a pinch of salt. to take it well. iyi karşılamak Bunu iyi karşılamayacağından eminim. I'm sure he won't take it well. iyiliği kötülükle karşılamak to return bad for good. kayıtsızlıkla karşılamak to treat with indifference. Bu konuyu kayıtsızlıkla karşılayamayız. We can't treat this subject with indifference. metanetle karşılamak to bear up [be:]. masrafı karşılamak to cover the expenses [ikspensiz]. Sen gidecek ol, biz tüm masrafları karşılarız. You decide to go, we'll cover all the expenses [kavi]. masrafını karşılamak to pay one's own way. Herkes kendi masrafını karşılayacaktır. Everyone is to pay their own way. to greet coldly. soğuk karşılamak soğukkanlılıkla karşılamak to greet with composure [kimpouji]. şüpheyle karşılamak to greet with doubt [daut]. uc uca karşılamak to hardly make both ends meet, zaran karşılamak to make good. Şirket zararı karşılayacaktır. The company will make good the loss. to cover [kavi]. Bu poliçe böyle bir zararı karşılamaz. This policy doesn't cover such damage. karşılanmak to be received [risi:vd]. Boykot çağrısı iyi karşılanmadı. The appeal to boycott wasn't well received.
karşılaşmak
459
Bu sözler alkışlarla karşılandı. Her yerde içtenlikle karşılandık. *hoş karşılanmak Bu tür davranışlar hoş karşılanamaz. *soğuk karşılanmak karşılaşmak, rastlamak anlamında: Onunla otobüste karşılaştık. Son karşılaştığımızdan beri hiç değişmemişsin. Muhbirle nerede karşılaştınız? Burada her türlü insanla karşılaşacaksınız, karşı karşıya gelmek: Orada nelerle karşılaşacağımızı Allah bilir. | birleşikler ve deyimler | güçlüklerle karşılaşmak Karşılaştıkları güçlükler az değildi.
to be met. These remarks were met with applause [iplo:z]. to be welcomed. We were warmly welcomed everywhere. to be approved [ipru:vd]. This sort of behaviour can't be approved of. to get a cold reception [risep§m]. to meet. / met him on the bus [bas]. You haven't changed at all since we've last met. Where did you meet the informer? You'll meet here all sort of people. to encounter [inkaunti]. God knows what we'll encounter over there.
to encounter difficulties [difiktltiz]. The difficulties they encountered were numerous. to be confronted with [kmfrantid]. Ciddi güçlüklerle karşılaştık. We've been confronted with serious difficulties. problemlerle karşılaşmak to be faced with [feyst]. Yakında hükümet ciddi problemlerle karşılaşacaktır. Soon the government will be faced with serious problems [govinmmt]. to come to grips with. sorunlarla karşılaşmak Böyle sorunlarla ilk defa karşılaşmıyoruz. It's not the first time that we have come to grips with such problems. to meet with difficulties. zorluklarla karşılaşmak Her yıl aynı zorluklarla karşılaşıyoruz. Every year we meet with the same difficulties. karşılaştırma yapmak to draw a parallel [dro:]. karşılaştırılmak, to be compared [kimpe:d]. mukayese için: Diğerleriyle karşılaştırıldığında o bir melek sayılır, Compared to others she is an angel [eyncil]. yüzleşmek anlamında: to be brought face to face. karşılaştırmak, kıyaslamak anlamında: to compare [kimpe:]. Notlarımızı karşılaştıralım. Let's compare our notes. aynı şeyler için: to compare smth with smth. ayrı şeyler için: to compare smth to smth. Onunla hiçbir şey karşılaştırılamaz. Nothing compares to/with it. yüzleştirmek anlamında: to confront one person with another. karşılığı olmamak to be without provision [pnvijin]. karşılıksız olmak, karşılığı olmamak anlamında: to be uncovered [ankavird], karşılık gerektirmeyen: to be gratis. karşısında olmak to be opposed [lpouzd]. Bunun tamamen karşısındayım. I'm completely opposed to it. yer bakımından: to be opposite [opizit]. Postahanenin karşısındadır. // is opposite the post office. karşıt olmak to be contrary [kintnri]. karşıtlamak to refute [rifyu:t]. kartalmak to get old. kartlaşmak to get tough [tafj. kasılmak to stiffen. Bu iki hareketi yaparken kasılmayınız. Don't stiffen when you do these two actions.
kastı olmak
460
gururlanmak anlamında: kastı olmak Ona kastın mı var? kasıtlı olmak kasem billah etmek kasmak, dqrahınak anlamında: kısaltmak anlamında: baskı altında tutmak anlamında: kasnaklamak, çemberlemek anlamında: kasnak içine almak anlamında: kollarıyla kavramak: kastarlamak kasten yapmak Onu kasten yaptılar. kastetmek, amaçlamak anlamında: Tam olarak neyi kastediyor? demek istemek anlamında: Bunu kastetmiş olamaz. Kastettikleri biziz. Baban kimi kastetti? kıymak istemek anlamında: *canına kastetmek kastı olmak Neden sana kastı olsun?
to show off. to harbour evil intentions [ha:bi]. Do you harbour evil intentions against her? to be intentional [inten§tml]. to swear by God [swe:]. to tighten [taytin]. to shorten. to oppress [ipres]. to hoop up [hu:pap]. to put in a hoop. to hug [hag]. to bleach [bli:f]. to do smth on purpose [pb:pis]. They did it on purpose. to drive at [drayv]. What is she exactly driving at? to mean [mi:n]. He can't have meant that. It is us they mean. Who did your father mean? to have designs on [dizayn]. to plot against one's life [lgeynst]. to harbour evil intentions [ha:bi]. Why should he harbour any evil intentions against you? to be depressing. to raise one's eyebrows [aybrauz]. to wink at. to groom [gru:m]. to be groomed. to curry [kari]. to let an animal stale [steyl]. to stale.
kasvetli olmak kaş etmek kaş göz etmek kaşağılamak kaşağılanmak kaşarnak kaşandırmak kaşanmak kaşarlanmak, to be hardened [ha:dind]. duygusuzlaşmak anlamında: eskimek anlamında: to get old and worn out. to become sophisticated [sifistikeytid]. tecrübe kazanmak anlamında: kaşıklamak to eat spoonfuls. kaşıklanmak to be eaten with a spoon [spu:n]. to scratch. kaşımak | birleşikler ve deyimler] to have no time to scratch one's head. başını kaşıyacak vakti olmamak İşten başımı kaşıyacak vaktim yok. (I'm swamped with work.) Tırnağın varsa, başını kaşı. If you can afford it you can have it. to wonder what to do. *ensesini kaşımak to make smb itch [ i f ] . kaşındırmak kaşınmak, kaşıntısı olmak: to itch. kendi kendini kaşımak: to scratch oneself. Züğürt olup düşünmektense, uyuz olup It's better to have the itch and scratch than be kaşınmak yeğdir. penniless and worry.
461
katakulli yapmak
kötü bir karşılık gerektiren davranış için: Sen dayak yemek için kaşınıyorsun. Bu sefer kaşındı. Kendisi kaşındı. |birleşikler ve deyimleri avucu kaşınmak kavgaya kaşınmak sırtı kaşınmak Senin sırtın kaşınıyor. katakulli yapmak katakulliye gelmek katarlamak, tek sıra haline koymak: arka arkaya dizmek: katetmek, bölmek anlamında: kesmek anlamında: mesafe için: Bu sabah epey mesafe katettik. Yol katetmekle, borç ödemekle tükenir. katı olmak, sert anlamında: acımasız anlamında: Kızlara karşı neden bu kadar katıdır? ilkelere sıkı sıkı bağlı: *yüreği katı olmak katık etmek Peyniri ekmeğe katık et. katıklamak katılaşmak, çimento için: duyarsız hale gelmek: katı duruma gelmek: sertleşmek anlamında: sıvı durumundan geçmek: katılaştırmak katılmak, darbe, komplo vs. için: Ben böyle bir komploya kanlamam. ilave edilmek anlamında: bulunmak anlamında: Toplantıya yalnız yüz kişi katıldı. bir düşünceye...: Söylediklerine katılmıyorum. bir örgüte...: O günler herkes orduya katılıyordu. Yüzlerce kişi partimize katılıyor. O da bize katılmaya hazır. bir etkinliğe...: Bu gibi faaliyetlere katılmamalıdırlar.
to be itching for. You're itching for a beating. to be asking for it. This time she asked for it. He brought it on himself [bro:t]. to anticipate getting money. to be itching for a quarrel [kwonl]. to be itching for a beating. You're itching for a beating. to cheat [ci:t]. to be taken in. to form into a line [layn]. to form a file/train ffayl/treyn]. to intersect, to cut off. to cover (a distance) [kavij. We've covered quite a distance this morning. (A journey diminishes by travelling, a debt by being paid off .) to be hard, to be hard on. Why is she so hard on the girls? to be unyielding. to be obdurate [obdyunt]. to eke out one's food [i:k]. Eat your cheese with your bread. to eat with bread. to set. to become insensitive, to harden, to stiffen, to solidify, to harden.
to be a party to. / can't be a party to such a plot. to be added, to turn up. Only a hundred people turned up at the meeting. to agree with [lgri]. / don't agree with what you say. to join [coyn]. Those days, everyone was joining the army. Hundreds of people are joining our party. He, too, is willing to join us. to participate [partisipeyt]. They shouldn't participate in such activities. to take part. Birçok faaliyetlere katılıyordu. She took part in many activities.
katışıksız olmak
462
Bize katılmaz mıydınız? Şarkılara katılmanızı candan diliyoruz. Başbakan da kutlamalara katılacaktır. Ben size sonra katılırım, iştirak etmek anlamında: Oyunlara katılmak niyetinde değiliz. Bu konferansa neden katılmadık? Bu turnuvaya Türkiye katılmıyor mu? Hepsi, ispanya iç savaşına katılmışlardı.
to join (in). Won't you join in? You're cordially invited to join in the singing. The Prime Minister will also join the celebrations. I'll join you later. to take part. We don't intend to take part in the games. Why didn't we take part in that conference? Isn't Turkey taking part in that tournament? They all had taken part in the Spanish civil war. to attend. (He was ill and could not attend the ceremony).
Hasta olduğundan merasime katılamadı. | birleşikler ve deyimleri to agree with smb's views. fikrine katılmak Bu konuda fikirlerine katılmıyorum. / don't agree with your views on this subject. finale katılmak to participate in the finals [faymlz]. gülmekten katılmak to split one's sides with laughter [la:fti]. Herkes gülmekten katılıyordu. (Everyone was shaking with laughter.) kervana katılmak to go with the rest. orduya katılmak to join the army [coyn]. sürüye katılmak to join the throng. to lose one's breath [breth]. yüreği katılmak katışıksız olmak to be pure [pyu:]. katışmak to join [coyn]. katıştırmak to add smth to [e:d]. kat'î olmak to be definite [definit]. kat'îleşmek to become definite. katkısı olmak to contribute [kintribyu:t]. Şehrin kültürel hayatına büyük katkısı olacaktır. It will contribute enormously to the cultural life of the city [kalcinl]. to fold (up) [fould]. katlamak Gömlekleri katlayıp çekmeceye koydu. She folded up the shirts and put them in the drawer. Lütfen katlamayınız. Please do not fold. katlandırmak to make smb endure smth. katlanılmak to be endured [indyu:]. katlanmak, üst üste kat oluşturulmak: to be folded, tahammül etmek anlamında: to put up with. Bu tür saçmalığa artık katlanamıyorum. / can't put up with this sort of nonsense. to bear [be:]. Sesimizi çıkartmadan bu işe katlanacakmışız. We are to bear it up and keep quiet [kwayit]. Ben bu gibi küstahlığa katlanamam. J can't bear such insolence [insihns]. to endure [indyu:]. Öfkesine neden katlanalım? Why should we endure his temper? Gülü seven dikenine katlanır. He who loves the rose endures its thorns. to stand. Böyle yüzsüzlüğe katlanmam mümkün değil. / can't possibly stand such impudence. to suffer [safi]. Neden bütün bunlara sessizce katlanalım? Why should we suffer all this in silence? | birleşikler ve deyimler | Göz görmeyince, gönül katlanır. What the eye doesn't see the heart doesn't rue. Gülü seven dikenine katlanır. There are no roses without thorns.
katlatmak
463
acıya katlanmak Böyle acıya nasıl katlanabiliyor? fedakârlığa katlanmak mahrumiyete katlanmak masraflara katlanmak Biz bu masraflara katlanmak zorunda değiliz. rahatsızlığa katlanmak sıkıntılara katlanmak sonucuna katlanmak Doğacak sonuçlara katlanmak zorundayız. şakaya katlanmak Şakaya katlanamıyorsan, şaka etme. yokluğuna katlanmak Biz, şeker yokluğuna bir yıl katlandık. zahmetine katlanmak Raporu okumak zahmetine katlanırsa, anlar. zorluğa katlanmak Onun için her zorluğa katlanmaya hazırım. katlatmak katledilmek katletmek Öğrencileriniz İngilizceyi katletti. katmak, ilâve etmek anlamında: Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma, karıştırmak anlamında: birlikte göndermek anlamında: döllemeyi sağlamak anlamında: | birleşikler ve deyimler j birbirine katmak bire bin katmak cana can katmak derde dert katmak geceyi gününe katmak güç katmak hesaba katmak İşçilerin tepkisini hesaba katmaları gerekirdi. Siz, son ilaveleri hesaba katmadınız.
Talepteki değişiklikleri hesaba katmanız gerekiyordu.
Kıvırma payını hesaba katmayı unuttu. Çekme için 1 santimi hesaba katınız. hesaba katmamak Halkın tepkisini hesaba katmamışlardı. Böyle bir skoru hesaba katmamıştık. Beni hesaba katmayın, gelemem. Onu hesaba katmayın.
to bear suffering. How can she bear such suffering? to make sacrifices [se:krifaysiz]. to suffer privation [prayvey§in]. to bear the charges [ca:ciz]. We don't have to bear these charges. to put up with discomfort. to bear hardship. to take the consequences [konsikwinsiz]. We shall have to take the consequences. to take a joke [couk]. If you can't take a joke, don't make one. to do without. We did without sugar for a whole year. to take the trouble to. If he takes the trouble to read the report he'll understand. to put up with difficulties [difikiltiz]. (I'm ready to go through thick and thin for it.) to have smth folded. to be murdered [mo:did]. to murder [mo:di]. Your students have murdered English. to add. (It's the early bird that catches the worm.) to mix in. to send with, to mate [meyt]. to set at loggerheads [logmedz]. to exaggerate [igzecireyt]. to delight [dilayt]. to pile one trouble on another [payl], to work day and night. to give a stimulus. to take into account [lkaunfj. They should have taken into account the reaction of the workers [ri:ek§m]. You didn't take into consideration the latest additions [idismz]. to reckon with. You should have reckoned with the change in demand. to allow for. She forgot to allow for the hem. Allow 1 cm for the shrinkage. to reckon without. They reckoned without the public reaction. not to bargain for [ba:gin]. We didn't bargain for such a score [sko:]. to count smb out. / can't come, so you can count me out. Don't count him in.
katmanlaşmak
464
ortalığı birbirine katmak (ortalığı) tozu dumana katmak önüne katmak pişmiş aşa soğuk su katmak renk katmak, canlılık kazandırmak: değişiklik getirmek: su katmak tozu dumana katmak yeri göğü birbirine katmak yeni bir boyut katmak katmanlaşmak katmer katmer olmak katmerleşmek katmerli olmak katranlamak katranlanmak katranlı olmak kavga etmek birisiyle: bir şey üzerinde: bir şeyden dolayı birisiyle: Önüne gelenle kavga eder. Sen kavga edercesine konuşuyorsun, dövüşmek anlamında: ı Burada birbirimizle kavga etmeyiz. Komşu çocuklarıyla kavga etmekten başka bir şey yaptığı yok. Kimseyle kavga etmeye niyetim yok. Bunlar, daha şimdiden kavga etmeye başladılar. | birleşikler ve deyimleri ağız kavgası yapmak/etmek Onunla ağız kavgası etmenin anlamı yok.
to cause alarm and confusion [kinfyu:jin], to cause commotion [kimou§in], to drive in front of one. to spoil everything at the last moment. to enliven [inlayvin]. to lend colour to [kali]. to water down. to create an uproar [krieyt]. to move heaven and earth. to introduce a new dimension [dimensin]. to stratify. to become layers [leyiz]. to become layered [leyid]. to be in layers, to cover with tar. to be tarred [ta:d], to quarrel [kwonl], to quarrel with smb. to quarrel over smth. to quarrel with smb over smth. He quarrels with everyone. You talk as if you're quarrelling. to fight [fayt]. We don't fight each other here. All he does is fighting with the neighbour's children [neybiz]. I've no intention to fight with anyone. They have already started fighting.
to bandy words. There's no point in bandying words with him. to bicker [bike]. Bunlar, herşey hakkında ağız kavgası ederler. They bicker over just about everything. to be mad at everything, boku ile kavga etmek to fight like cat and dog. kedi köpek gibi kavga etmek to fight it out. saç saça, baş başa kavga etmek sille tokat kavga etmek to fight slapping and cuffing each other, kavgalı olmak to be at loggerheads with smb. kavgası olmak (birisiyle) to have a quarrel with. Azıcık aşım, kavgasız başım. I have got little wealth, so I have got nothing to care for. to quarrel about. kavgasını yapmak Siz neyin kavgasını yapıyorsunuz? What are you quarrelling about? to become strong, kavileşmek to strengthen. kavileştirmek kavilleşmek to come to an understanding. kavlamak, deri için: to peel [pi:l], ağaç kabuğu için: to chip off. kavlanmak, .deri için: to peel. kabuk için: to scale off [skeyl].
kavlatmak
465
kavlatmak kavlaşmak kavramak, elle tınmak anlamında: algılamak anlamında: Evren aklın kavrayamayacağı bir şeydir.
to make smth peel, to become like tinder. to grip, to grasp. The universe is something beyond the grasp of the mind [maynd]. to understand. / don't think they quite understand its meaning. He was the only one to understand the situation. to clutch [klac].
anlamak anlamında: Anlamını pek kavradıklarını sanmıyorum. Durumu kavrayan tek kişi o idi. ambriyaj için: [birleşikler ve deyimler] havsalası kavrayamamak to be unable to comprehend. Havsalam bunu kavrayamıyor. (This is beyond my comprehension [komprihensm].) işi kavramak to learn the job. Bir ay içinde işi kavramış olacağım. / shall have learned the job within a month. İşi kavraması biraz zamanını alacaktır. It'll take him some time to learn the job. konuyu kavramak Bu konuyu pek kavramış gibi görünmüyor. They don't seem to have quite a good grip of the subject [sabcikt]. kavranılmak to be grasped. kavrulmak, kızartılmak anlamında: to be roasted [roustid]. yakılmak anlamında: to be scorched [sko:ct]. ufak ve cılız kalmak: to be stunted [stantid]. uğramış anlamında: to be afflicted. Ülkemiz korkunç bir kuraklıkla kavruluyor. Our country is afflicted with a terrible drought. *için yanıp kavrulmak to have an obsession [lbsesin]. *kendi yağı ile kavrulmak to stew in one's own juice [cu:s]. kavurmak, fırında kızartmak: to roast. yağda kızartmak: to fry. kahve için: to roast. toprak için: to parch [pa:c]. sıcak sözkonusu ise: to scorch. don vs. sözkonusu ise: to blight [blayt]. *kasıp kavurmak, topluluğu ezmek: to oppress, mahvetmek anlamında: to destroy. kavurtmak to have smth roasted. kavuşmak, akarsular için: to flow into. bir araya gelmek anlamında: to come together. Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur. Mountains don't get together but people do. bir şeye erişmek anlamında: to attain [iteyn]. bir şeyi elde etmek: to .get a long-sought thing. güneş için: to set. katılmak anlamında: to join [coyn]. uçlar için: to overlap [ouvilep]. uzun ayrılıktan sonra: to be reunited with [ri:yu:naytid]. varmak anlamında: to reach [ri:cj. yol için: to join. | birleşikler ve deyimler] açıklığa kavuşmak to come to light.
kavuşturmak
466
Allanın rahmetine kavuşmak Hakkın rahmetine kavuşmak huzura kavuşmak neşesine kavuşmak Görüyorum, neşenize kavuşmuşsunuz. sağlığına kavuşmak servete kavuşmak sıhhatine kavuşmak Yakında sıhhatinize kavuşmanızı dilerim. kavuşturmak, bitini bir şeye. birini birine...: Allah kavuştursun! | birleşikler ve deyimleri açıklığa kavuşturmak Nedenini açıklığa kavuşturun, cinayeti çözersiniz.
to die [day]. to decease [disks]. to be easy in mind. to perk up [po:k]. / see you've perked up. to be restored to health [helth]. to hit the jackpot [ce:kpot]. to recover one's health. Best wishes for a speedy recovery. to enable smb to get smth. [ineybil]. to reunite [rkyu:nayt]. May God bring him back to you!
to bring to light [layt]. Bring to light the why and you'll solve the crime [kraym]. to clear [klk]. İlk önce bir hususu açıklığa kavuşturmamız gerek. We must first clear one point [poynt]. to fold the hands on the chest. el kavuşturmak kolları kavuşturmak to fold the arms. sağlığa kavuşturmak to restore one to health. Bol istirahat, sizi eski sıhhatinize kavuşturacaktır. Plenty of sunshine will restore you to your health. to vomit, kay etmek to ski. kayak yapmak Kayak yapma zamanı değil. This is no time to go skiing. to be lost. kaybedilmek Henüz herşey kaybedilmiş değil. All is not lost yet. kaybetmek to lose [lu:z]. Çok şey kaybederler. They'll lose a great deal. Onu kaybetmesen, iyi edersin. You had better not lose it. Kaybettik vesselam! We have lost and that's that. to lose. yitirmek anlamında: Sevgili babanızı kaybetmişsiniz. / hear you've lost your dear father. to be bereaved of. Karısını ve tek çocuğunu kaybetti. He is bereaved of his wife and only child. I birleşikler ve deyimleri akimi kaybetmek to lose one's mind [maynd]. bahsi kaybetmek to lose the bet. cesaretini kaybetmek to lose heart [had], dengesini kaybetmek to lose one's balance [bedins]. Sakın dengenizi kaybetmeyiniz. Mind you don't lose your balance. to lose one's rights [rayts]. haklarını kaybetmek to lose sight of [sayt]. gözden kaybetmek to keep smth in sight. gözden kaybetmemek güveni kaybetmek to lose confidence [konfidms]. Bu insanlara olan güvenimi kaybettim. I've lost confidence in these people. iradesini kaybetmek to lose one's will. işini kaybetmek to lose one's job. iştahını kaybetmek to lose one's appetite [e:pitayt]. Tüm iştahımı kaybettim. I've lost all my appetite. to lose one's temper. itidalini kaybetmek to lose track of [tre:k]. izini kaybetmek Bir yıl önce izini kaybettik. We've lost track of him a year ago.
kaybettirmek
467
kan kaybetmek kendini kaybetmek Ne yaparsan yap, kendini kaybetme! kıl payı kaybetmek kozu kaybetmek kulpunu kaybetmek partiyi kaybetmek servet kaybetmek Bir gecede bir servet kaybetti. sırasını kaybetmek soğukkanlılığını kaybetmek son meteliğine kadar kaybetmek vakit kaybetmek Bunu vakit kaybetmeden göndermeniz gerek. Burada çok vakit kaybettik. varını yoğunu kaybetmek Neredeyse varını yoğunu borsada kaybediyordu. yeteneğini kaybetmek yolunu kaybetmek kaybettirmek Açgözlülük her şeyi kaybettirir. Sadme ona dengesini kaybettirdi. * izini kaybettirmek kaybı olmak Şimdiye kadar pek kaybımız olmadı. Çok can ve mal kaybı olmuştur. kaybolmak Az kalsın, kayboluyorduk. Çıngıraklı deve kaybolmaz, ortadan yok olmak: Yakında barışın olacağı umudu kayboldu. Olay sonucu 20 kişi kaybolmuş. Her şey henüz kaybolmadı. Kaybolan koyunun kuyruğu büyük olurmuş. |birleşikler ve deyimleri gözden kaybolmak Birden, gözden kayboldu.
to lose blood [blad]. to lose control of oneself. Whatever you do, don't lose control of yourself. to lose by a hair's breath. to lose one's trump card [tramp ka:d]. not to know what to do. to lose the game [geym]. to lose a fortune [fo:cm]. He lost a fortune overnight. to get confused about its feeding and sleeping time (for a baby). to lose one's head. to lose one's shirt [hr.z]. to lose time. You must send it without losing any time. We have lost a great deal of time here. to lose everything. He almost lost all he had in the stock exchange. to lose one's touch [tag]. to lose one's way. to make smb lose smth. Greed will make you lose everything. The blow made her lose her balance [be.lms]. to cover one's tracks [trerks]. to lose [lu:z]. We haven't lost much up to now. There has been a great loss of lives and property. to get lost. We nearly got lost. A camel with a bell won't get lost. to vanish. The hope that there would soon be peace vanished. to be lost. 20 lives were lost as a result. All is not lost yet. A lost thing is usually better than it actually was.
to drop/go out of sight [sayt]. Suddenly it went out of sight. to disappear. Kum saatinin, gözden kaybolmasını bekleyin. Wait for the hourglass to disappear. iştahı kaybolmak to lose one's appetite [e:pitayt]. ortadan kaybolmak to disappear [disipi:]. Kamyon birdenbire ortadan kayboldu. The truck suddenly disappeared into thin air. kayda değer olmak to be noteworthy [noutwodhi]. kaydedilmek to be registered [recistid]. kaydetmek, hatırlamak için yazmak: to write smth down. Bir yere kaydet! Write it down somewhere. not etmek anlamında: to take down. deftere geçirmek anlamında: to enter [enti]. belirtmek anlamında: to mention [mensin]. Ayrıca, stadın dolu olduğunu kaydedelim. / must also mention that the stadium is full. sonuç almak anlamında: to score.
kaydırılmak
468
«ve için: basınç vs için: teyp için: \ birleşikler ve deyimler | gol kaydetmek ilerleme kaydetmek Yoksulluğa karşı bir ilerleme kaydetmedik. Biz bu alanda büyük ilerleme kaydettik, ilerleme kaydettikleri görünmüyor. isabet kaydetmek kütüğe kaydetmek sayı kaydetmek Takımımız yine bir sayı kaydetti. sicile kaydetmek kaydırılmak kaydırmak Fareyi masanın üzerinde kaydırınız. *birinin ayağını kaydırmak *gözlerini kaydırmak kaydırtmak kaydolmak kaygılandırmak Söylenti bizi çok kaygılandırdı. kaygılanmak Bu gibi şeylerden kaygılanacak adam değil.
Bu insanların kaygılanmakta hakları var. Askerler söylentilerden dolayı kaygılanmıştı. kaygılı olmak kaygısız olmak kayırılmak kayırmak *adam kayırmak kayıtlamak kayıtlı olmak kayıtsız olmak Cezaya veya ödüle karşı tamamen kayıtsız. Bütün bu ıstıraplara karşı kayıtsız olamayız. *işine kayıtsız olmak kaykılmak kaymak, araba için: dengesini yitirmek: kaygan zemin üstünde: paten söz konusu ise: yelini değiştirmek anlamında: Acaba biraz kayabilir misiniz? 1 birleşikler ve deyimler] ayağı kaymak gözü kaymak
to enroll. to register [recisti]. to record [riko:d]. to score a goal [go:l]. to make headway. We made no headway against poverty. to make progress. We have made great progress in this field. They don't seem to be making any progress. to hit home. to enter in the register [reciste]. to score [sko:]. Our team has scored again. to enter into the register. to be slid. to slide [slayd]. Slide the mouse around on the desk. to cause smb to lose his job. to slant the eyes, to have smth slid, to enroll. to worry [wari] smb. The rumour worried us a lot [ru:mi]. to worry. He isn't the type of man to worry about such things. to feel anxious [e:nksis]. These people are justified to feel anxious. to be alarmed [ila:md]. The military were alarmed by the rumours. to be anxious. to be carefree [ke:fri:]. to be favoured [feyvid]. to give preferential treatment [prefiren§il]. to show favouritism. to restrict. to be registered [recistid]. to be insensitive. He is completely insensitive to either reward our punishment [pamsmmt]. We can't be indifferent to all these sufferings. to be negligent in one's work [neglicint]. to lean back. to skid along/across, to slip. to slide [slayd]. to skate [skeyt], to move [mu:v]. Could you move a little? to slip. to squint lightly [laytli].
kaymaklanmak
469
hayatı kaymak kızak kaymak paten kaymak sağa/sola kaymak kaymaklanmak kaynak yapmak, metal için: \ama için: kaynaklanmak Bu, aşırı vitamin kullanımından kaynaklanabilir.
Bu, türlü psikiyatrik rahatsızlıklardan kaynaklanıyor.
to be ruined [ruwind], to sledge [slec], to skate [skeyt], to shift towards the right/left. to form cream [kri:m], to weld, to patch [pe:ç], to be put down to. It could be put down to the excessive use of vitamins [vaytiminz]. to arise from [irayz]. It arises from various psychiatric illnesses [saykie:trik]. to stem from.
Bu, günlük stresten de kaynaklanabilir. This can stem from the daily stress, too. kaynamak, fokurdamak anlamında: Ağır kazan geç kaynar, to boil [boyl]. gizlice hazırlanmak anlamında: Heavy cauldrons take time to boil [koddnn]. Burada fesat kaynıyor. to be brewing [bru:wing]. Mischief is brewing here. kırık şeyler için: to weld, kemik için: Kemik daha kaynamadı. to set. The bone hasn't set yet. mayalı bir şey için: to ferment [fo:ment]. mide için: to burn [bo:n]. miktar veya sayı çokluğu için: Odalar böcekle kaynıyordu. to swarm [swo:m]. The rooms were swarming with insects. O gün şehir turistlerle kaynıyordu. to be teeming with. The city was teeming with tourists that day. pişmek anlamında: to cook. yerden çıkmak anlamında: to gush forth [gasj. unutulmak anlamında: to be forgotten [figatin]. | birleşikler ve deyimler [ Her evin tenceresi üstü kapalı kaynar. Ağır kazan geç kaynar. arada kaynamak fıkır fıkır kaynamak, suyun çıkardığı ses için: çok bulunmak anlamında: cilveli anlamında: kanı kaynamak (birine) kanı kaynamak karınca yuvası gibi kaynamak kazanı kapalı kaynamak kazanda kaynamak (bir) kum gibi kaynamak midesi kaynamak suyu kaynamak taşım kaynamak Bu sütün, iki taşım kaynaması gerek. kaynaşmak, arkadaşlık için: birleşmek anlamında:
Private matters should remain private. Great things take time to be done. to be lost in the confusion [kinfyu:jin]. to boil with a bubbling sound [saund]. to abound in [ibaund]. to be lively [layvli]. to take to smb. to be exuberant [igzyu:btnnt]. to teem with people. to keep one's affairs to oneself. to be in complete agreement. to swarm in great numbers [swo:m]. to have heartburn. (one's goose) to be cooked. to come to the boil [boyl]. This milk should come to the boil twice. to become close friends [klous]. to unite [yu:nayt].
kaynaştırmak
470
birbirine iyice uymak: çok kalabalık olmak: kalabalık için: kaynak için: kimyada birleşmek anlamında: *birbirine kaynaşmak *kanları kaynaşmak kaynaştırmak kaynatılmak kaynatmak,
to fuse [fyu:z]. to teem with [ti:m], to become agitated [exiteytid], to weld. to combine [kimbayn]. to fuse [fyu:z]. to come to like each other. to weld together. to be boiled [boyld],
iş çevirmek anlamında: kaynamasını sağlamak: Sütü iki taşım kaynatınız. kemik için: mide için: sohbet etmek anlamında: kaypak olmak, kaygan olmak anlamında: sözünde durmaz anlamında: kaypaklaşmak kaypamak kayrılmak kaytarmak,
to plot. to boil [boyl]. Bring the milk to the boil twice. to knit [nit], to burn [bo:n]. to chat [ce:t].
işten kaçmak anlamında: , geri çevirmek anlamında: ödemeden kaçmak anlamında: kaza yapmak Bugün yine bir kaza yaptı. Bu, bir ay içinde yaptığınız ikinci kaza. Kaza olmuşa benziyor. kazan gibi olmak (başı) kazanç kaynağı olmak kazandırmak Bu, soruna yeni bir boyut kazandıracak. | birleşikler ve deyimler] hak kazandırmak itibar kazandırmak Bu, bize büyük itibar kazandıracaktır. ivme kazandırmak Bu tedbirlerin, yatırıma yeni bir ivme kazandırması bekleniyor. şeref kazandırmak Bu neticeler okulumuza şeref kazandıracak.
to avoid doing work [ivoyd]. to reject [ricekt]. to dodge payment [doc]. to have an accident [e:ksidint]. He had an accident again today. This is your second accident this month. It seems there has been an accident. to have one's head throb. to be a source of profit [so:s], to cause smb to gain [geyn]. This will bring a new dimension to the problem.
to to to to to
be slippery. be unreliable [anrilayibil]. become slippery, slip. be given preferential treatment [prefiren§il].
to entitle [intaytil]. to earn one prestige [o:n]. This will earn us a great prestige. to give a boost [bu:st]. These measures are expected to give a new boost to the investment. to bring credit. These results will bring honour to our school. to bring credit. Bu, kimseye şeref kazandırmaz. This will bring no credit to anyone. to save time. zaman kazandırmak Bu sistem bize çok zaman kazandıracak. This system will save us a lot of time. kazanılmak to be gained [geynd]. There is nothing to be gained. Kazanılacak hiçbir şey yok. to be won. This is the first cup to be won this year. Bu yıl kazanılan, ilk kupadır. to be recovered [rikavid]. toprak için: All this land has been recovered from the sea. Bütün bu topraklar denizden kazanıldı.
kazanmak
471
kazanmak, celiıınıek anlamında: Bu işten kazanacağımız bir şey yok. Bunu yapmakla ne kazandılar? kâr etmek anlamında: Bunlar ayda ne kadar kazanırlar? Geçen yıl, şimdi kazandığımdan iki kat fazla kazanıyordum. Pek fazla kazanmıyorlar. galip gelmek anlamında: Yarışı üç boy farkla kazandı. Hangi taraf kazandı? Önemli olan, kazanmak değil, iştirak etmektir. Kazanmamıza ramak kaldı, toprak sözkonıtsu ise: kendinden yana çekmek: Bu gençleri kazanmamız gerek. [birleşikler ve deyimleri Çalışan, kazanır. açıktan para kazanmak ad kazanmak alın teriyle kazanmak Ben bütün bunları alnımın teriyle kazandım. bağışıklık kazanmak bahsi kazanmak Ya bahsi kazanırsa? başarı kazanmak, beğeni kazanmak bilgi kazanmak birini kendine çekmek Hükümet isyancıları kazanmaya çalışmalı. boğazına yetecek kadar kazanmak burs kazanmak çuvalla para kazanmak Bu yaz oteller çuvalla para kazandılar. ekmeğini kazanmak emeğiyle ekmeğini kazanmak güvenini kazanmak Başbakanın güvenini kazanmış birisidir. hak kazanmak hayatını kazanmak Hayatlarını ancak kazanabiliyorlar. hayatını alnının teriyle kazanmak helâl para kazanmak Bu adam hayatında helâl bir kuruş kazanmamıştır. ihtisas kazanmak ikramiye kazanmak itimadını kazanmak (birinin) kalbini kazanmak (birinin) Mesele halkın kalbini kazanmaktır. katiyet kazanmak kişilik kazanmak
to gain [geyn]. There is nothing to gain from this. What have they gained by doing this? to earn [o:n]. How much do they earn a month? Last year I used to earn twice as much as I'm earning now. to make. They don't make much. to win. She won the race by three lengths. Which side won? The important thing is not to win but to take part. We came within an ace of winning. to recover [rikavi]. to win over. We must win over these youngsters. He who works prospers. to earn money doing nothing. to make a name for oneself. to earn by hardwork. I've earned all these by working hard. to gain immunity [imyumiti], to win the bet. What if he wins the bet? to achieve success [ifi:v]. to win approval [ipru:vil]. to acquire knowledge [lkwayi nolic], to gain over. The government should try to win over the rebels. to earn barely enough to keep alive. to win a scholarship. to rake in money [reyk]. This summer the hotels have raked in money. to earn one's bread [b:n]. to work for one's living. to win smb's confidence [konfidms]. (He enjoys the confidence of the Prime Minister.) to earn the right to. to earn one's living. They earn a bare living [be:]. to earn one's life honourably [onmbli]. to earn an honest penny [onist]. This man has never earned an honest penny in his life. to earn a specialist's degree [spe§ihst]. to win a prize [prayz]. to win smb's confidence [konfidms]. to win the heart of smb. The question is to win the heart of the people. to gain finality [faynediti]. to gain a personality.
kazdırmak
472
kuvvet kazanmak maharet kazanmak nam kazanmak ödül kazanmak Bütün ödülleri kazandılar. önem kazanmak ı Kış turizmi büyük önem kazanmaktadır. Nükleer enerji gitgide önem kazanıyor. para kazanmak Biz bu işte çok para kazandık.
to gain strength. to become skillful. to make a name for oneself. to win a prize [prayz]. (They swept the board.) to gain in importance. Winter tourism is gaining in importance. Nuclear energy is becoming more and more important. to make money. We have made a lot of money in this business. to earn [ö:n]. Do you earn much as a doctor? to score points. to become official [ifİşıl]. to win the war [wo:]. What if Hitler had won the war? to win smb round. to make a fortune [fo:çın]. to acquire divine merit [lkwayi]. to win smb's affection [ıfekşm]. to become famous [feymis]. to cover oneself with glory. to gain fame [feym]. to win smb's approval [ıpru:vıl]. to gain experience [ikspkryms]. to win favour in smb's eyes. to become famous. to become critical. to gain time. to win/gain a victory. Our army has gained countless victories. to buy time. This will enable us to buy the necessary time. to have smth dug. to excavate [ekskiveyt]. to be a stinker. This year's questions were a real stinker.
Doktor olarak çok para kazanıyor musun? puan kazanmak resmiyet kazanmak savaşı kazanmak Ya Hitler savaşı kazansaydı? sempatisini kazanmak (birinin) servet kazanmak sevap kazanmak sevgisini kazanmak (birinin) şan kazanmak savaş alanında: şöhret kazanmak takdirini kazanmak tecrübe kazanmak teveccühünü kazanmak ün kazanmak vahamet kazanmak vakit kazanmak zafer kazanmak Ordumuz sayısız zaferler kazanmıştır. zaman kazanmak Bu, bize gerekli zamanı kazandıracaktır. kazdırmak kazı/kazılar yapmak kazık olmak Bu yılki sorular çok kazıktı. kazıklamak, to fleece [fli:s]. aldatmak anlamında: to enclose with palings, kazık çakmak anlamında: to impale [impeyl]. kazık cezasına çarptırmak: to be fleeced [fli:st], kazıklanmak kazılmak, to be dug [dag]. çukur için: to be scratched [skre:çt]. çizerek temizlemek/kaldırmak: Buradan bir şeyler kazılmış, Something has been scratched from here. boya vs için tabakayı kaldırmak: to be scraped [skreypt]. Paslar yüzeyden kazınmahdır. Any rust must be scraped from the surface. to be excavated [ekskiveytid]. kazı yapılmak: to be engraved [ingreyvd]. metal vs'e ovulmak: kazımak, çizmek anlamında: to scratch, boya, pas vs için: to scrape, oymak anlamında: to engrave.
473
kazınmak tıraş etmek anlamında: yok etmek anlamında:
to shave (off). to eradicate [ire:dikeyt].
kazınmak, her tarafı temizlemek: kazır gibi kaşınmak: *içi kazınmak *midesi kazınmak kazıtmak kazmak kazı yapmak anlamında: Az kaz, uz kaz, boyunca kaz. | birleşikler ve deyimler] çay kenarında kuyu kazmak çukur kazmak çukurunu kazmak (birinin) deniz kenarında kuyu kazmak iğne ile kuyu kazmak kökünü kazmak kuyu kazmak kuyusunu kazmak (birisinin)
to be scraped out. to scratch oneself. to feel very hungry [hangri]. to feel very hungry. to have smth scraped off [skreypt]. to dig. to excavate [ekskiveyt]. (Do dig, but no deeper than your own height.)
to do smth the hard way. to dig a hole. to plot against [lgeynst]. to do it the hard way. to dig a well with a needle. to eradicate [ire:dikeyt]. to sink a well. to dig a pit for smb. Kazma elin kuyusunu kazarlar kuyunu. Do not set a trap for others, they'll set one for you. kuyusunu kazmak (kendi) to dig one's own grave [greyv]. kazdığı kuyuya kendisi düşmek to be hoist with one's own petard. lağım kazmak pis sular için: to dig a sewer [syuiwfj. to tunnel for a mine [taml]. patlayıcı maddeler için: mühür kazmak to engrave a seal [si:l]. siper kazmak to dig in/trenches. Siper kazıp, saldırıyı beklemeye koyulduk. We dug in and waited for the attack [ite:k]. kebap olmak, to be roasted. fırında: kömürde: to be broiled [broyld]. *ciğeri kebap olmak to suffer greatly [safi]. kebap yapmak fırında: to roast, kömürde: to broil. keçelenmek, to become matted [me:tid]. keçe sözkonusıt ise: to become callused [kedist]. nasır sözkonusıt ise: to become numb [nam]. uyuşmak atılanımda: keçeleşmek, telleri birbirine girmek: to become matted, deri için: to become callused. to become numb. uyuşmak anlamında: keçeleştirmek keçe için: to make smth into felt. to make smth become matted. tel için: to become obstinate [obstimt]. keçileşmek keder etmek to be grieved [gri:vd]. kederlendirmek to grieve. kederlenmek to become grieved, kederli olmak to be grieved. kedersiz olmak to be free from grief [gri:f]. Orada kedersiz bir hayat sürüyor. He leads a life free from grief there. kefalet etmek to stand as surety for.
kefaret etmek
474
kefaret etmek insanlar günahları için kefaret etmelidir. kefelemek kefenlemek kefil olmak Ben ona kefil olurum. Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol. mahkeme kefaleti için: Ona kefil olmak niyetinde değilim. kehlenmek kekelemek şaşırıp kelimeleri karıştırmak: kekeme olmak kel olmak Benim başım kel mi? Hem kel, hem fodur. kelepçelemek kelepir olmak Fiyatına göre kelepirdir. kelime oyunu yapmak Kelime oyunu yapmaktansa, ne demek istediğini söyle. kemerlemek kemik olmak (bir deri bir) kemikleşmek kemirilmek kemirmek, dişleriyle: pas için: Pas çerçeveyi kemiriyor. *içi içini kemirmek *tırnaklarım kemirmek İnsanlar tırnaklarını neden kemirir? kem küm etmek kendi âleminde olmak kendi halinde olmak kendinde olmak Sen bugün kendinde değilsin. kendinde olmamak, şuursuz olmak anlamında: aklı yerinde olmamak anlamında: kendine etmek Ne ettiyse, kendine etti. Herkes ne ederse, kendine eder. kendine gelmek Yakında kendine gelir. kendine sahip olamamak kenetlemek, kenetle tutturmak: eller için: çene için: kenetlenmek, kenetle: cene itin:
to atone for one's sins [ttoun]. One must atone for one's sins. to groom a horse with a hair glove. to wrap in a shroud [sraud]. to vouch for [vauc]. / can vouch for him. to act as a guarantor [ge:nnto:]. If you're seeking trouble be a guarantor or a court witness. to stand bail for. / have no intention to stand bail for him. to become lousy [lauzi]. to stammer [ste:mi]. to fumble for words. to be a stutterer [statin]. to get bald [bo:Id]. (What is wrong with me?) (He is a vain silly fellow [felou].) to handcuff [he:ndkaf]. to be a bargain [ba:gin]. Given the price, it's a bargain. to play upon words. Say what you mean instead of playing on words. to round the spine of a book [spayn]. to be a bag of bones [bounz], to ossify. to be gnawed [no:d]. to gnaw [no:]. to corrode [kiroud]. (The rust is eating away the frame.) to be consumed by anxiety [emzayiti]. to bite one's nails [bayt]. Why do people bite their nails [neylz]? to hum and haw [ham in ho:]. to keep to oneself. to be quiet and inoffensive. to be oneself. You're not yourself today. to be unconscious [ankonsis]. not to know what one is doing. to harm oneself. He only harmed himself. (One reaps what one sows [souz].) to be oneself again. She'll soon be herself again. to be unable to control oneself. to clamp [kle:mp]. to clasp [kla:sp]. to lock. to be clamped in place [kle:mpt]. to be locked [lokt].
kenetli olmak
475
kenetli olmak kentleşmek kentleştirmek kepaze etmek, gülünç durum için: utanacak durum için: kepaze olmak, gülünç duruma düşmek: utanacak duruma düşmek: kepçelemek kepeklenmek, başla kepek oluşmak: susuz ve tatsız duruma gelmek: kepekli olmak kerahet etmek kerim olmak Allah kerim! kertesine gelmek kertiklemek kertikli olmak kertilmek kertmek, kertik açmak anlamında: sürtünmek anlamında: kesbetmek, elde etmek anlamında: kazanmak anlamında: | birleşikler ve deyimler ] kanuniyet kesbetmek nezaket kesbetmek salâh kesbetmek vahamet kesbetmek keselemek keselenmek keseletmek kesik olmak arızalı anlamında: Şunu kesik kesik cümlelerle anlatmasana. cereyan için: Cereyan yine kesik. kesilmiş bir şey için: süt için: kesilmek, aralık verilmek anlamında: Görüşmeler üçüncü kez kesildi, bitkin duruma gelmek: dinmek anlamında: elektrik için: Elektrikler kesildiği taktirde ne yapacağız? gürültü için: kesik duruma gelmek: Bütün kaçış yolları askerlerimiz tarafından kesildi. Köpek sürünmekle, etek kesilmez.
to be clamped together. to be urbanized [o:bmayzd]. to urbanize. to ridicule [ridikyud]. to disgrace [disgreys]. to be a laughing-stock [lad'ingstok]. to disgrace oneself [disgreys]. to scoop [sku:p]. to become scurfy [sko:fi]. to get dry and tasteless [teysflis]. to be scurfy. to loathe [louth]. to be generous [ceniris], (Never mind, it will come all right.) to come to the right place and time. to notch. to be notched [noct]. to get notched. to notch. to scrape [skreyp]. to acquire [tkwayi]. to gain [geyn], to acquire the force of law. to become delicate [delikit]. to get better. to become serious [si:ryts]. to rub with a bath hair glove. to rub oneself with a bath glove. to have one's body rubbed with a bath glove. to be dense. to be broken. Don't relate it in broken sentences. to be off. The electricity is off again. to be cut. to be spoilt [spoylt]. to be interrupted [inttraptid]. The talks were interrupted for the third time. to be exhausted [igzo:stid]. to die down, to be cut off. (What shall we do in the event of a power cut?) to cut down, to be cut. All the escape routes have been cut off by our troops [traps], (A reputation is never blemished by slanders.)
kesilmek (adetten)
476
Vakitsiz öten horozun başı kesilir. A cock that crows untimely has his head cut off. Taze ekmek iyi kesilmiyor. Fresh bread won't cut well. to subside [sibsayd]. rüzgâr için: Fırtına kesildi. The storm has subsided. to be shut off. su- için: Sular her gece böyle kesilir. The water is shut off every night in this manner. to curdle [ko:dil]. süu için: Süt yine kesildi. The milk has curdled again. to stop. sona ermek anlamında: Ses başladığı gibi birden kesildi. The sound ended almost as soon as it had begun. to be cut off. telefon için: to stop. yağmur için: Bu yağmur kesileceğe benzemiyor. It doesn't seem this rain is going to stop. birleşikler ve deyimler] Sakalı kesilesi. May he have his beard cut [bird], adetten kesilmek to reach menopause. amanı kesilmek to be too weak to plead for mercy [mo:si]. ardı kesilmek to cease [si:s]. ardı arası kesilmemek to continue uninterrupted. ardı arkası kesilmemek to have no end. Gümrükte sorunların ardı arkası kesilmedi. There was no end to our troubles at the customs [kastimz]. arkası kesilmek, to come to an end. arkası gelmemek anlamında: tükenmek anlamında: to run out. aslan kesilmek to act like a lion [layin]. ayağı/ayakları yerden kesilmek, to be swept off one's feet. yere değmemek anlamında: yaya gitmekten kurtulmak: to ride instead of walking [rayd]. bacakları kesilmek to be weak in the legs. Bacaklarım kesiliyor. I'm weak in the legs. barut kesilmek to fly into a rage [reyc]. başına kahya kesilmek to meddle into the affairs of others [ife:z]. buz kesilmek, to freeze [fri:z]. buz gibi soğumak anlamında: Ayaklarım buz kesildi. (My feet are like ice [ays].) to be frozen. donmak anlamında: to be stunned [stand], bir durum karşısında donakalmak: bülbül kesilmek to spill the beans [bi:nz], canavar kesilmek to get brutal. cin ifrit kesilmek to get very angry. derebeyi kesilmek to lord it over. dikkat kesilmek to be all ears [i:z]. dizleri kesilmek to feel groggy. Dizlerim kesiliyor. I feel groggy. doğram doğram kesilmek to be cut up in slices [slaysiz]. düşman kesilmek to become an enemy. eli ayağı buz kesilmek to be stunned [stand]. göbekleri beraber kesilmek to be inseparable. göz kulak kesilmek to be all eyes [ayz]. hızı kesilmek to peter out [pi:tiraut]. Talebin hızı neden kesildi? Why has the demand petered out? hoşafın yağı kesilmek to be dumbfounded [damfaundid]. iflahı kesilmek to be exhausted [igzo:stid]. ifrit kesilmek to fly into a rage [reyc].
kesin olmak
477
iştahı kesilmek kahya kesilmek kazık kesilmek kerpiç kesilmek korkudan buz kesilmek kulak kesilmek Altın kelimesini duyunca kulak kesildi. kuvvetten kesilmek kuzu kesilmek kül kesilmek Yüzü birden kül kesildi. mosmor kesilmek nefesi kesilmek O yürüyüşten sonra hepimizin nefesi kesilmişti. önü ardı kesilmemek pancar kesilmek put kesilmek sapsarı kesilmek sesi kesilmek sesi soluğu kesilmek sinir kesilmek soluğu kesilmek sucuk kesilmek sütü kesilmek şap kesilmek takati kesilmek taş kesilmek şaşırıp ne yapacağını bilememek: tuğlu vezir kesilmek turşu kesilmek, yiyecek için, bozulmak: çok yorulmak: umut kesilmek Allah'tan umut kesilmez. Çıkmadık candan umut kesilmez. yemeden içmeden kesilmek zindan kesilmek yaşanmaz duruma gelmek: kesin olmak Bunu kabul etmeyeceği hemen hemen kesindir. Gelmeyecekleri kesin. kesinleşmek kesinleştirmek kesinti yapmak kesişmek *söz kesişmek kesivermek Başını oracıkta kesiverdiler. keskin olmak, iyi kesen anlamında: Kalem kılıçtan keskindir. sert anlamında: tad ve koku için: Bu şarap keskin. *gözü keskin olmak
to lose one's appetite [e:pitayt], to interfere in other people's affairs. to become stiff. to be petrified [petrifayd], to be petrified with fear. to be all ears. He was all ears when he heard the word gold. to be exhausted. to become as tame as a lamb [le:m]. to turn pale [peyl]. His face suddenly turned pale. to become purple [pb:pil]. to be/get out of breath [breth]. We were all out of breath after that march. to have no end. to turn red. to be as still as a pole [poul]. to turn pale [peyl]. to be reduced to silence [sayhns]. to become completely silent. to become all nerves [no:vz]. to have no breath left. to be wet through. (for cows) to go dry. to be dumfounded [damfaundid], to have no more strength left. to be petrified [petrifayd]. to be striken dumb with surprise [dam]. to act high and mighty [mayti]. to turn sour [sawi], to become very tired, to despair [dispe:]. Do not despair of God's mercy [mo:si]. Where there is life there is hope. to lose one's appetite [e:pitayt], to get very dark. (for life) to become unbearable [anbe:nbil]. to be certain [so:tin]. It's almost certain that he'll refuse. They are sure not to come. to become final [fayml]. to make smth definite. to deduct [didakt], to intersect. to come to an agreement, to cut. They cut his head on the spot. to be sharp. The pen is sharper than the sword. to be strong, to be pungent. This wine is pungent [pancint], to be sharp-eyed.
keskinleşmek
478
keskinleşmek keskinleştirmek kesmek, kesici bir aletle ayırmak: Onu makasla kesmeyin. Bu bıçak iyi kesmiyor. küçük parçalara ayırmak: dilimlere ayırmak: bedenin bir yerini: Bu bıçakla bir yerini keseceksin. ara vermek anlamında: ağaç için: Bahçedeki ağaçları kesmişler. ağrı için: durdurmak anlamında: elektrik için: gaz, buhar vs için: hayvanlar için: ilişkiler için: iskambil kağıtları için: konuşma, film vs için: Konuşmanın büyük kısmını kestiler, kararlaştırmak anlamında: son vermek anlamında: Birden konuşmayı kesti. Artık bu konuyu burada keselim. Ağlamayı keser misin? su vs için: telefon için: vermemek anlamında: Dervişe git demezler, lokmasını keserler.
to get sharp, to sharpen.
to cut [kat]. Don't cut it with scissors [siziz]. This knife doesn't cut well. to cut up. to slice [slays], to cut (oneself). You're going to cut yourself with that knife. to interrupt, to fell. They have felled the trees in the garden. to kill. to stop. to cut off. to turn off. to slaughter [slo:ti]. to break off. to cut. to cut. They have cut the bulk of the talk. to agree upon [lgri]. to stop. Suddenly he stopped talking. (Let's just leave it at that.) Will you stop crying? to shut off. to cut off. to cut down. You don't chase a guest, you cut down on his food. to deduct [didakt]. Küçük bir meblağ kestiler. They have deducted a small amount. yolu bölmek anlamında: to intersect. Yol, tren yolunu bu noktada kesiyor. The road intersects the railway line at this point [intisekts]. yolu kapatmak anlamında: to block. Polis ileride yolu kesmiş. The police has blocked the road ahead. I birleşikler ve deyimleri Kılıç kınını kesmez. A sword doesn't cut its scabbard [ske:bid], Domuzun kuyruğunu kes, yine domuzdur. (You can't change human nature [neyci].) Çingeneye beylik vermişler, önce babısını kesmiş. They placed a gypsy in a position of authority and his first action was to hang his father. . to fell trees, ağaç kesmek to kill pain. ağrıyı kesmek ahkâm kesmek to put forward arbitrary judgement. aklı kesmek to think smth possible. / don't think it possible. Bu işi aklım kesmiyor. to judge feasible [fi:zibil]. Do you judge it feasible? Bunu aklın kesiyor mu? to break off relations with [riley§inz]. alakayı kesmek to kill the goose that lays the golden eggs. altın yumurtlayan tavuğu kesmek to stop. ardım kesmek to terrorize [tenrayz]. asıp kesmek to cease fire [si:s]. ateş kesmek
kesmek (ayağını -bir yerden-) ayağını kesmek (bir yerden) bağlantıyı kesmek başını kesmek
479 to stop going to. to disconnect [diskinekt]. to behead. He who cuts a tree is a murderer. to stop at once. to issue a ticket [isju:]. to cut off the branch one is sitting on. to save on food [seyv]. to cut smb's throat. to behead [bihed]. to cut off the electricity. to fine [fayn]. to shiver with cold. to cut into slices [slaysiz]. to cease doing smth [si:s]. to stop going to. to make out an invoice [invoys]. to put the blame on smb. to throttle back. to save on one's food. to cut the umbilical cord [ko:d]. to do it all on one's own. to break off talks. to feel oneself capable of [keypibil]. (J don't dare.) to extort protection money [iksto:t]. to quench one's thirst.
Yaş kesen baş keser. bıçak gibi kesmek bilet kesmek bindiği dalı kesmek boğazından kesmek boğazım kesmek boynunu kesmek cereyanı kesmek ceza kesmek çivi kesmek dilim dilim kesmek elini kesmek (bir şeyden) elini ayağını kesmek (bir yerden) fatura kesmek faturayı birine kesmek gazı kesmek gırtlağından kesmek göbeğini kesmek göbeğini kendi kesmek görüşmeleri kesmek gözü kesmek Gözüm kesmiyor. haraca kesmek hararet kesmek hesabı kesmek hesap için: to settle an account [lkaunt]. ilişkiler için: to cut off relations [riley§inz]. hızını kesmek to stem. Cinayet dalgasının hızını kesmenin bir There must be a way of stemming the crime yolu olmalı. wave. iflahını kesmek to wear smb down [we:]. iki taraflı kesmek (acem kılıcı gibi) to treat two sides with equality. ilişiğini kesmek to severe one's connection with [kinek§m]. ilişkileri kesmek to break off relations with. Bu ülkeyle diplomatik ilişkileri kestik. We have broken diplomatic relations with that country. iştah kesmek to kill one's appetite [e:pitayt]. kellesini kesmek to eat one's hat. Yalan söylüyorsam, kellemi keserim. If I'm lying I'll eat my hat. to rely on oneself. kendi göbeğini kendi kesmek Öksüz, kendi göbeğini kendi keser. A person without relations has to look after himself or herself. kısa kesmek to cut short. Maalesef ziyareti kısa kesmek zorundayız. Unfortunately we have to cut short our visit. kurban kesmek to slaughter a sheep as a sacrifice [se:krifays]. lafı kesmek to cut in. Lafı bu kadar kesmemelisiniz. You shouldn't cut in so much. lâfını kesmek to interrupt smb. Lafınızı balla kestim. Excuse me for interrupting you. lime lime kesmek to cut into long narrow strips. makbuz kesmek to write a receipt [risi:t]. memeden kesmek to wean a child [wi:n].
kestirmek
480
to break off with. merhabayı kesmek (biriyle) to take one's breath away. nefesini kesmek (birinin) Oradaki manzara insanın nefesini kesiyor. The scenery there takes one's breath away. to cut firewood. odun kesmek oturduğu dalı kesmek to cut off the branch one is sitting on. önünü kesmek (birinin) to bar the way of. para keshıek to make a lot of money. postayı kesmek to cut one's ties with [tayz]. selâmı sabahı kesmek to stop speaking to. sesini kesmek to shut up. Kes sesini! Shut up! to take smb's breath away. soluğunu kesmek (birinin) to conclude a marriage agreement [me:ric], söz kesmek to interrupt smb. sözünü kesmek Affedersiniz, sözünüzü kestim. I'm sorry to interrupt [intirapt]. Sözünüzü balla kestim. Excuse my interrupting [ikskyu:z]. to wean [wi:n]. sütten kesmek to leave it at that. tartışmayı kesmek Bu tartışmayı burada kesmek zorundayız. We have to leave it at that. tatlı yerinde kesmek to break off a story at an exciting point. tırnaklarını kesmek, gerçek anlamda: to cut one's nails. birini güçsüz bırakmak: to render smb harmless. tırtıl kesmek to cut into a serrated pattern.. umudunu kesmek to give up hope (of). ümidini kesmek to despair of. Çantasını bulmaktan ümidini kesti. She despairs of ever finding her bag. to abandon hope [houp]. ümit kesmek to stage a hold-up. yol kesmek yolunu kesmek to waylay. kestirmek, kesilmesini sağlamak: to have smth cut. kısa bir süre uyumak : to doze off. takdir etmek anlamında: to appreciate [rpri'.siyeyt]. talimin etmek anlamında: to estimate [estimeyt]. karar vermek anlamında: to make up one's mind. Ne söyleyeceğimi kestiremiyorum. / can't make up my mind as to what to say. | birleşikler ve deyimleri to take a nap. biraz kestirmek gözüne kestirmek, başarabileceğini ummak: to feel capable of [keypibil]. beğenmek anlamında: to fancy [fe:nsi], saçını kestirmek to have one's hair cut. yem kestirmek to stop to feed a mount [maunt]. uyku kestirmek to have a nap [ne:p]. keşfetmek, to find out [fayndaut]. gizli bir şey için: Onun hakkında birçok şeyler keşfettik. We found out a lot of things about him. Tetkik edince, iki pasaportu olduğunu keşfettik. On enquiry we found out that he was carrying two passports. yeni bir şey için: to discover [diskavi]. Amerika'yı kim keşfetti? Who discovered America? to explore [eksplo:]. keşfe çıkmak anlamında: askeri keşif için: to reconnoitre [rekinoyti]. Amerika'yı yeniden keşfetmeye benzer. It's like rediscovering America.
keşide etmek keşide etmek keşikleşmek keşmekeş içinde olmak ketmetmek ketum olmak keyf için yapmak keyfetmek keyfi gelmek keyfi hali yerinde olmak keyfi olmak keyfi olmamak
481 to draw [dro:]. to work in shifts. to be in great confusion [kinfyu:jin]. to conceal [kinsid]. to be discreet [diskrkt]. to do smth for pleasure [pleji]. to enjoy oneself. to feel in good mood. to feel in the mood. Değme keyfine! He should be very pleased! to feel well. Keyfiniz nasıl? How do you feel? not to feel up to. Bu sabah hiç keyfim yok. J don't feel up to the mark this morning. to feel low. Bugün kimsenin keyfi yok. Everyone feels rather low today. to be in good mood [mu:d]. to be in high spirit again. to amuse oneself [imyu:z]. to have fun [fan]. to put smb into a good mood. to perk up [pb:k]. to be in good humour [hyu:mi].
keyfi yerinde olmak keyfi yerine gelmek keyif etmek keyif yapmak keyiflendirmek keyiflenmek keyifli olmak keyifsiz olmak neşesiz anlamında: to be in bad humour. sağlığı yerinde olmamak: to be unwell. keyifsizlenmek to get rather unwell. kıçtan kara etmek to moor by the stern [mu:r]. kıkırdamak, ses çıkararak gülmek: to giggle [gigil]. Lütfen şu kıkırdamayı keser misiniz? Will you please stop giggling? soğuktan donmak anlamında: to be freezing. kıkırdatmak to make smth crackle [kre:kil]. kılağılamak to burr [bo:], kılavuz etmek to follow smth. Akıllıyı arkada tutma, akılsızı kılavuz etme. Never lead a wise man nor follow a fool. to guide [gayd]. kılavuzluk etmek kılçıklı olmak, balık için: to be bony [bouni]. sebze için: to be stringy. kılçıksız olmak to be without bones [bounz]. kıldırmak, kılmak işini yaptırmak: to have smth performed [pifo:md]. kılmak işini birisine yaptırmak: to have smb perform smth [pifo:m]. kılıbıklaşmak to become henpecked [henpekt]. kılıçlamak to put to the sword [so:d]. kılıflamak to put smth in a cover [kavi]. kılığında olmak to be in the guise of [gayz]. kılıksız olmak to be shabby [se:bi]. kılıksızlaşmak to become shabby. kılınmak to be performed [pifo:md]. *-in namazı kılınmak (for smb's funeral service) to be held [fyu:mnl]. Senin namazın kılındı. (You're as good as dead [ded].)
kıllartmak
482
kıllanmak kılları çıkmak anlamında: sakalı akmak anlamında: kılmak | birleşikler ve deyimler] Gaye, ulusal bilinci işlemez kılmaktı. geçersiz kalmak hâkim kdmak hükümsüz kılmak imkânsız kılmak Bu, işi bitirmemizi imkansız kıldı. karar kılmak (bir şeyde) Daha pahalısını almaya karar kıldık. meskûn kılmak mümkün kılmak namaz kılmak Çimen üzerinde duran adam, aslında namaz kılıyor. olanaksız kılmak Kurallar bir ertelemeyi olanaksız kılıyor. olurlu kılmak saçı kılmak yetkili kılmak yükümlü kılmak kılsız olmak kımıldamak O yerden kımıldamak niyetinde değil. hareket etmek anlamında: Kımıldama! kıpırdamak anlamında: Kımıldayıp durma! kımıldamamak kımıldanmak kımıldatmak Bu kasayı kimse yerinden kımıldatamaz. kınalı olmak Eller ve ayaklar kınalıydı. kınamak Kimseyi kınamak istemiyorum. Generallerin tutumunu şiddetle kınıyoruz. Muhalefet, hükümetin ekonomik siyasetini kınadı. kınanmak kıpırdamak Biraz kıpırdayınız, yoksa treni kaçıracağız. |birleşikler ve deyimler] kılı kıpırdamamak Kılı kıpırdamadı. kıpırdayıp durmak Kıpırdayıp durma!
to become hairy [he:ri]. to begin to show a beard fbirrd]. to make. The aim was to paralyze the national conscience [konsins]. to make invalid [invilid]. to make smb/smth dominant [domimnt]. to invalidate [invilideyt]. to make it impossible. This made it impossible for us to finish the task. to settle upon smth [setil]. (We've decided to buy a more expensive one.) to populate [popyuleyt]. to make it possible. to perform the ritual prayer [rityuwil]. The man standing on the grass is actually praying. to preclude [priklu:d]. The rules preclude any adjournment. to make smth possible [posibil]. to scatter coins/candy [koynz/ke:ndi]. to authorize [orthirayz]. to compel [kimpel]. to be hairless [he:les]. to move [mu:v]. She doesn't mean to move from her place. to make a move. Don't make a move! to stir [sto:]. Don't stir! to sit tight [tayf]. to move slightly [slaytli]. to budge [bac]. Nobody can budge this safe. to be dyed with henna [dayd]. The hands and feet were dyed with henna. to blame [bleym]. I don't want to blame anyone. to condemn [kmdem]. We strongly condemn the attitude of the generals [e:tityu:d], to censure [sensi]. The opposition has censured the economic policy of the government [gavinmmt]. to be blamed (for), to move [mu:v]. Get a move on or we'll miss the train. not to bat an eyelash [aylas]. She didn't bat an eyelash. to fidget [ficit]. Don't fidget!
kıpırdanmak
483
yaprak kıpırdamamak Etrafımızda tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Rüzgâr esmeyince dal kıpırdamaz. yerinden kıpırdamamak Hiçbir şekilde yerimden kıpırdamam. yerinden kıpırdayamamak kıpırdanmak kıpırdatmak | birleşikler ve deyimleri dudak kıpırdatmak kılını kıpırdatmamak parmağım kıpırdatmamak Bize yardım etmek için kimse parmağını bile kıpırdatmaz. kıpıştırmak kıpkırmızı olmak, herhangi bir sebeple: utancından: Kız kardeşim utancından kıpkırmızı oldu. kıraat etmek Kuran için: kırba olmak kırbaçlamak kırbaçlanmak kırçıllanmak kırçıllaşmak kırdırmak, bir şeyi: birisine: senet için: buğday için: kırdırtmak bir şeyi birisine: senet için: fiyat için: kırgın olmak Çok kırgınım. kırıcı olmak kırık olmak, kırılmış şeyler için: kemik için: gücenmiş anlamında: kırılmak, parçaya ayrılmak anlamında: Elimde kırılıverdi. Kırılır diye korktum. gücenmek anlamında: ışın için: kemik için: hava için: Sular kırıldı. [ birleşikler ve deyimler | Eli kırılsın! Oldu olacak, kırıldı nacak. Araba kırılınca, yol gösteren çok olur.
(for a leaf) not to stir [stb:]. Not a leaf was stirring around us. (There is a reason for every happening.) not to stir [sto:]. I'm not stirring from my place on any account. to be unable to extricate oneself, to budge [bac]. to budge smth. to move the lips slightly [slaytli]. not to turn a hair [he:]. not to move a finger. No one will move a finger to help us. to blink. to go red. to glow with shame [seym]. My sister's face glowed with shame. to read [ri:d], to recite [risayt]. (for a child) to be potbellied [potbelid]. to whip. to be whipped [wipt]. to be sprinkled with gray, to become gray [grey]. to have smth broken [broukin]. to have smb break smth [breyk]. to discount [diskaunt]. to have grain cracked [krekt]. to have smb break smth. to have a bill discounted [diskauntid]. to get smb to reduce a price [ridyu:s]. to be offended [lfended]. I'm deeply offended. to be offensive [ifensiv]. to be broken [broukin]. to be fractured [fre:kcid], to be hurt [ho:t], to break [breyk]. It suddenly broke in my hand. I was afraid it might break. to be hurt [ho:t], to refract [rifre:kt]. to fracture [fre:kci], to become milder [mayldi]. The weather is warmer. May his hand break! It's no use crying over spilt milk. Help is always available when it's too late.
kırışık olmak
484
Çanak çanağa değer, kırılır. A pot gets broken when it touches another. Kol kırılır, yen içinde; baş yarılır, börk içinde. Private matters should remain private. Pilavdan dönenin, kaşığı kırılsın. We'll see this through, come what may. Su testisi su yolunda kırılır. There is a risk in every occupation. to be starving. açlıktan kırılmak to be exhausted [igzo:sted]. beli kırılmak burnu kırılmak to be pulled down [puld]. Bunların burunlarının, zaman zaman These people need to be pulled down once kırılması gerek. in a while. to be overcome by bad smell. burnunun direği kırılmak to be down-cast [daun kast]. cesareti kırılmak Neden bu insanların cesareti kırılmış? Why are these people down-cast. to be disheartened [disha:tind]. Bu cesareti kırılmış insanlara ne olacak? What will happen to t